Bugün sizlere bilinçli ve aydın insanların yarattığı bir güzellikten söz etmek istiyorum. Bu güzelliğin adı İzmir’in Urla ilçesine bağlı Bademler Köyü. (Yani, öyküsünü Necati Cumalı’nın yazdığı “Susuz Yaz” filminin çekildiği köy)
1999 yılında o köyde düzenlenen “Şiir Gecesi”ne davetliydim. İki otobüs dolusu basın mensubu, şair ve yazarlar olarak yola çıktık... Urla Belediye başkanı, köyün yakınlarında ve yol üzerinde bulunan bir konaklama tesislerinde ağırladı. Yemekler yendi, sohbetler yapıldı. Tanışmalar, kaynaşmalar...
Köyde yapılacak şiir gecesinin nasıl olacağını, iyi niyetlerle kafamda canlandırmaya çalıştıysam da beynimde güzel bir görüntünün belirmesini beceremedim. Fakat yanıldığımı oraya gidince almadım. Gittiğimiz yere köy demeye bin şahit ister. Dükkânları, mağazaları, İlkokulu, ortaokulu, lisesi, kütüphanesi, kuaför salonları kısacası aklınıza gelebilecek her şey vardı. Önlerinde asma çardağı bulunan, yan yana iki kahvehane... Biraz dinlenmek ve birer bardak çay içmek için bizi buyur ettiler. Ama okey onamak, kumar oynamak yasak... Bazıları satranç oynuyor, bazıları dama... Bir köşede edebiyatla sanatla ilgili sohbetler yapılıyor, diğer köşede ise kooperatif faaliyetleri anlatılıyor, yapılacak işler paylaşılıyor, köy yollarının yapımı konuşuluyordu.
Saat 19.45’te kalktık ve etkinliğin yapılacağı yere doğru yürümeye başladık. Bakkaldan çıkan bir çocuk ilişti gözüme. Elindeki çikolataya ağzına atıp yolun karşı tarafına doğru koştu. Yaşlı bir adam çocuğun arkasından kızgın sesle, “O kâğıdı yerden kaldır ve götürüp çöpe at!” diye bağırdı. Çocuk geri dönerek, biraz önce yere kâğıdı aldı ve götürüp köşedeki çöp tenekesine attı. Beynim uyuştu. Ne söyleyeceğimi, ne düşüneceğimi şaşırdım. “Acaba burası gerçekten bir köy mü, yoksa beni mi kandırıyorlar, ” dedim içimden.
Saat 20’de başlayacak şiir ve söyleşiye kimselerin rağbet etmeyeceğini düşünüyordum. Ben de köy çocuğuyum ya, kendi köyümden bilirim köylüyü! Cenaze ve düğünler dışında kimse bir araya gelmez! Karşımıza kocaman bir tiyatro binası çıktı... Ağzım açık kaldı. Bir süre öylece durup, hipnotize olmuş gibi binayı seyrettim. Önündeki çimenlere, çeşitli renkteki çiçeklere, güllere, ağaçlara büyülenmiş gibi baktım... Şaşkınlığımı belli etmeme çabasındaydım, ama başardığımı sanmıyorum. Hayran olmamak elde değil. Görmesem inanmazdım.
Tiyatro salonu oldukça büyük... Yumuşacık kırmızı koltuklar, yaşlılarla, gençlerle, gelinlerle dolmuştu. Bir kişilik bile boş yer yoktu ve birçoğu ayaktaydı. Bizi güler yüzle karşılayıp, dostça tokalaştılar. Sahnenin önündeki birkaç sıra koltuk, konuklara ve şairlere, yazarlara ayrılmıştı. Sahne oldukça geniş ve iki taraflı basamaklara çıkılıyor. Perdenin arkasında ise kulise açılan kapısı var. Daha sonra öğrendim ki, ayda birkaç kez burada tiyatro oynanırmış. Oyuncular kim biliyor musunuz? Tabii bilemezsiniz, çünkü ben de duyunca inanmadım. Köyüler… Köyde okuma yazma oranı yüzde yüz. Gençlerin yüzde yetmişi lise ve üniversite mezunu... Ortaokul mezunu olan yok. Bakkallar günlük gazete ve dergi satıyorlar. Hatta köyde bir yayınevi bile kurmuşlar...
Bağlamanın yürek sızlatan tınısıyla okunan şiirler uzadıkça uzadı. Ne yerinden kıpırdayan oldu, ne de kalkıp giden. Herkes saygıyla dinliyordu. Saat 22’e on beş dakika ara verilince, kimsenin salona geri dönmeyeceğini düşünmedim desem yalan olur. Her zamanki gibi yine yanıldım. Herkes sessizce yine kendi yerine oturdu. Ayakta seyredenler bile yine aynı yerlerini aldılar...
Saatler gece yarısını çoktan aşmıştı. Ne yerinden kıpırdayan vardı, ne de çatlak bir ses duyuluyordu. Kapanış konuşmaları ve teşekkürler, katılımcı şairlere, yazarlara, konuşmacılar çiçekler... Kapıya dizilen yaşlılar ve gençler elimizi dostça sıkarak, katılımımızdan dolayı teşekkür ettiler... Zaman su gibi akıp gitmişti. Ama boş geçmemişti. Şiirin büyülü saatleri hepimizi mutlu, yaşamımızı anlamlı kılmıştı.
Bizi kente götürecek otobüslere binip yola çıktık. Köyün içinden geçerken bizi kahvehanelerin önünde otobüslerden indirdiler... Masalara kurulduk. Köyde kimseler uyumamıştı. Çoluk çocuk hep sokaklardaydı. Onca insana gecenin o saatinde nefis tarhana çorbası ikram ettiler. Gelinlik kızlar, delikanlılar, yaşlılar hizmet yarışına girişmişlerdi. Kendimi başka bir gezegende sandım. Gözlerim dolmadı, dudaklarım titremedi desem de inanmayın. Birinin beni çimdiklemesini ve gördüklerimin, duyduklarımın bir düş olmadığını söylemesini isterdim. Nefis kokular yayarak, buharı tüten çorbayı yudumlarken aklıma bizim köyler geldi...
Utandım... Neden mi?
Cahilliğimizden, geri bırakılmışlığımızdan, köylerdeki yaşantının ne kadar kısır oluşundan, insanların edebiyattan, sanattan uzak kalışından... Dükkânlara ve kahvelere doluşup kumar oynayıp, boş konuşmalar yaparak zaman öldürenleri düşündüm. “Zamanı nasıl öldüreceğini düşünen bir insan, zamanın kendisini nasıl öldürdüğünü düşünmeyen bir insandır, ” diye söylediğim sözün anlamını kavrayamayanlar geldi aklıma. Bir atı, bir iti överek böbürlenen cahilleri anımsadım... Uzay çağındayız ama bizim yörede değişen bir şey yok. Hâlâ aynı yerdeler, hala dedelerinin yaşantısını sürdürüyorlar... Bir santim bile ilerleme yok. Okuma alışkanlığı yok, bir şeyler öğrenme azmi ve üretme düşüncesi yok. Köyümün her tarafından su fışkırmasına karşın, bir ark açıp da tarlasını sulamak isteyen, bir şeyler yetiştirmek amacıyla bostan eken yok. Yok, yok.... Bol çocuk var, geçim sıkıntısı var... İşleri güçleri onun bunun kırığını, yanlışını aramak, “Bu ikisini birbirine nasıl düşürür, sonra da kavgalarını seyrederim, ” zihniyeti.
Gelin bu güzellikleri birilerine anlatalım. Biz göremesek bile, bizden sonrakiler bu güzellikleri görsünler, yaşasınlar... Köylerimiz birer kültür yuvası olsun. Köylerimizde halı, kilim tezgâhları işlesin, arıcılık yapılsın, kooperatifler kurulsun. Köyün gelişmesinden, köylünün aydınlanmasından korkarak, Köy Enstitülerini kapatan zihniyet, oraları yıllardır ihmal etmiş, bilinçli olarak cahil bırakmış. Oralar siyasilerin oy depolarıdır. İnsan olarak değil de, seçim zamanları oy olarak sayılanlardır... Onlara sevgiyle yaklaşıp, anlayabilecekleri bir dille yapılabilecek şeyleri anlatalım... Onlara kendi ayakları üzerinde durmayı öğretelim. Yaşamlarını anlamlı bir hale getirelim. Kimselere muhtaç olmadan yaşamanın tadına onlar da varsınlar ve yaşamlarını insana yakışır bir şekilde sürdürsünler.
Elinde olanakları olanlar, yukarıda sıraladığım güzel işlerden birini kendi köyünüzde başlatmaya ne dersiniz? Hadi bir mum da siz yakın. Hiçbir şey için geç kalmış sayılmayız. Köylerimizi birer Bademler yapalım. Bademler çiçek açsın ve ülkenin her yerine yayılsın. Bu ülke ve kaderine terk edilmiş o insanlar bizim.
Not: Fotoğraf: Bademler Köyü sitesi
Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,
0 Comments:
Yorum Gönder