Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kavrama Zorunluluğu/Kültür - Sanat/milliyet blog



Milattan sonra 45 yılında doğup ve 125 yılında ölen, felsefe tarihinde önemli bir yeri olan eski Yunan düşünür ve ahlakçı Plutarkhos diyor ki: Gerçeğin araştırılması, Tanrı’nın isteğidir. Bilimsel verilere göre: İnsanın gözleriyle algıladıkları, yalnızca ışık aracılığıyla gözlerine yansıyan titreşimlerden ibaret ve bu titreşimler beyni tarafından imgelere dönüştürülüyor. Eğer insanın gözleri daha yüksek frekansları
 algılayabilecek bir kapasiteye sahip olsaydı baktığında çok farklı bir dünya görebilirdi.

Yerçekiminin etkisiyle ağırlığımızı hissediyoruz ve böylece sabit durabiliyoruz. Dünya adı verilen gezegenin kabuğunda koşuşturuyoruz. Durduğumuz nokta, düz gibi görünse de aslında büyük, topa benzeyen bir cisim. Bu cisim güneşin etrafındaki gezegenlerden biri. Güneş ise yaklaşık yüz milyar yıldızdan oluşan Samanyolu dediğimiz galaksinin kıyılarında dolaşan orta büyüklükte bir yıldız. Samanyolu; mevcut teknoloji cihazlarıyla saptanabilen yaklaşık 200 milyar galaksiden biri. Yani bu 200 milyar galaksi bizim evrenimizi oluşturmakta.

Evrenimiz, sonsuzluk içindeki evrenlerden yalnızca bir tanesi. Sonuçta çok büyük rakamlarla açıklanabilen mükemmel sistemler ve tasarımlar. Yıldızların, renklerin bitmeyen dansları. Astronotlar dünyayı uzaydan izledikten sonra, çok farklı bir bakış açısı kazandıklarını ve her şeyin anlamının birden değiştiğini ifade etmişlerdir. Demek ki yaşam tablosunu, ne tür bir çerçevenin içine oturtursak anlamı ona göre biçimleniyor.

Algılama ve bakış açısı, yaşamın niteliğini belirleyen en önemli unsurlar. Yani bilinç. Fakat en yüksek bilinç düzeyinde bile insanın, evrenin görev ve işleyişi hakkında yeterli bilgilere ulaşması mümkün değil. Çabalarıyla kendi görüş açısını genişletebilen insan için bu acılı - problemli yaşam, sadece bir deneyimden ibaret. Bütün canlılarda olduğu gibi, insan kendisini pusuda bekleyen ölümle tanıştığında asla direnemiyor, tüm donanımlarıyla ve kazanımlarıyla toprağa karışıyor. Yaşadığı sürece aklını, enerjisini dikkatli kullanabilirse kendi varlığını yüceltebiliyor ancak.

Dünyanın Son Durumunu Sorgularsak: Mutsuzluk ve doyumsuzluk salgın hastalık gibi. Mutluluk reçeteleri artık işe yaramıyor. İdeolojilerin sunduğu vaatler insanları gerçek anlamda mutlu edemeyecek kadar basit kaldı. Bütün politik söylemler demode oldu ve her şey sis bulutuna doğru ilerliyor ne yazık ki. Ülkeler karışıklık içinde. Köklü bir değişime gereksinim duyuluyor. Yeni anlayışlara, yeni projelere gereksinim duyuluyor. Alışkanlıklar, ilişkiler; toprağı selde yıkanıp giden kayalar gibi sivrildi. Kaba bir tanımla: Sırıttı. Oralara atılan tohumların yeşermesini beklemek büyük saflık olur. Elimizdeki gerçek değerlerin ne olduğunun hesabını yapmak zorundayız. Dünya mutlu bir yer olmalı hepimiz için. İnsanlar, yanlış görüşlerinden kurtuldukça, onlardan boşalan yerlere çok daha iyi bilgileri ve asıl önemlisi, erdemlerinin gelişmesine yardımcı bilgileri doldurabilmeliler. Klasik korkularımız geçmediği için mutlu değiliz, mutluluğu satın almaya çabalıyoruz sadece.

Dün ne yaptık? Bugün ne yapıyoruz? Kanımızı dondurmaya çalışan, bizi güçsüz bırakmaya çalışan dış güçleri daha yakından tanımalıyız. Sevimli yüzleriyle yoldaşlık eden fakat gerçekte düşmanımız olan egemen, sömürücü ülkelerle aramızdaki mesafeyi yeniden gözden geçirmeliyiz. İçimizde ve dışımızda yeniden yapılanmadığımız sürece topluma dair bütün kurtuluş fikirleri, kandırmadan öteye geçmeyecek. İnançlı ve yurtsever bireyler, geleceğimiz için tek yumruk olmalılar. Kapıdaki küresel canavarlar her geçen gün çoğalıyorlar. Uyanık kalmak zorundayız. Omuzlarımızdaki yükler ağır. Biri ittiğinde belimiz kırılmasın.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Hayat üzerine/Kültür - Sanat/milliyet blog



Hayat bazen bize öyle resimler sunar ki gerçek sandıklarımızın hayal, hayal diye düşündüklerimizin gerçek olduğunu görür de şaşa kalırız.

Ve yine kendimizi önemserken birden önemsizleşiverdiğimizi anladığımız zamanlar olur.

Çok önemsiz gibi hissederken birden merkeze oturuverdiğimizi görüp de şaştığımız zamanlar da olur.

Bazen saklanırız.Kimden ? Tabi ki kendimizden bazen de herkesten ve her şeyden

Bazen ailemiz odaktadır
Ama bazen öyle anlar gelir ki yok olmalarını bile düşünüveririz bir öfke fırtınasında.

Bazen her şeye sahip gibiyizdir bazen ise ne fakir...

Bu iki yüzü farklı gösteren aynada kendi görüntümüzden korktuğumuz, tiksindiğimiz veya beğendiğimiz zamanlar olur.

Bize sunulana rıza göstermediğimiz aç gözlülüklerimiz, sunulanı kabul edip şükürlerimiz de olur.

Doymadan aç kalktığımız sofralara benzer yaşadığımız.

Tadı damakta kalan ama bir yalamada eriyip giden dondurma keyfinde bir yaşam olduğu gibi.

Tadı damakta kalmasın istesek de ağzımızı yakan bir biberdir yaşam aynı zamanda.
Gelenler olur, gidenler olur kalanlar olur , konaklayanlar olur, kapıdan uğrayanlar olur...

kalsın diye kolundan asıldıklarımız da gitse diye gözünün içine baktıklarımız da hiç gelmese diye düşündüklerimiz de hemen gelse diye beklediklerimiz de Ve gelmesinden ümit kestiklerimiz, bir daha asla geri gelmeyeceğini bildiklerimiz…

Varlığından tad aldıklarımız ile varlığına tahammül bile edemediklerimiz arasına sıkıştırılmış bir yolda yürümekle geçer ömür.

Tıpkı şehirlerarası yolculukta yanına kimin bineceğini bilemeyeceğin gibi bir sürprizler yumağı , çaresizlik ve tedirginlikler zinciridir yaşam...

Bazen baktığın ama görmediğin
Bazen görüp de görmezden geldiğin
Bazen de görülmek için çırpındıkça battığın…

Kafandan geçenle yaptığının birebir aynı olmadığı olmak istediğin ile olamadığının acısını sürekli hissettiğin, bazen olmak istediğin gibi olduğun halde yine de yetersiz ve eksiğim diye hayıflandığın, kendi sorgulamalarından kaçtığın zamanlarda sorularınla başkalarını bunalttığın, çok sevdiğin halde sevilmediğini hissettiğin,
nefret ettiğin halde tapılasıya sevildiğini görerek şaşakaldığın, ihanete uğradığın, ihanet ettiğin, yalansızım derken en büyük yalanı söylediğini bildiğin, gerçeklerle yaşarken yalanlarla mücadele ettiğin, kendine bile dürüst olamadığın zamanlarda karşındakileri eleştirebildiğin, hiçbir şey ile çok şey arasında istek sınırlarını çizemediğin, düşündüğündeyse avuçlarının hep boş olduğunu hissettiğin bir varlık yokluk karmaşasıdır hayat…

Kıvrılışında ana rahmi özlemi, kıvranışında aşk arzusu, inleyişinde bazen acı, bazı şehvet , serzenişinde beklenti , seslenişinde sitem, bekleyişinde umut,
arayışında çaresizlik, varoluşunda gizem, kaybedişlerde elem, oluşundan ölüşüne
bir hikmet zinciridir hayat

Ama şöyle düşün bir an… Hiç hissedemeseydinve de düşünemeseydinrayların üzerinden kayan boş vagonlar gibi ki onların bile sıralanışında ve gidişinde bir sebep vardır, gelen, yaşayan ve ölen bir “hiç” ya da “ şey” olsaydın?

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Minaresinde hokka ve divit bulunan tek cami 'DEFTERDAR CAMİİ'/Kültür - Sanat/milliyet blog



İstanbul denince akla pek çok cami gelir ama kimsenin aklına Eyüp' teki
Defterdar Camii gelmez. Hatta bu camiden çoğumuzun haberi bile yoktur.
Benim de yoktu, ta ki Yaşamdan Dakikalar programını izleyene kadar.

Bazı kaynaklara göre 1540 yılında Mimar Sinan tarafından, zamanın Defterdarı
(Maliye Bakanı)Nazlı Mahmut Efendi adına yaptırılan caminin tepesinde zaman
içinde sarsıntılar sebebiyle kaybolan bir hokka ve divit bulunmaktaymış. Sunay
Akın'ın önderliğinde, Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin'in de katıldığı bir törenle
caminin tepesine yeniden hokka ve divit(kalem)yerleştirildi kısa süre önce.

Hıncal Uluç'a göre basın mensupları olaya gereken ilgiyi göstermemiş ama ben
Blog Mensubu(!) olarak bu konuya duyarsız kalamadım gerçekten de.
Hikayeye göre para verme konusunda pek nazlı olan Mahmut Efendi hakkında
haramyedi diye dedikodular çıkar. Nazlı Mahmut Efendi de eline bir hokka ve divit
alarak; -Haram yediysem, bu hokka ve divit yere düşer, yemediysem minarenin
tepesine yapışır, der. Hokka ve divit gerçekten de minarenin tepesine yapışır.

Bu cami, kitabı Oku diye başlayan bir dinin sembolü olmayı haketmiyor mu sizce?
Özellikle de birtakım insanların onu cahillik ve karanlığa götürmeye çabaladığı şu
günlerde....?

Bu konudaki duyarlılığı sebebiyle başta Sunay Akın olmak üzere tüm Yaşamdan
Dakikalar ekibine saygılarımla......
Mehtap Dalayman

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,



Sanat sevgisi insan sevgisidir./Kültür - Sanat/milliyet blog



"Sanat" insanın ürettiğinden, yine insanın haz alması olduğuna göre: Yaşadığımız doğal ortam bir sanat eseri gibi düzanlenmemiştir.

"Kâinat" denen bütünün, küçük bir noktasında yaşar, diğer kısmını ise ancak hayal ederiz.

Yaşadığımğız noktaya dokunuşumuzla, sanatı başlattık. Bu dokunuşlar insan zekâsının doğaya egemen olmasını sağladı. Doğal
 ortamı, yaşam için yeterli bulmayıp, onu ihtiyaçlarımız doğrultusunda (sınırlı) değiştirmeyi başardık.

Kuşların cıvıltısı, sineklerin vızıltısı, derelerin şırıltısı ve dalgaların kayalarla vuruşmasını , izlemekle yetinmedik:

Güzel sözleri dengeleyerek "ŞİİR"
Sesleri düzenleyerek "MÜZİK"
Çizgi, renk ve biçimleri bir araya getirerek "RESİM" yaptık.

Bu çalışmaları yaparken elbette doğadan yararlandık, fakat doğaya boyun eğerek değil, ona hükmederek çalıştık. Bir örnekle devam edelim:

Ressam, belleğinden veya doğadan edindiği izlenimlerle resme başlar. Doğadan bir çalışma yaptığımızı varsayalım: Çalışma aşamasında estetik arayışlar gereği, doğadan uzaklaşılır. Daha güzel olsun diye, belki herşey değiştırilip, yeniden yaratılır. Amaç, güzel resim yapmaktır. Doğadaki elemanlar, bizim zevkimize göre yerleştirilmediklerinden, onları resme alırken (özgürce) değiştirebiliriz. Öyle bir an gelir ki; Doğa bırakılır. Gerekli dengeyi kurmak için hesaplaşmeyı tual üzerinde sürdürürüz. Sonuçta ortaya güzel bir resim çıkar. Böyle bir resimde, konu edindiğimiz doğanın değil , ressamın yorumları egemendir.

Karşımızda duran resim, bir insan tarafından tamamen "İNSANİ" duygularla yapılmıştır.

Ressamın dışındaki izleyiciler, böyle bir resmi ( konusu ile mukayese etseler dahi) daha çok severler. Çünkü, onda insanca bir yorum saklıdır. Esere duyulan hayranlıkta, en büyük pay sanatçıya aittir. Doğa gitmiş, onun yerine, yepyeni bir eser gelmiştir. Bu eserin kaynağı, ressamın iç dünyasıdır. Esere duyulan sevgi ve hayranlık, aynı anda iki adrese birden gider.Bunlardan biri eserin kendisi, diğeri ise, onu üreten sanatçının iç dünyasıdır.İşte bu nedenlerle:

"SANAT SEVGİSİ İNSAN SEVGİSİDİR"

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Gitar çalabilir miyim?/Kültür - Sanat/milliyet blog



Merhabalar arkadaşlar bu yazıya nasıl başlayacağımı bilemedim desem yalan olmaz yani. Biraz gülüp, eğlenelim istedim sizinde yüzünüzde küçük bir tebessüm oluşturabilecekmiyim merak etmiyorum desem yalan olurdu.

Geçen gün işten sabah çıktım vardiyalı çalıştığım için biraz yorgun, uykusuz, bitkin bir şekilde eve geldim, apartmandan içeri girdiğimde posta kutusunu kontrol ettim ve herzamanki gibi kredi kartı ekstraları, adsl faturası, cep telefonu faturası v.s yani hep ödemeler idi ama araya sıkışmış bir kağıt parçası dikkatimi çekti evet dikkatimi çekti çünkü ödemesini yapacağım bir fatura değildi hemen baktım nedir diye bir el ilanı idi ilanı okudum yazanlar bir müzik firmasının düşük bir ücret karşılığında 1 adet gitar, gitar kılıfı, ve 1 aylık ücretsiz ders verilir diye basılmış bir el ilanı idi ilk önceleri pek ilgilenmedim ama uyuyup kendime geldiğimde neden olmasın ki dedim çünkü hep gitar çalmak istemiştim ama bir türlü kursa gidememiştim çünkü o zamanki maddi imkansızlıklar beni engellemişti ama artık büyüdüm ve o küçük çocuk yoktu ve içimde bastırılmış bir gitar çalma duygusu açığa çıktı sanki bir canavar gibiydi :))

Gece tekrardan işe gittim ve en yakın arkadaşımla konuştuk bana gelen ilanın aynısı onada gelmiş bende hadi sabah iş çıkışı gidip bakalım dedim ne dersin diye sordum kısa süreli bir sessizlik ve bir anlık bakışmamızın ardından başladık gülmeye neden olmasın dedi gidelim bir bakalım dedi. Sabah oldu işten çıktık ve soluğu ilanı veren müzik firmanında aldık. Bizi orada çalışan bir bayan karşıladı ve hoşgeldiniz konuşmasından sonra biz ilanı bayana uzattık ve sormaya başladık aynen konuşmalar şu şekildeydi :))

_ Merhaba biz bu el ilanındaki kurs için gelmiştik.

* Evet buyrun hoş geldiniz
_ Biz bu gitar kursunu almak istiyoruz ama bizde yetenek varmı bilmiyoruz nasıl olacak peki

* Bizim hocamız konservatuar mezunu sizi görecek ve o size söyler.

_ Nasıl yani bize boyumuza, kilomuza mı bakacak ilk bakıştamı anlayacak yetenek var mı yok mu diye :)) baktıki bizde yetenek yok sizden bi halt olmaz deyip yollayacakmı?

* Olurmu öyle şey siz bence çalabilirsiniz ( Satıcı ağzı başladı )

_ Peki iyi kurs nekadar sürecek

* Kursumuz 1 ay sürecek haftada 1 saat olacak

_ Hadi canım yani siz bize 1 saatlik 4 derste bu gitarı çalmayı öğreteceksiniz yani öylemi

* Evet aynen öyle

_ İyi dedinizde siz gitar çalmayı biliyormusunuz?

* Ben 3 sene önce ders almıştım ve 2 senedir de bu firmada çalışıyorum ama hala çalamıyorum.

_ Yuhhh bu kadar sürede öğrenemediniz mi? ( tabiki bu içimden geçen )

Ve sonunda olan oldu biz arkadaşımla gitarı aldık ve kurs içinde yazıldık ne yapalım çalmayı öğrenemesekte o gitarı kılıfına koyup dışarıda gezeriz kendimize gitar çalıyor havası veririz dimi ama kim bilebilir belkide bizim içimizde gizlenmiş bir yetenek vardır o açığa çıkar ve süper bir gitar çalmaya başlarız üstad Kayahan gibi ne dersiniz. bekleyip görecez 1 ay sonra ne olduğunu anlatırım....

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Her gece uğraştığım hayal senindir ey kız!/Kültür - Sanat/milliyet blog



Varsın duvarda asılı kalsın bağlaman
beklesin mızrabını. (1)’


Artık telleri paslanmış bağlamalar inecek duvardan Sevgili Rıfat Ilgaz , duvardan inecek bağlamalar, mizrabını bulacak her biri ve genç parmaklar çalacak en güzel türküleri.


“Kasnağından fırlayan kayışa

Kaptırdın mı kolunu Alişim!”(1)’


diye seslendiğin Cide gençlerinin bestelediği mısraların martı olup havalanacak dudaklardan, ezgileri doldurup taşacak odalarını


“Martıların düşürdüğü tohumdan

Filizlendiğine inandığım kasabamız

Yosun kokardı evleri

Çarşıları midye kokardı” (1)*


diye betimlediğin o şirin kasaba Cide’de anacığından aktardığına göre “derin karda” doğan minik bebek Mehmet Rıfat’ın dünyaya gözlerini açtığı ev, RIFAT ILGAZ Kültür ve Sanat Evi olarak ışıklarını saçacak, Cide kıyılarından havalanan kültür dalgasının aydınlığı yayılacak yurdumuzun dört bir yanına.


Açılışı 12. Cide Rıfat Ilgaz Kültür ve Sanat Festivali sırasında yapılacak olan, Rıfat Ilgaz Kültür ve Sanat Evi’nde Rıfat Ilgaz’ın bugüne kadar yayınlanmış kitapları, fotoğrafları ve özel eşyaları sergilenecek.


Ve mutlu Cide gençleri ve çocukları düşlerinde ve yaşamlarında en güzel Cide öykülerini yazacaklar yeniden.

Yeni asrın büyük yazarları filizlenecek, denizin yosun kokusunu soluyarak odalarında büyüyecek.


Hani Sarıyazma romanında:

“...Cide, doğduğum eşsiz, benzersiz memleket… Ne iyi etmiş de anam beni bu cana yakın memlekette doğurmuş!.. Her şeyimi yitirdiğim günlerde Cide’nin belleğimin duvarlarına yansıyan görünümü ile dirilir, yaşama gücümü tazelerdim...” (2) diyorsun ya Sevgili Rıfat Ilgaz, evet gerçekten ne iyi olmuş da Cide’de başlamışsın yaşama. Dünyamızdan ayrılışından bak tam 14 yıl sonra bile hâlâ Cide’yi düşünüp, Cide’nin gelişimine katkı sağlıyorsun.

Ne mutlu Cide halkına ki büyük yazarlığının yanı sıra değerli ozanımız Rıfat Ilgaz yapıtlarıyla olduğu kadar Cide’nin bağrında veren sürgünleriyle de ebediyen yaşayacak ve yaşatacak.


Ne mutlu Cide’ye ki Aydın Ilgaz gibi vefalı bir oğula, Necdet Demir gibi çalışkan, vefalı ve modern Belediye Başkanına ve ADD gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün Kültür mirasını korumaya özen gösterirken Rıfat Ilgaz’a da sahip çıkan bir derneğin üyeleri annelere, annelerimize sahipler.

Ne mutlu bizlere ki Rıfat Ilgaz gibi büyük bir ozanımız var şiirlerini okuduğumuz belki de adını bir zamanlar bilemeden ve yazarımız var romanlarına doyamadığımız ve en çok Hababam Sınıfı adlı yapıtlarıyla tanıdığımız.


Ama çocuklar bizden daha da mutlu olmalı aşağıdaki “Okutma Üzerine” adlı şiirin ilk dörtlüğünü duyduklarında:


“SINIF’ın ozanıyım mimli,

Hababam SINIFI’nın yazarıyım ünlü,

Kim ne derse desin,

Çocuklar için yazdım hep, ”


Hep çocuklar için yazan Sevgili Ilgaz, edebiyat yaşantısına da çocuk denecek yaşta Kastamonu Nazikter gazetesinde yayınlanan "Sevgilimin Mezarında" şiiriyle başlamış. Bu şiiri yazdığında henüz on beş yaşında olan şair, o dönemlerde Mehmet Rıfat imzasını atıyormuş.(3) Sonraları Stepne takma adını kullanmış bir ara yazılarında. Stepne’nin ilginç öyküsünü de sanırım okumuşsunuzdur blog sayfalarımdan.


Rıfat Ilgaz’ın “Sevgilimin Mezarında” adlı ilk şiirinin son dörtlüğünü ile veda ediyorum sevgili dostlarıma :


Her gece uğraştığım hayal senindir ey kız!

Kalbimde parlamadı başka aşk, başka yıldız.

Söyle mezarcığın da kalbim kadar mı ıssız!

Ölüm kadar mı basit!..Mâbed kadar mı sessiz! (1)


Evet! Sevgili Rıfat Ilgaz! Kültür Evimiz Kutlu olsun. Dostlar Unutmayın. Temmuz'da açılış var Cide'de.


Bellek tazelemek için :

“Festivale Giderken Cide Yollarında”

http://blog.milliyet.com.tr/Proje/Gusta/GustaBlog.aspx?BlogNo=2030


Cide Yollarında II (Rıfat Ilgaz’la)

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=27564


Kuşadası Derici Mustafa Gürbüz Anadolu Lisesi Öğrencilerinden Hababam Sınıfı
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=37040

DOSTLUKLA ESEN KALIN.

(1)’ “Alişim” Rıfat Ilgaz, Bütün Şiirleri 1927-1991 Çınar Yayınları

(1)* “Kasabamız” Rıfat Ilgaz, Bütün Şiirleri 1927-1991 Çınar Yayınları

(2) Rıfat Ilgaz, SARIYAZMA Çınar Yayınları


(3) http://tr.wikipedia.org/wiki/R%C4%B1fat_Ilgaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Romantizmin şehri/Kültür - Sanat/milliyet blog



Bir hüzünler şehri Prag... Çek cumhuriyetinin başkenti. İnsanı içine çeken garip, puslu havası, ağırbaşlı ve vakur duruşu bir o kadarda romantizmi ile görülmesi gereken yerlerden. Avrupa' nın en önemli ve kültüre hizmet eden kentlerinden biri. Avrupa kentleri arasında 2. dünya savaşında hasar görmeden çıkan ender kentlerden olma özelliğini taşıyan bir yer.

En ünlü yazarı Franz Kafka'dır.Yazılarında ister istemez oralı olmanın etkisinde olduğunu düşünürüm hep. Okul zamanında ders kitabımız olan Metamorphsis(dönüşüm) insanın varoluşçuluğuna gönderme yapan romanın da, bir adamın bir sabah kendini dev bir böceğe dönüşmüş bulmasıyla başlar hikaye ve bundan sonra hayatında ki değişiklikleri anlatması konu edilir.Prag lı ünlü yazar yaşadığı sürede ünlü olamamış öldükten sonra üne kavuşmuştur.

Ünlü yazarıyla ilgili kısa bir bilgi verdikten sonra kentimize gelelim tekrardan. Bu kentin yaz ve kış aylarında hissedilir bir farklılık vardır.Son yıllarda trafikten dolayı kış aylarında hava kirliliği etkin bir şekilde sürmektedir.

Kente yolunuz düşerse mimarisine dikkat etmenizi tavsiye ederim.Tarih kokan ve görülmesi gereken bir mimari. Şehir içinde ulaşım ağı ise mükemmel durumda.Büyük bir kitle tarafından dünyanın en güzel şehirlerinden biri olarak gösterilen Prag turizm alanında önemli bir atak yaşamaktadır son yıllarda.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Dünya çevre gününüz kutlu olsun ama.../Kültür - Sanat/milliyet blog



Çevre bize kızıyor, kızgınlığını doğal afetlerle dile getiriyor. Depremler, sel felaketleri, toprak aşınması, kuraklık, çoraklık, kirlilik birbirini izliyor. Gölleri kuruttuk, akarsuları kirlettik, denizlerin maviliği aldı başını gitti. Doğanın renklerini soldurduk, her yeri kimyasal atıklarla doldurduk. Kara bulutlar hiç eksilmedi gökyüzümüzden, benliğimizden.

Ozon tabakasında kocaman bir delik açıldı sayemizde. Bu yaptıklarımız bir çeşit delilik ama farkında değiliz hiç. Kendimizi akıllı sanıyoruz. Yarını düşünmüyor, günü gününe yaşıyoruz. Günümüzü mahvettiğimiz yetmiyor, geleceğimizi de karartıyoruz. Bu dünya bize atalarımızın emanetidir. Emanete hıyanet ediyoruz oysa hiç utanıp sıkılmadan.

Kâr hırsıyla bahçeli evleri bozuyor, yerlerine gökyüzüne hançer gibi saplanan, güneşimizi tutuklayıp doğamızı har vurup har vurup harman savuran çiçeksiz bloklar, siteler, apartmanlar dikiyoruz. Doğayı doğallığından çıkarmaktan adeta bir zevk duyuyoruz. Gün ışığını görünce dışarı çıkarak yararlanacağımıza, içeriye ışık girmesin diye pencerelerimizi kalın perdelerle örtüyoruz. Sonra hasta olunca niye hasta olduğumuza şaşırıyoruz. Atalarımızın, “Güneş girmeyen eve doktor girer”, “Ne ekersen onu biçersin”, “Rüzgâr eken fırtına biçer”, “Bakarsa bağ olur, bakmazsan dağ olur” gibi özlü sözlerine kulak vermiyoruz. Damlaya damlaya göl oluyor; O, çöp atıyor, bu kirletiyor, şu tükürüyor derken doğa, doğanın güzelliği buhar olup uçuyor. Sorunlar dağ gibi yığılıyor...

***

Çiçekler yeryüzünün yıldızı, yıldızlar gökyüzünün çiçekleridirler ama gören yok bu güzellikleri. Plazalarda, “center”larda aval aval dolaşıyoruz, yapay, sanal güzellikleri hayranlıkla seyrediyoruz. Karıncalar kadar olamıyoruz, arılar gibi bal yapamıyoruz, kelebeklerin, böceklerin güzelliklere güzellik ekleyen şirinliklerinin farkına bile varamıyoruz. Verimli topraklara fabrika kondurmayı, her tarafı filtresiz fabrika bacalarıyla donatmayı, kirli atıklarımızı akarsulara, denizlere akıtmayı marifet sanıyoruz. Kalkınıyoruz, ilerliyoruz diye burnumuz Kaf dağında, göğsümüzü gere gere dolaşıyoruz. Oysa kuşların ötüşü, rüzgârın esişi, çiçeklerin açışı kadar güzel değil sanatımız. Bilim kötüye kullanılıyor. Eski güzelliklerin gittikçe kaybolduğunu, yozlaştığını göremiyoruz. Bakar körüz çünkü, gönül aynamız kir pas içinde. Seyretmeyi seviyoruz, olup biten çirkinliklere seyirci kalıyoruz. Burnumuzun dikine gidiyoruz. Doğayı kendi çirkinliğimize benzetiyoruz. İşin kötüsü bu yozluğa, nobranlaşmaya alışıyoruz, katkıda bulunuyoruz!

***

Unutmayalım ki, çevreyi hor gören güzellikleri zor görür. Ne yaparsa yapsın, özlediği cennete kavuşamaz, tüm umutları suya düşer, kendi cehenneminde çürür. Bir gün bu güzel dünyayı bırakıp gitmek zorunda kalınca bir avuç toprak bulamaz, demire, betona gömülür, tüm çirkinliğiyle. Şiirsizliğe mahkûm olur benliği, masala döner kişiliği...

***

Kendisine ettiğimiz bunca eziyetlerden, işkencelerden sonra, çevre bizi dövse evire çevire, doğa yüzümüze tükürse yeridir.

Çevreyi kirleten, doğaya saygı göstermeyen kişi ne kadar ilerici geçinse de geridir, geri kalmış biridir. Böyleleri övüneceklerine yerinmeli, yerin dibine girmelidir.


Erhan Tığlı

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Bademler.../Kültür - Sanat/milliyet blog



Bugün sizlere bilinçli ve aydın insanların yarattığı bir güzellikten söz etmek istiyorum. Bu güzelliğin adı İzmir’in Urla ilçesine bağlı Bademler Köyü. (Yani, öyküsünü Necati Cumalı’nın yazdığı “Susuz Yaz” filminin çekildiği köy)

1999 yılında o köyde düzenlenen “Şiir Gecesi”ne davetliydim. İki otobüs dolusu basın mensubu, şair ve yazarlar olarak yola çıktık... Urla Belediye başkanı, köyün yakınlarında ve yol üzerinde bulunan bir konaklama tesislerinde ağırladı. Yemekler yendi, sohbetler yapıldı. Tanışmalar, kaynaşmalar...

Köyde yapılacak şiir gecesinin nasıl olacağını, iyi niyetlerle kafamda canlandırmaya çalıştıysam da beynimde güzel bir görüntünün belirmesini beceremedim. Fakat yanıldığımı oraya gidince almadım. Gittiğimiz yere köy demeye bin şahit ister. Dükkânları, mağazaları, İlkokulu, ortaokulu, lisesi, kütüphanesi, kuaför salonları kısacası aklınıza gelebilecek her şey vardı. Önlerinde asma çardağı bulunan, yan yana iki kahvehane... Biraz dinlenmek ve birer bardak çay içmek için bizi buyur ettiler. Ama okey onamak, kumar oynamak yasak... Bazıları satranç oynuyor, bazıları dama... Bir köşede edebiyatla sanatla ilgili sohbetler yapılıyor, diğer köşede ise kooperatif faaliyetleri anlatılıyor, yapılacak işler paylaşılıyor, köy yollarının yapımı konuşuluyordu.

Saat 19.45’te kalktık ve etkinliğin yapılacağı yere doğru yürümeye başladık. Bakkaldan çıkan bir çocuk ilişti gözüme. Elindeki çikolataya ağzına atıp yolun karşı tarafına doğru koştu. Yaşlı bir adam çocuğun arkasından kızgın sesle, “O kâğıdı yerden kaldır ve götürüp çöpe at!” diye bağırdı. Çocuk geri dönerek, biraz önce yere kâğıdı aldı ve götürüp köşedeki çöp tenekesine attı. Beynim uyuştu. Ne söyleyeceğimi, ne düşüneceğimi şaşırdım. “Acaba burası gerçekten bir köy mü, yoksa beni mi kandırıyorlar, ” dedim içimden.

Saat 20’de başlayacak şiir ve söyleşiye kimselerin rağbet etmeyeceğini düşünüyordum. Ben de köy çocuğuyum ya, kendi köyümden bilirim köylüyü! Cenaze ve düğünler dışında kimse bir araya gelmez! Karşımıza kocaman bir tiyatro binası çıktı... Ağzım açık kaldı. Bir süre öylece durup, hipnotize olmuş gibi binayı seyrettim. Önündeki çimenlere, çeşitli renkteki çiçeklere, güllere, ağaçlara büyülenmiş gibi baktım... Şaşkınlığımı belli etmeme çabasındaydım, ama başardığımı sanmıyorum. Hayran olmamak elde değil. Görmesem inanmazdım.

Tiyatro salonu oldukça büyük... Yumuşacık kırmızı koltuklar, yaşlılarla, gençlerle, gelinlerle dolmuştu. Bir kişilik bile boş yer yoktu ve birçoğu ayaktaydı. Bizi güler yüzle karşılayıp, dostça tokalaştılar. Sahnenin önündeki birkaç sıra koltuk, konuklara ve şairlere, yazarlara ayrılmıştı. Sahne oldukça geniş ve iki taraflı basamaklara çıkılıyor. Perdenin arkasında ise kulise açılan kapısı var. Daha sonra öğrendim ki, ayda birkaç kez burada tiyatro oynanırmış. Oyuncular kim biliyor musunuz? Tabii bilemezsiniz, çünkü ben de duyunca inanmadım. Köyüler… Köyde okuma yazma oranı yüzde yüz. Gençlerin yüzde yetmişi lise ve üniversite mezunu... Ortaokul mezunu olan yok. Bakkallar günlük gazete ve dergi satıyorlar. Hatta köyde bir yayınevi bile kurmuşlar...

Bağlamanın yürek sızlatan tınısıyla okunan şiirler uzadıkça uzadı. Ne yerinden kıpırdayan oldu, ne de kalkıp giden. Herkes saygıyla dinliyordu. Saat 22’e on beş dakika ara verilince, kimsenin salona geri dönmeyeceğini düşünmedim desem yalan olur. Her zamanki gibi yine yanıldım. Herkes sessizce yine kendi yerine oturdu. Ayakta seyredenler bile yine aynı yerlerini aldılar...

Saatler gece yarısını çoktan aşmıştı. Ne yerinden kıpırdayan vardı, ne de çatlak bir ses duyuluyordu. Kapanış konuşmaları ve teşekkürler, katılımcı şairlere, yazarlara, konuşmacılar çiçekler... Kapıya dizilen yaşlılar ve gençler elimizi dostça sıkarak, katılımımızdan dolayı teşekkür ettiler... Zaman su gibi akıp gitmişti. Ama boş geçmemişti. Şiirin büyülü saatleri hepimizi mutlu, yaşamımızı anlamlı kılmıştı.

Bizi kente götürecek otobüslere binip yola çıktık. Köyün içinden geçerken bizi kahvehanelerin önünde otobüslerden indirdiler... Masalara kurulduk. Köyde kimseler uyumamıştı. Çoluk çocuk hep sokaklardaydı. Onca insana gecenin o saatinde nefis tarhana çorbası ikram ettiler. Gelinlik kızlar, delikanlılar, yaşlılar hizmet yarışına girişmişlerdi. Kendimi başka bir gezegende sandım. Gözlerim dolmadı, dudaklarım titremedi desem de inanmayın. Birinin beni çimdiklemesini ve gördüklerimin, duyduklarımın bir düş olmadığını söylemesini isterdim. Nefis kokular yayarak, buharı tüten çorbayı yudumlarken aklıma bizim köyler geldi...

Utandım... Neden mi?

Cahilliğimizden, geri bırakılmışlığımızdan, köylerdeki yaşantının ne kadar kısır oluşundan, insanların edebiyattan, sanattan uzak kalışından... Dükkânlara ve kahvelere doluşup kumar oynayıp, boş konuşmalar yaparak zaman öldürenleri düşündüm. “Zamanı nasıl öldüreceğini düşünen bir insan, zamanın kendisini nasıl öldürdüğünü düşünmeyen bir insandır, ” diye söylediğim sözün anlamını kavrayamayanlar geldi aklıma. Bir atı, bir iti överek böbürlenen cahilleri anımsadım... Uzay çağındayız ama bizim yörede değişen bir şey yok. Hâlâ aynı yerdeler, hala dedelerinin yaşantısını sürdürüyorlar... Bir santim bile ilerleme yok. Okuma alışkanlığı yok, bir şeyler öğrenme azmi ve üretme düşüncesi yok. Köyümün her tarafından su fışkırmasına karşın, bir ark açıp da tarlasını sulamak isteyen, bir şeyler yetiştirmek amacıyla bostan eken yok. Yok, yok.... Bol çocuk var, geçim sıkıntısı var... İşleri güçleri onun bunun kırığını, yanlışını aramak, “Bu ikisini birbirine nasıl düşürür, sonra da kavgalarını seyrederim, ” zihniyeti.

Gelin bu güzellikleri birilerine anlatalım. Biz göremesek bile, bizden sonrakiler bu güzellikleri görsünler, yaşasınlar... Köylerimiz birer kültür yuvası olsun. Köylerimizde halı, kilim tezgâhları işlesin, arıcılık yapılsın, kooperatifler kurulsun. Köyün gelişmesinden, köylünün aydınlanmasından korkarak, Köy Enstitülerini kapatan zihniyet, oraları yıllardır ihmal etmiş, bilinçli olarak cahil bırakmış. Oralar siyasilerin oy depolarıdır. İnsan olarak değil de, seçim zamanları oy olarak sayılanlardır... Onlara sevgiyle yaklaşıp, anlayabilecekleri bir dille yapılabilecek şeyleri anlatalım... Onlara kendi ayakları üzerinde durmayı öğretelim. Yaşamlarını anlamlı bir hale getirelim. Kimselere muhtaç olmadan yaşamanın tadına onlar da varsınlar ve yaşamlarını insana yakışır bir şekilde sürdürsünler.

Elinde olanakları olanlar, yukarıda sıraladığım güzel işlerden birini kendi köyünüzde başlatmaya ne dersiniz? Hadi bir mum da siz yakın. Hiçbir şey için geç kalmış sayılmayız. Köylerimizi birer Bademler yapalım. Bademler çiçek açsın ve ülkenin her yerine yayılsın. Bu ülke ve kaderine terk edilmiş o insanlar bizim.

Not: Fotoğraf: Bademler Köyü sitesi

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,


Gez, güzellikleri gör, gerçekleri sez/Kültür - Sanat/milliyet blog



Atalarımız, “Çok okuyan değil, çok gezen bilir” demişlerdir. Gezelim ama bilinçli gezelim. Gezip dolaşacağımız yer hakkında önceden bilgi edinelim, kitap, broşür karıştıralım, yoksa boşuna zaman kaybederiz;

Oraya mı gideyim, burayı mı göreyim derken saatler geçer, gezimiz hiçbir işe yaramaz. Gezeceğimiz yerin özelliklerini, güzelliklerini iyi bilmeli, ona göre gezmeliyiz. Turistler bilinçli gezdikleri için bizi bizden daha iyi biliyorlar ne yazık ki. Bu yazıyı yazdıktan bir süre sonra Didim’e gideceğim. Oradan Bodrum’a, Marmaris’e uzanmak istiyorum. Didim deyince aklıma geldi. Didim’de yazlığı olan kişilere sordum. Yollarının üstündeki harabeleri, Apollon mabedini gezmemişler, merak etmemişler. Yine o civardaki Milet, Efes gibi tarih kokan yerlere okul gezilerinde gitmişler ancak. Oysa oraları her mevsim turist kaynıyor!..

Bir de şu var: Avrupalılar yurdumuza gelince tarihi, turistik yerlere akın ederler, bizimkiler Avrupa’ya gidince alışveriş etmeye koşarlar. Avrupa malı diye Türk malı alıp gelenlere ne dersiniz?

Ne olursa olsun severiz biz gezmeyi, eğlenmeyi. Gezmek kökünden gezenti, gezgin, gezinti gibi sözcükler türetmişizdir. Kendimiz gezdiğimiz gibi göz gezdirmek de isteriz! “Gez dünyayı, gör Konya’yı” deriz. Bir de “tebdili mekânda hayır var”, deniliyor. Yani üzüntülerden, dertlerden kurtulmak için gezip dolaşmak öneriliyor. Eskiden padişahlar tebdili kıyafet ederek(kıyafet değiştirerek) gezip dolaşırlar, halkın düşünce ve duygularını bilip öğrenmek isterlermiş Günümüzde de politikacılar seçim gezisi yapıyorlar. Başbakanımız da gezmeyi çok seviyor. Dünyada gezip dolaşmadığı ülke kalmadı gibi.

Gezmek çeşit çeşit. Hayal dünyasında gezmek daha çok romantik kişilerin, şair ve yazarların işi. Siz hiç gönlünüzün bahçesinde gezindiniz mi? Bir şarkıda şöyle deniliyor:

“Bugün yine gönlümün bahçesinde gezindim/ Sana baktım ay kadar, güneş kadar güzeldin.”

Aval aval gezenleri, boşta gezenleri, boş gezenin boş kalfalarını da unutmayalım. Şu maniye kulak verin de ona göre gezin: “Lale sümbül ezdirir/ Tatlı candan bezdirir/ Sevip sevilmeyenler/ Bir kuru can gezdirir.”

Halk ozanları diyar diyar gezerler, her gittikleri yerde ayrı bir güzellik bulurlar. Karacaoğlan gezgin bir ozandır. Bir koşmasında bu özelliğini bakın nasıl dile getiriyor:

“Çıktım seyreyledim Niğde’yi Bor’u

gezsem ala gözlüm var m’ola

Acep Güzeller durağı Tokat Engürü

Acep gezsem ala gözlüm var m’ola

Hey geri de deli gönül hey geri

Adana İlbeyi Göksün Tekiri

Otuz iki sancak Diyarbekiri

Acep gezsem ala gözlüm var m’ola”

Tekke şairi Yunus Emre, görüşlerini yaymak, kendisi gibi hak âşıklarıyla bir arada olmak için gezip dolaşır, gezdiği yerlerde kendisi gibi garip olan kişileri arar:

“Acep şu yerde var m’ola

Şöyle garip bencileyin

Bağrı başlı gözü yaşlı

Şöyle garip bencileyin

Gezdim Urum ile Şam’ı

Yukarı illeri kamu

Çok istedim bulamadım

Şöyle garip bencileyin”

Ne kadar gezip dolaşsa aradığını bulamaz ve şiirini şöyle bitirir:

“Hey Emre’m Yunus biçare

Bulunmaz derdine çare

Var şimdi gez şardan şara

Şöyle garip bencileyin”

Namık Kemal, Vatan Kasidesi’nde vatanı yaralı ve inleyen bir aslana benzeterek, “Kilâb-ı zulme(zulüm köpeklerine) kaldı gezdiğin nâzende sahralar” diyor.

Köroğlu kendini, “Ben bir Köroğluyum dağda gezerim/ Uçan kuştan hile sezerim” dizeleriyle tanıtıyor. Bâki, “Kanuni Mersiyesi”nde ilkbahar bulutunun kendisi gibi ufukları ağlayarak gezmesini istiyor.

Nedim, sevgilisini Sadabatta gezip eğlenmeye çağırıyor. “Gidelim serv-i revanım yürü Sadabada” dediği gezme, eğlence yerinde bakın neler varmış:

“Gezermiş kasrın etrafında yer yer taze mehrular( ay yüzlü güzeller)

Mükahhal(sürmeli) gözlü Şirin sözlü Leyli yüzlü âhular

Heman alkış sadasın andırırmış çağlayan sular

Ederlermiş duasın padişah-ı madeletkârın( adaletli)”

Bir manide şöyle deniliyor:

“Bülbül taşta ne gezer

Kalem kaşta ne gezer

Yâri güzel olanın

Aklı başta ne gezer”

Bir türküdeki sevgiliye seslenişe bakalım şimdi de:

“Altını bozdurayım

Gerdana dizdireyim

İpek mendil değilsin

Cebimde gezdireyim.”

Yukarıda politikacıların seçim gezilerine, sosyetemizin ve kimi devlet adamlarının bilgi ve görgülerini arttırmak için yaptıkları dış gezilere değindik. İş adamlarının iş bahanesiyle gittikleri geziler vardır bir de. Bu gezilerde işten çok gittikleri yerlerin kadınları, kızlarıyla iş pişirilir ya da sekreter diye sevgililer götürülür, tek bir bavulla gidilip üç bavulla dönülür. Geçim gezisi nedir biliyor musunuz? Dar gelirli kişiler nerede ucuz şey var diye çarşı-Pazar gezerler, ayaklarına karasular iner geze geze ama gene de kazıklanmaktan kurtulamazlar. Yorulmaları yanlarına kâr kalır!

Çayır çimen geze geze

Oldum ben bir geveze

Kızına gönül verdim

Darılma hanım teyze.


Erhan Tığlı

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize.../Kültür - Sanat/milliyet blog



İYİMSER ADAM

Çocukken sineklerin kanadını koparmadı
teneke bağlamadı kedilerin kuyruğuna
kibrit kutularına hapsetmedi hamamböceklerini
karınca yuvalarını bozmadı
büyüdü
bütün bu işleri ona ettiler
ölürken başucundaydım
bir şiir oku dedi
güneş üstüne deniz üstüne
atom kazanlarıyla yapma aylar üstüne
yüceliği üstüne insanlığın

Usta şair Nâzım Hikmet 20 Kasım 1901'de Selanik'te doğdu ve 3 Haziran 1963'te Moskova'da öldü. Doğumu da ölümü de çok sevdiği Anadolu'dan ve memleketinden uzakta oldu. Hayatını uzun uzun anlatmaya gerek var mı, dünya tanıyor zaten. Kişiliği, fikirleri, aşkları ve kadınları da yeterince gündeme geliyor ve irdeleniyor. Sevenleri de çok sevmeyenleri de bu pencerelerden bakılırsa. Sadece bir penceresi vardır ki, herkes oradan baktığında aynı fikirdedir ve aynı güzellikleri görür. O da şiir penceresidir. Seven- sevmeyen, laik, anti-laik, sağcı-solcu farketmez, eğer biraz şiir seviyorsa, edebiyatla ilgili ise. Muhteşemdir onun şiirleri; destansı, akıcı ve yakıcı. Ve ben yine iddia ediyorum ki sanatkar olan sanat ruhu taşıyan, sanat icra eden kişilerden insanlara, vatanına, yurduna ve ulusuna
asla zarar gelmez. Yanılgılar haksızlıklar nasıl olsa bir gün su yüzüne çıkar. Nazım'da olduğu gibi.

Gençliğimizde pek tanıyamadık onu, şiirlerini okuyamadık bangır bangır yüksek sesle. Adını anmak bile yeterdi, okuldan atılmaya, eğer devler memuru isen sürgün olmaya. O güzelim şiirleri okudu diye çok canlar yanmıştır maalesef.

Şükür şimdilerde geç de olsa anlaşıldı değeri ve zararsız olduğu. Artık yaşam öyküsü, aşkları, fikirleri ve kadınları özgürce konuşulup tartışılabiliyor. Hatta blog konusu bile yapılabiliyor, değil mi?

3 Haziran onun ölüm yıldönümü. Saygı ve rahmetle anıyoruz! Vatanından uzakta olsa bile toprağı bol olsun!

Bakü, 6 Aralık 1958

CENAZE MERASİMİM

Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
merdivenlerse daracık.

Belki avluda dizboyu güneş ve güvercinler olacak,
belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,
belki ıslak asfaltıyla yağmur.
Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.

Kamyona, yerli gelenekle,

yüzüm açık yükleneceksem,
bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden : uğurdur.
Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,
meraklıdır ölülere çocuklar.

Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.
Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.
Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.
Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize...

Nazım Hikmet Ran
( 1902 - 1963 )
( 1963 Nisan, Moskova )

Nazım Hikmet tam adıyla Nazım Hikmet Ran, (d. 15 Ocak 1902, Selanik-ö.3 Haziran 1963, Moskova)Türk şair ve oyun yazarı.Türkiye'de serbest nazmın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin öncüsü.Uluslararası bir üne ulaşmış ve adı 20.yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan dünyanın en büyük şairleri arasında anılmıştır. Eserleri birçok yabancı dile çevrilmiştir.

Ve onun için söylenmiş bir söz;

"Vefalı dost, yiğit militan, insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde hizmet etmek ama hiçbir şeyi görmezden gelmek istemiyordu. (...)

"Durup dinlenmeden nöbet tutan bir insanın eserleri, ölümünden sonra da, sizin için aynı işi yapıyor." ("Nâzım Hikmet'e Saygı" başlıklı yazısından.)

Jean-Paul Sartre (1905-1980)

Resim Alıntıdır:

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Kocaman bir merhaba herkese :)/Kültür - Sanat/milliyet blog



Ne kadar uzun zaman oldu bloguma içimi dökmeyeli. Neden yazmıyorum diye hiç sormadım kendime, ama ne zaman içimden yazmak gelse anlayamadığım bir içgüdü durdurdu beni, ta ki Bülent Bey mesaj atana kadar. Sanki birinin beni harekete geçirmesini bekliyormuşçasına bir an evvel akşam
 olmasını istedim. Çünkü ne zaman yazmaya başlasam huzur doluyor içime, o yüzden de saatlerin geçmemesini, bir an için zamanın durmasını istiyorum. Vakit bu vakittir diyorum ve başlıyorum naçizane fikirlerimi sizinle paylaşmaya :)

İstanbul Modern Sanat Müzesi'ndeki "Magnum Fotoğrafları ile Türkiye" sergisi harikaydı (maalesef 20 Mayıs'ta bitti). 16 Magnum fotoğrafçısının 1940'lardan bu zamana farklı zamanlarda çektikleri Türkiye fotoğraf karelerini içeriyordu. En çok Ara Güler'in fotoğraflarını beğendim ben :) Ama farklı segiler de var ve kütüphanesi muhteşem tasarlanmış, eğer yolunuz Kabataş-Fındıklı istikametine düşerse mutlaka uğrayın.

Söz ve Müzik isimli romantik komedi filmini vizyona girdiği ilk günlerde izledim ve öyle keyif aldım ki anlatamam. Zaten, Hugh Grant ve Drew Barrymore'u çok severim, ne kadar da çok yakışmışlar birbirlerine, tam bütünlük sağlanmış yani. Yine tüm maharetlerini ortaya koymuşlar ve süper bir film çıkmış ortaya. Bir de o kadar şekerler ki, tanısaydım ancak bu kadar yakınlık duyardım herhalde. İzleyin ve imkansıza yakın olan bir şeyi nasıl da başardıklarını görün, şimdiden iyi seyirler :)

İlk defa AKM'de İstanbul Modern Folk Müzik Topluluğu'nu (çok sesli halk müziği konseri) dinledim. Neler mi çaldılar; Fincan'ın Etfafı (Diyarbakır), Sevdan Olmasaydı (Orta Anadolu), Dostum Dostum (Sivas), Evlerinin Önü Mersin (Isparta), Niksarın Fidanları (Tokat)... Toplam 18 türkü, bir de ısrarlarımıza dayanamayıp söylediler, onunla beraber 19 türkü oldu :) 1, 5 saat nasıl da geçti, doyamadan bitti konser, nasıl da muazzamdı, canlı orkestra çok farklı oluyor inanın, tadı damağınızda kalıyor, çünkü aniden bitiveriyor :) iletişim: ist_dev_mod_folk@yahoo.com.tr

Gelelim tiyatroya -sanki tüm sanat dallarını icra ediyorum :P- Dünyanın Ortasında Bir Yer isimli oyunu, DT Taksim Sahnesi'nde güneşli bir cumartesi günü 15:00'de izlemeye başladım. Buraya kadar her şey normal gibi :) Oyuna ara vermeye 5 dakika kala aniden her yer karardı, oyuncular sahnede 5 dakikadan fazla öylece kaldılar, kimse açıklama yapmayınca biz de ne olduğunu anlayamadık. Sonra yavaş yavaş perdeler kapandı, herkes hareketlendi ama kimseden doğru düzgün açıklama gelmedi. Sonunda bir görevli buldum ve elektriklerin gittiğini o yüzden oyunun yarıda kesildiğini öğrendim ve inanamadım. Nasıl olur böyle bir şey, jenaratörde mi yok kocaman tiyatroda, inanılır gibi değil doğrusu! Yaklaşık 35 dakika bekledikten sonra salona toplandık ve bir beyefendi açıklama yaptı "Elektrikler kesildiğinden dolayı oyunumuza devam edemiyoruz, herkesten özür dileriz, isterseniz paranızı alabilir veya başka bir oyunla biletinizi değiştirebilirsiniz." Şaka gibi değil mi? Peki paramı verdiniz, benim tiyatroya ayırdığım zamanı nasıl karşılayacaksınız? AKM'yi yıkmak istiyorlar ya -arsayı satıp otel inşa edeceklermiş- önce diğer birimlere jeneratör alsınlar!!! Çok acı, çooook!!! (Paramı hesabıma iade etmişler, iletiyle de haber vermişler; eyvallah) Yani oyundan bir şey anlamadım :((

Leyla ile Mecnun'u izledim ve ağladım! Muhteşem bir gösteriydi, herkes harika oynadı harika, o kadar kalabalıktı ki sahne, özellikle kıyafet ve koreografilere bayıldım. Yüreklerine sağlık hepsinin, nasıl içten oynuyorlardı, nasıl da yüreklerini koymuşlar bu yola tüylerim diken diken oldu çoğu zaman! 3 tane Mecnun, 3 tane Leyla yeterdi bence, fazla olmuş sanki :) Tabii bilemem, takdir onların...
Sezon kapanışını, Yetkin Dikinciler'in de oynadığı Müfettiş isimli oyunla ve ısrarla Taksim Sahne'sinde izledim -bu sefer elektrikler gitmedi- ve bir kez daha tiyatrocularını ayakta alkışlıyor olmanın gururunu yaşadım. Oyun harikaydı, bir sonraki sezon mutlaka izleyin, özellikle anlatmıyorum ki izlerken sefasını sürsün herkes. Oyun çok zekice yazılmış ve çok güzel betimlemeler yapılmış, tek kelimeyle harikulade. O yüzden de şiddetle tavsiye ediyorum :D

Eğer İstanbul'dan biraz uzaklaşmak isterseniz Cam Ocağı Vakfı'na gidip doğayla başbaşa kalabilir, hem de camın -tabii ilgi alanınıza giriyorsa- ne tür evrelerden geçtiğini gözlerinizle görebilirsiniz :) Beykoz'dan, Öğümce'ye giden otobüslere biniyor ve hemen kapısında iniyorsunuz. Riva Nehri'nin kıyısında haftasonu mangal yapıyorlar, çok keyifli oluyor :) Orada çok şeker bir Ahmet Hoca var, 13 yaşından beri cam ile uğraşıyormuş, nasıl da işini severek yapıyor, zaten oradaki eserleri görünce anlıyorsunuz herşeyi. Bir de elinizi uzattığınız her yer cam; havuzdaki balıklar, bahçedeki çiçekler, dış kapının kolu, kafedeki peçetelik, balonlar...

Yedi yıl önce Paşabahçe'nin yeriymiş mekan, kapanınca Cam Ocağı Vakfı olmuş. Üfleme cam yapımını da izliyorsunuz, her ürün doğduktan sonra alkışlamayı unutmayın sakın :)

Zaman öyle hızlı geçiyor ki yakın zamanda yaşadıklarımın bazı karelerini hatırlamakta zorlandım :)

Anı yaşayın lütfen, yarın olmayabilir, sabah uyanamayabiliriz.

Sevgilerimle.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

İnci Aral ve Sarı Safran/Kültür - Sanat/milliyet blog



Uzun zamandır yazarlıkla uğraşan biri olarak, son yıllarda edebi dili böylesine zengin bir kitaba rastlamadım. Dilinin biraz ağır olduğunu bildiğim usta yazar İnci Aral'ın kitabını aldım geçenlerde.

Dili bir cambaz ustalığında ve büyük bir titizlikle kaleme almış. İnsanı içine çeken, okurken kişide derinlemesine izler bırakan ve her cümlenin ardından bildiklerini insana yeniden gözden geçirten usta bir kalem.

Yazarlık sadece edebi bilgilerin toplamından oluşan bir kavram ya da uğraş değil. Her meslekte sadece kendi ihtisasınızı iyi bir şekilde yapmanız yeterli olabilir ama yazarlık her konuda bilgi isteyen ender mesleklerden. Yine burada da ustalığını görüyoruz yazar İnci Aral'ın.

Bir çok insanın yazar sıfatını kolaylıkla aldığı bir dönemde bu kitabı okuyup bir kez daha düşünmesini istiyorum. Bir kitapta konu basit bile olsa, o konuyu usta bir dil cambazlığıyla basitlikten kurtarıp kalitesini yükseltmek mümkün.

Anlaşılmamak bir sanat değil ve her zaman sanat toplum içindir bence. Sanatı topluma indirgemek işin kolay yönünden çok okura bir hizmet vermektir. Eğitimi her ne olursa olsun okumaya mesai harcayan ve değer veren herkesin bu kitabı edinip dilimizin ne kadar geniş ve zengin olduğunu görmesi gerekir.

İyi okumalar...

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Hollywoodland filmi/Kültür - Sanat/milliyet blog



Hollywood' da yaşamak sizi ünlü yapabilir, ölmekse efsane!!
Bu yılki İstanbul Film Festivali' nde Türk izleyicisiyle buluşan Hollywoodland
filmi 2006 yılı ABD yapımı. The Sopranos ve Sex and the city dizilerinin ünlü
yönetmeni Allen Coulter yönetmiş filmi. Senaryo yazarı ise Paul Bernbaum.

Film 126 dakika sürüyor.

Oyuncular; Piyanist filmiyle Oscar alan Adrien Brody, Diana Lane, 2006
Venedik volvi kupasi en iyi erkek oyuncu ödülü alan Ben Affleck ve Bob
Hoskins.

Olaylar gerçek hayattan alınmış. Superman' i canlandıran ünlü aktör George
Reeves' in 1959'da intihar ettiği duyulur. Ancak annesi buna inanmaz ve özel
dedektif tutarak olayın aydınlanmasını ister. Louis Simo, yani dedektif, cinayetten
kuşkulanmaktadır. Superman'in hayatını arastırdıkça kendini ilginç ve karışık olayların
içinde bulur.

Superman' in hayatı ve dedektifin yaşadıkları içiçe gösteriliyor izleyiciye.Olay,
gerçek hayattan olduğundan sanırım, merakla izlenebilecek bir film diye düşünüyorum.
Dedektif rolünde A.Brody ve Superman rolünde B.Affleck fena değil.
Çok fazla beklentiye girmeden izlemelisiniz.
İyi seyirler.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Eşek arıyorum Eşek/Kültür - Sanat/milliyet blog



Eşek çilekeş bir hayvandır; yüzyıllarca insanları sırında taşımış, yüklerine hamallık etmiş ama gene de yaranamamıştır hiç kimseye. Adı hakaret amacıyla ağza alınmış, çaptan düşünce boşuna yem yiyip de bütçemize yük olmasın diye sokağa atılmış ya da kasaplara satılmış, etinden sucuk yapılmıştır. Oysa davranışlarıyla insanlara ders veren, baş
 üstünde gezdirilmesi gereken evcil bir hayvandır o. Birkaç eşek fıkrası anlatalım da anlayın değerini, önemini ve de gereğini...

İncili Çavuş sağda solda, “Benim eşeğim padişahtan daha akıllı” der dururmuş. Bu padişahın kulağına gitmiş, onu makamına çağırtıp bir güzel haşlamış, öfkeyle; “Eşeğinin benden daha akıllı olduğunu kanıtlayamazsan vurdururum kelleni!” diye bağırmış.

İncili Çavuş, “Şimdi anlatacağım padişahım, demiş. Eşeğim geçenlerde taşlı yoldan geçerken az kalsın uçuruma düşüyordu. Bu ona ders oldu. Bir daha o yoldan geçiremedim kendisini. Oysa siz merhum babanızın geçtiği taşlı dikenli yollardan geçmeye devam ediyorsunuz. Onun başına gelenlerden hiç ders almıyorsunuz. Elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin bakalım. Bu durumda eşeğim sizden daha akıllı sayılmaz mı?”

Padişah söyleyecek söz bulamamış ve çavuşu salıvermiş.

Bir başka eşek ırmaktan geçmek üzereyken akrep kendisini de karşıya geçirivermesi için yalvarmış. Eşek, “Geçirmesine geçiriveririm de, ya yolda beni sokarsan?” diye konuşmuş. Akrep böyle bir şey yapmayacağına söz vermiş ve eşeği kandırmış ama karşıya geçerlerken kıyıya varmaya az bir zaman kala eşeği sokmaya hazırlanmış. Eşek onun bu kötü huyunu bildiği için yan gözle onu gözetliyormuş. Akrebe, “hayrola, ne yapıyorsun, sen yapılan iyiliğe böyle mi karşılık verirsin?” diye sormuş.

Akrep, “Ne yapayım, huyum bu. Vazgeçemiyorum bir türlü. Kusura bakma” diye boynunu bükmüş. Eşek, “Asıl sen kusura bakma” diyerek birden suyun içine dalıvermiş. Akrep de bir şey yapamadan boğulup gitmiş.

Bu tür fıkralar, ders verici öyküler insanlarımızın aklını başına getiremiyor bir türlü. Padişahlıklarını(!) sürdürüyorlar, gittikleri eğri yoldan vazgeçemiyorlar; akrepleri sırtlarında taşıyorlar; o kadar dert yandıkları, yaka silktikleri politikacıları getiriyorlar; Rabbena hep bana diyen liderlerden medet umuyorlar. Takım tutar gibi parti tutuyorlar...

Bu yüzden onlardan umudumu kestim. İncili Çavuş’un eşeği gibi bir eşek arıyorum.

Eşek arıyorum ama sırtına binenlere izin veren, omuzlarındaki yükü gık demeden taşıyan eşeklerle işim yok ha! Onlardan bol ne var ki...

Aradığım eşek, fıkralardaki eşek gibi olsun, verilen öğütlere kulak tıkamasın, yorgan döşek yatmasın. Gözlerini kapayıp vazifesini yapacağına, gözlerini açıp gerekeni yapsın.

Böyle bir eşek bulursanız bana haber verin.

Erhan Tığlı

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Sanatın melekleri/Kültür - Sanat/milliyet blog



Sanat, insanla birlikte var olmuş, belki de din kadar eski bir olgudur.

İlk insan mağarada yaşarken, günlük yaşamını duvarlara yansıtmıştır.

İlk insanların mağara duvarlarına sanatsal kaygılarla resim yaptıklarını düşünmek gerçekçi bir yaklaşım olamaz.

Onların yaptığı, kendi güçlerini aşan doğa olaylarını defetmek, güçlü av hayvanlarını alt etmenin gururunu ölümsüzleştirmek.

Yâda bundan sonraki avlarının, ürünlerinin daha verimli ve bereketli olması içindir kuşkusuz.

İnsanla var olan sanatın, doğal olarak insandan izler, parçalar taşıması gayet doğaldır.

Hem sanat üstüne bazı görüşler, sanatın bir yanının insana, öbür yanının topluma ait olduğunu söyler.

Hangi sanat toplumdan, insandan ayrı irdelenebilir. Nasıl ilk insanların mağara duvarlarındaki izlerinden geçmişin izleri sürülürse, günümüz ve daha öncesi sanatçıların yapıtlarında da yaşadıkları zamanı anlamak mümkündür.

Sanat toplum için mi, yoksa sanat, sanat için midir tartışması hep yapıla gelmiştir. Bizce her ikisi de doğrudur.

Sanatçı doğal olarak içinde yaşadığı toplumdan hem etkilenecek, hemde toplumu etkileyecektir. Toplumu etkilemek adına sanatsal kaygıları göz ardı etmesi bir sanatçıdan beklenmesi gereken en son tutum olmalıdır.

Sanatçı yaşadığı toplumdan elde ettigi veriler, kendi hayalgücü ve yeteneklerini harmanlayıp, yeni değerler sunar topluma.

Hayalgücü sırf sanatçı içinmi olması gereken bir olgudur? Doğal olarak hayır... Aynı hayalgücü sanatçının eserleri karşısında, toplumdaki bireylerden de beklenmelidir. Bazı sanatçıların yaşadıkları zamanın, toplumunca anlaşılamama nedeni bence budur. Zaman zaman içinde yaşadığı topluma ters düşer sanatçı, yapıt ve söylemleri ile.

Unutmayalım ki sanatçı hem yaşadığı zamana, hemde daha sonraki zamanlara hitap edebilen ender kişidir. Öyle olmasalardı sanatçı olamazlardı zaten.

“Görünen bütün evren bir imalar ve işaretler sergisidir; hayalgücü bu ima ve işaretlere izafi bir değer verir. Hayalgücü bunları sindirmek başka biçimlere sokmak zorundadır. İnsan ruhunun melekleri hayalgücünün buyruğu altında ve ona bağımlıdır.

Baudelaire.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Sandık/Kültür - Sanat/milliyet blog



Bir türküde, “Sandığımı açamadım/ Çeyizimi saçamadım/ Yazık olsun gençliğime/ Bir kız alıp kaçamadım” diye hayıflanılıyor. Ben de, yazık olsun vatandaşlığıma, iyi bir milletvekili seçemedim, diyerek sandıklı laflar, söz ve deyimlerle oyalanıyorum. Sandıklı diye bir ilçemiz vardır. Kızların çeyiz sandıkları ünlüdür. Bu sandığa kızların evlendikten sonra kullanacağı eşyalar konulur. Analar kullanmaya kıyamadıkları el emeği, göz nuru oyaları,
 elişlerini, nakışları sandığa kaldırırlar. Kız evlenir, çocukları olur ama bunların çoğunu orta yerde eskitmek istemez, o da kızına çeyiz olsun diye sandıkta saklar. Sandık ayrıca değerli eşyaların, malzemelerin konulduğu bir yerdir.

Anadolu’nun kimi köylerinde kızlar, beğendikleri gençleri eve çağırırlarmış. Muhabbetin en tatlı yerinde bir gürültü olur, kız telaşla ayağa fırlar, “Bizimkiler geldi galiba. Seni burada görmesinler, fena olur. Çabuk şu sandığın içine gir. Ben onları geri yollayıncaya kadar sakın dışarı çıkma” dermiş. Oğlan sandığın içine girince üstüne oturur, akrabaları ve nikah memuru gelinceye kadar kalkmazmış. Sandıktan hep politikacı çıkmaz ya, arada sırada damat çıkar böyle... Sandıktan çıkmak denilince ünlü politikacı Süleyman Demirel’in, “Biz sandıktan çıktık” deyişini anımsadım. Sandıktan çıkan politikacılar kızımızla evlenmek yerine anamızı ağlatmaya çalışıyorlar nedense...

Eskiden tulumbacıların yangın söndürme sandıkları olurmuş. İşte türküsü: “Sandık sandıklar içinde sandığımız var/ Hazreti Mevla’ya yalvarmamız var/ Beyoğlu’ndan çıktım, koptu kıyamet/ Galata’ya varınca oldu selamet/ Hurşit Reis sandık sana emanet...”

Sandığın ne önemi olacak deme. Daha ne sandıklar var ne sandıklar! Emeklilerin emekli sandığı, langırt köy sandığına diye esprisi yapılan köy sandığı, ayrıca memurların çeşitli yardım sandıkları bulunur. Eski evlerdeki sandıklar bir çeşit kasa gibidirler; eşyalardan başka para, mücevher de saklanır oralarda. Kuru yiyeceklerin bile konulduğu olmuştur...

Gelelim en önemli sandığa. Seçim sandığı ortaya dört beş yılda bir çıkar ama vatandaşın kader sandıklarıdırlar. Her zaman ele geçmez kaderini değiştirme fırsatı. İyi düşünmeli, sandığa oyunu atarken dönen oyunları, çevrilen dolapları akla getirmelidir. Yoksa, “Adamı derdimize derman olur sandık, sandıktan çıkardık. Lafla peynir gemisi yürütmekten başka hiçbir iş yapmadı. Tatlı vaatlerine kandık, aldandık; bir lokma, bir hırka yaşamak zorunda kaldık. Eski günleri özlemle andık, mumla aradık, ekmeğimizi gözyaşımıza bandık. Yandık Allah’ım yandık!” diye feryat eder dururuz.

Sandık deyip geçme, sandığın işlevini küçümseme. Onun sayesinde dolar umut küpümüz, onunla akar geçim çeşmemiz.

Erhan Tığlı

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,


Değerli blog yazarları.../Kültür - Sanat/milliyet blog



Günümüz dünyasında yazılması gereken o kadar çok şey var ki, hiçbir yazar konu sıkıntısı çekiyorum diyemez. Yapmamız gereken tek şey çevremize bakmak, gördüklerimizi mantık ve yürek süzgecinden geçirerek kâğıda dökmek.

Her yazarın belli biz çizgisi. dünya görüşü ve bir duruşu olması gerektiğine inanıyorum. Fikirlerinden, kişiliğinden, çizgisinden ödün verdiği anda kendisi olmaktan çıkacak ve başka bir fikrin egemenliği altına girecektir. Belli bir yere gelmiş insanların birçoğu bu değişimi göze alamazlar. Yaşadığımız çağdaki olumsuzlukları, haksızlıkları, yanlışlıkları görüp de sessiz kalmak olası değil. Birçoğumuz bulunduğumuz konum ve üstlendiğimiz görev itibariyle içimizden geçenleri yazamıyoruz. Çizgimizi değiştirmek ve başka alanlara kaymak da bize ters geliyor. Popüler olmak, çok okunmak ve çok yorum almak gibi bir derdimiz de yok. Bazıları gibi bu işi desinler diye değil, toplumu aydınlatmak, gerçekleri göz önüne sermek, ezilenin sesi, mazlumun savunucu olmak için, dillendirilmesinde yarar gördüğümüz konuları içimizden geldiği gibi yazmaya çalışıyoruz.

Bazı blog arkadaşlarımdan, “Yaşlı Söğüt Ağcı” adlı öykünün devamını yazmam konusunda mesajlar alıyorum. Açıkçası bu ilgi beni memnun ettiği gibi, biraz da sıkıntıya sokuyor. Öykünün devamını bekleyen arkadaşlarımdan özür dileyerek biraz zaman istemek zorundayım. Elimde yarım kalan ve bitirmek zorunda olduğum bir çocuk romanı var. Onu bitirir bitirmez yazacağıma söz veriyorum.

Sevgi ve saygılarımla…

Turgut Erbek

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Zevkler ve müzikler tartışılır/Kültür - Sanat/milliyet blog



Beğeni sözcüğü, “güzel veya çirkin yargısını verdiren duygu, zevk” veya “güzeli çirkinden ayırma yetisi, zevk, gusto” şeklinde açıklanıyor.[1]

İnsan tensel ve tinsel bir varlık olduğuna göre, zaman içindeki her ikisi de (tensel-tinsel) değişecek ve gelişecek. Bu gelişme, aynı zamanda zevklerin-hazların da gelişmesidir.

Varolan kültürel değerler ayrı bir şey, bu değerlerin ayrımına varıp kendine özgü değerler oluşturmak ayrı bir şey. Ancak, bununla da kalmayıp, kendi özgün değerlerini üretebilmek gerek.

Klasikler ise, zaten çağlar boyu değerlerini koruyanlardır. Onlara ulaşabilmek için de bile devingen bir yapıya gereksinme vardır.

Halbu ki ‘yaygın kültür-sanat’, sanki bunların hiç biri yokmuş gibi insanları etkiliyor, yaşamlarını belirliyor. Yanıt, sanat psikolojisinde:

“Biyolojik yaşımızla orantılı olarak, hem akıl yaşımız, hem de duyusal algılarımız değişmekte ve gelişmektedir. İçinde yaşadığımız yakın ve uzak çevremiz de gün be gün farklılaşmaktadır. Böylesine devingen bir ortamda, beğenilerimizi durağanmış gibi düşünmek, onun da değişebileceğini hesaba katmamak, yaşamın en büyük yanılgılarından biri olur ve bunun zararını da en çok sanat görür.”[2]

TV’de izlenen kültür-sanat programları, yarışmalar vs. bu kaygıların oldukça uzağında değil mi?

Söze yine sanat psikolojisiyle devam edelim:

“Duygusal gereksinimlerimiz değişir; hem onu uyaran, hem de onu doyuma ulaştıran değişir. Bu bir doğa yasasıdır, ya da doğa yasası gibidir.”[3]

Sanki nedense, duygusal gereksinimlerimiz, hem onu uyaranlar hem de doyuma ulaştıranlar da değişmiyor?

Bu süreçler tarım toplumlarında ağır, sanayi toplumlarında daha mı hızlı ilerliyor?

Bizdeki değişim süreçlerinin ağır ilerlemesi nedenlerinin önemli bir bölümünü, buralarda aramak gerek.

Adını koyarak söylersek, bir türlü tarım toplumundan sanayi topluma geçememiş olmamız veya belki bir oranda kentleşmiş ama kentlileşememiş olmamız asıl neden.neden galiba!

Bir türlü “beğeninin bir görgü, bir bilgi işi olduğu, bir kültür sorunu olduğu…” [4] -bilerek- anlaşılamıyor sanki.

Sözü yine sanat psikolojisiyle noktalayalım. S. M. Erinç güzel cümleleriyle şöyle açıklıyor, “zevkler de müzikler de tartışılır”ı:

“Zevki mutlakmış gibi düşünmek, olsa olsa bağnazlık olur. Zevk, ancak hazla hoşlanmaya oranla daha uzun ömürlüdür ve onlara oranla daha fazla kişilikle bağlantılıdır. Fakat kişiliğimizde gözlenebilen her değişme, özellikle olumlu her değişme zevkimizi de etkiler ve böylece sanattaki seçiciliğimiz de değişir.”[5]

[1] TDK Sözlük

[2] Sıtkı M. Erinç, Sanat Psikolojisi'ne Giriş, Ankara: Ayraç Yayınevi 1998, s. 73.

[3] A.g.e. s. 73

[4]A.g.e., s. 72.

[5] A.g.e., s. 129.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Niçin barış?/Kültür - Sanat/milliyet blog



Barış kelimesi genel anlamda düşmanlığın olmaması anlamında kabul görür. Başka bir anlatımla kötülükten, kavgalardan, savaşlardan kurtuluş; uyum, birlik, bütünlük, sükûnet, sessizlik, huzur içinde yaşamak olarak da tanımlanabilir. Türk Dil Kurumu'na göre barış; uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturulan ortamdır.

Barış; savaşın, kavganın, kinin, nefretin olmadığı, sevgi filizlerinin yeşerdiği yelerde gelişir. Güzel ortamlarda büyür. Nezih ortamlarda dal budak salar. Tarihe geri dönüp baktığımızda insanlığın hafızasını etkileyen en önemli şeylerin barış değil de savaşlar olması dikkat çekici bir durumdur. Bireyden devlete kadar uzanan çizgide, “güç ve iktidarı” ele geçirmek adına yapılagelinen şeyler ne üzücüdür ki şiddet eylemi gerektiren aksiyoner çalışmalardır. Bu yüzden insan ve insanın değeri için barış adına ne tür çalışmalar yapılsa az bile kalır.

Son yüzyıl içerisinde bile aklımıza takılanlar arasında sulh ve barış damlalarından çok dünya savaşları, soğuk savaşlar ve kapitalizmin vahşi boyutu çerçevesindeki gelişmeler yer almaktadır. Bu nedenler geçmişte, günümüzde ve gelecekte olduğu gibi şuan en çok ihtiyaç hissedilen ve gereken “barıştır”.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,