Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Varlık/Kültür - Sanat/milliyet blog



Varlık dergisinin haziran sayısında Nur İçözü'nün öyküsü "Sarmaşık", okudun mu?
Bildiğin bir sarmaşık işte, mevsime inat büyüyor öykünün içinde.Öykünün içinde bir kadın var, bir kız, bir adam var öykünün içinde görece yaşlıca ve bir kapıcı karısı var, bol park.

Kadının gözünde, o kız ile o adam arasında bir aşk var yok!
Aslında kadın için önemli olan varlık veya yokluk değil, değil mi ?
Peki ne?

Evden çıkamıyor kadın, eve mahkum, yalnız, o çifti öyle görünce parkta, içi gidiyor ve....

Bu öyküye hüzün yakışmış.
Şimdi bu hüzün sana yapışır mı?
Bu İstanbul' da, bu haziranda, bu yapış yapış hüzünlü senle fazla açılma, kal, kal sen de evde, pencerenin önünde.

Öylece oturuyor
öylece oturuyorsun
parkta adam
bankta öylece oturuyor
kız yok
kız gelmeyecek
belki hiç olmadı
kız adamda
yalandı
yalandınız hepiniz.


Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar,  Kültür,Sanat,bayramcigerli.blogspot.com, Güzel Yazılar,

Kule günlüğü / Arşivimden seçtiklerim/Kültür - Sanat/milliyet blog



Tanrı, her şeyin
kaynağı, yaratıcısı ve denetimcisi olarak kendi doğal güzelliğinin yansımalarını, uzantılarını izlemek üzere evrenlerin oluşumunu diledi.

Gezegenin birinde ölümlü varlıklar yaratmaya karar verdi.

Kararından önceki uzun sessizlikte yalnızlığını hissetti, iradesini kullandı.
Bing Bang, giriş müziği oldu en güzel şiirinin.

Sınırlı insan hafızasını sınırlarda donduracak bir konu … Claudius

DÜŞÜNME ZORUNLULUĞU

Düşünen insanın en belirgin özellikleri :

1- İçinde bulunduğu toplumu ve dünyayı, geçmişini, kendi varlığını tanımaya çalışmasıdır.
2- Kavrayabildiği özel bilgilerle varlığını güven içinde sürdürebilmesidir.

Ülkelerin de yazgıları oluyor ne yazık ki. Zayıflayıp çöktüğü dönemler oluyor. Belgelerden kolayca anlaşılıyor ki düşünmeyen, okumayan, yazmayan topluluklar tarih boyunca hiçbir güce sahip olamamışlar. Sonunda köleliği kabullenmişler ya da yok olmuşlar. Düşünce ürünleri, zaman içinde uygar olmanın da ötesinde, insan olmanın vazgeçilmez gereksinimi haline gelmiş.

Yaşam öykülerini incelediğimde, göz kamaştırıcı titreşimler gönderen bütün düşünce adamlarının, toplumları aydınlattıklarını görebiliyorum. Geçmişte yazdıkları eserlerin: Kadife bir yansıma, hırçın bir işaret fişeği, zihnimi delen bir ok yerine geçtiklerini itirafa zorlanıyorum.

Şair, bilim adamı, devlet adamı gibi nitelikleri üzerinde toplayan ve 1749 - 1832 yılları arasında Almanya’da yaşamış Goethe’nin özlü sözleri bulunmakta. Anlamları açısından gerçekten tartışılmaz sözler. Düşündürmenin yanı sıra, insanın felsefe konularına ilgisini anında alevlendiriyor ve kendi araştırmalarında insana yol gösteriyor.

Savunmalar uydurarak, günümüz yaşam koşullarına ve ilerleyen teknolojiye sığınarak, felsefeden, romantizmden sürekli uzak kalmamız mümkün değil. Çünkü tembelliğe dayalı kaçışların da bir sonu gelecek ve o son noktada doğa, duyarlı her insanı mutlaka hırpalayacak. Zekasını, yeteneklerini geliştirmesi gerektiğini hatırlatacak …

Zaman ve mekan içinde, bu iki işkence kuyusunda üretmeye, mutlu olmaya uğraşıyor insan. Yerine göre mutsuzluğuna isyan ediyor, yerine göre birkaç kez ölüp diriliyor. Böylece yaşama ve yaşatma savaşı sürüp gidiyor.

Goethe’yi izlemeliyiz. Hoş, keyifli. İlk anda karamsar gibi gelse de, değil. Gerçeğin kendisi.

- Kişi nasılsa, tanrısı da öyledir.
- Büyük ruhlar hem geçmişte, hem de gelecekte yaşamak zorundadır.
- İnsanın evrende ulaşabileceği en yüksek şey, hayret etmektir ve eğer yakaladığı görüntü onu şaşırtıyorsa, memnun olmalıdır. Ona daha yüksek bir şey nasip olmaz ve bunun arkasında bir şey aramamalıdır. Çünkü sınır burasıdır.
- Yaşam yolunun sırlarını kimse açıklayamaz. Her yolcunun tökezlemesi gereken taşlar vardır.
- Dünyada aslında hep vedalaşma vardır.
- Bütün insanlar umutlarında yanılır, beklentilerinde aldanır.
- İnsan hayata yaranmaya çalışır, ama hayat ona yaranmaya çalışmaz.
- Yaşlandıkça hayatımı hep eksikliklerle dolu görüyorum, oysa başkaları onu bir bütün sayıp zevk alma eğilimindeler.
- Kendimi tanırsam hemen kaçmam gerekir.
- Yaşamak demek, karşı koymak demektir.
- Bir insanın hayatı onun karakteridir.
- Yanlış bir adım, insanı zirveden aşağı yuvarlar.
- İsa bir daha gelmiş olsaydı, onu ikinci kez çarmıha gererlerdi.
- Duyular aldatmaz, aldatan hükümdür.
- İnsan konuşacaksa, söyleyecek bir şeyi olmalı.
- Kadın arkadaşlar iki sınıfa ayrılırlar: Uzaktan etkisi sürenler ve yanımızdayken bir şey ifade edenler.
- En güzel etki, iki benzer ruhun birbirine yaptığı etkidir.
- Yalnız sevdiğimiz kimseden öğrenebiliriz.
- Aşk ve yoksulluk en iyi öğretmenlerdir.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar,  Kültür,Sanat,bayramcigerli.blogspot.com, Güzel Yazılar,

Hüküm süren hastalıklar/Kültür - Sanat/milliyet blog



Günlük yaşamda, yolunda gitmeyen şeyler katlanıyor ve bunların bireysel olduğu kadar toplumsal nedenleri yeterince sorgulanmıyor. Toplumun sorunları bireylere yansımakta, bireylerin sorunları da toplumu etkilemekte. Yani toplumsal ve bireysel sorunlar birbirinden ayrı değil, iç içe.

Bu arada, kitleleri saran, hareketsiz bırakan bir yaşam tarzına tanık oluyoruz. Aslında buna ( doğru anlatımla ), yaşam tarzı denemez. Yaşam belirtisi ya da yaşam kavgası diyebiliriz. Çünkü solgun tablo, bu tanımın ötesinde canlı ifadeler sunmuyor. Yarı ölü, yarı diri bir çırpınış var. Gerçek anlamda tercihler yerine, otomatik gerçekleşen eylemlerde bulunuyor çoğu insan. Belki de o insanlar gönüllü, istekli değiller, yaptıklarına izleyici kalmaktan dolayı rahatsızlık duyuyorlar ama akıntılarda sürüklenmekten kurtulamıyorlar. Eğitimi ele alma yöntemi, karşı cinse yaklaşım biçimi, yaşama bakış, dünya gerçeklerine bakış, zihinlerine gelip yerleşiyor, yerleşenler ezberleniyor.

Rahmetli yazarlarımızdan Aziz Nesin, bu konularda keskin konuşurdu ve tepki alırdı. Geldiğimiz noktaya bakarak, toplumumuzun düşüncelerinin, gerekli düzeylerde işlemediğini anlayabiliriz. Dağarcığımızdakileri sunmakla tuzaklardan kurtulamadık. Yarınlarımızı dışarıda hazırlayan yabancı elleri itmeliyiz ki rahat nefesler alabilelim, yaşama daha özenle bakabilelim. Uyuşukluğumuzu aşıp umutlarımızı selamlayan düşüncelerle yeni bir zemin yaratabilelim.

Bugün, her şeyi iyi bildiğimizi, her şeyi sağlıklı düşündüğümüzü iddia ediyoruz. Bilincimizin açıklığını savunuyoruz ama ne yazık ki insani tepkilerimiz zaman içinde kaybolmuş ya da çok azalmış: Ürkmek, şaşırmak, mahcup olmak, rahatsızlık duymak, sıkılmak, gerilmek, hayal kırıklığına uğramak, zehirlendiğini hissetmek, aşık olmak gibi. Önemli bir gerçeği fark ettiğimizde, bu insani belirtileri anında gösterebilmeliyiz. Gösteremiyoruz. Bir şeyleri, kendimizin fark etmesi gerekiyor. Televizyon kanallarından kavramaya çalışmak, emeksiz - sağlıksız kazanım oluyor. Çok hızlı buharlaşıyor.

Uyanma yolunda, büyük adımlarla mücadelemizi başlatmalıyız. Sadece politik inançlarla, sosyal inançlarla, psikolojik inançlarla değil tüm çürük inanç sistemleriyle mücadele ederek onların bizlere onaylattıkları değerlere yeniden, özgürce değerler biçmeliyiz. Bunu yapamadığımızda: Güdümlü robotlar olmaya devam ederiz. Kıyamete kadar böyle gider. Neden gitsin ? Ne zaman mutlu olacağız ? Ne zaman borçlarımızdan kurtulacağız ?

21. yüzyılın uygar batı toplumlarında, papazlar yardımıyla kiliselerde hala günah çıkaran, günahlarından böylece arındığını, temizlendiğini sanan zavallı insanları anlamak yerine, bu tür davranışların saçmalığını, gereksizliğini, onları kırmadan anlatmak büyük kurumların, medyanın işi ama dönen yel değirmenlerini kimse durdurmak istemiyor. Kimse riskli işlere soyunmak istemiyor. Zaten kökleşmiş, sektör haline gelmiş, kutsallık giydirilmiş yapılardan rant sağlayanlar, kurulu düzenin yaşaması için her yolu denemekteler. Papazlar, sevgi dolu insanlarsa gerçekten, tarihteki Haçlı Seferlerini neden desteklemişler, kışkırtmışlar ? İsa’yı, Tanrı’nın oğlu kabul etmeleri, Hıristiyanlığı diğer dinlerden üstün görmeleri gibi abartılı görüşler günümüzde hala yaygın.

Bizdeki ego ve zevk düşkünlüğü ayrı bir sorun. Cahilliğimizin ince bir şekli. Çünkü eğer insan gerçekten aydınlanmış, gerçekten bilgili olabilse, bedensel çalışmalarından aşırılığa kaçmadan zevk alır. Bunu başaranlar, yani yaşamında ölçülü olanlar: Organizmanın aldatılamayacağını, doğanın aldatılamayacağını ve sonuçta içgüdülerinin gereksinimlerinin daha ötesine gittiğinde, bedelini mutlaka ödeyeceğini bilenler. Bedenimiz, çelik, taş değil: Etten - kemikten yapılmış.

Doğaya rüşvet verilemez. Doğa, ancak işleyişiyle ilgili bilimsel bir çalışmayı kabul eder, hoş karşılar. Kimseye acımaz, kimsenin elinden tutmaz.

Sigara, alkol, uyuşturucu tüketimi, kumar alışkanlığı, cinsel sapmalar, fazla beslenme kişinin sonunu hazırlıyor. Kurban, tehlikenin farkında ama o gün aldığı zevkin daha sonra ödemesi gereken bedele değdiğini düşünüyor ya da hiç bir şey düşünmüyor. Dünya umurunda değil. Varlığına, dolayısıyla iç organlarına saygısı yok. Zaman geçiyor, ödeme tarihi geliyor. Teslimatı ertelemek mümkün değil. Sağlığını yine kendi elleriyle veriyor. Ağlamanın - sızlamanın yararı olmuyor. Rüzgar ekildiğine göre, fırtına biçilecek. Fırtına kasırgaya da dönüşebilir. Nuh Tufanında kaybolmak da olası.

Bana ne, ben karışmam, beni hiç ilgilendirmiyor diyerek toplumda yaşayan kötü alışkanlıkların kontrol edilmesinde sorumluluk almayı sıklıkla reddediyoruz.

Örneğin: Kuruyan, küflenen ya da gereğinden çok satın alınan ekmeği çöpe atıyoruz. Büyük saygısızlık, büyük sorumsuzluk. Bahçeye, terasa bırakılsa kuşlar mutlaka görüp tüketecekler. Geçmişte, kıtlık günlerinde büyüklerimiz, bugün beğenmediğimiz o ekmekleri yemişler, cephelerde savaşmışlar üzerinde yaşadığımız topraklar için.

Örneğin: Oturduğumuz yerden geçmekte olan bir cenaze otosunu gördüğümüzde hemen ayağa kalkmak zorundayız. Kalkamıyoruz. Önemsemez olduk. Ölenle ölünmez gibi geçiştirici sözler …

Örneğin: Arabası olan biri ( eğer arabasıyla bütünleşenler kategorisine dahilse ), kaybettiği yakınının mezarının dibine kadar arabasını yanaştırıyor. Amacı: Ziyaret. Aslında, aracın dışarıda bırakılıp yürüyerek girilmesi gereken bir mekan orası. Dünyamız içinde başka bir dünya. İnsan, bu dünyanın makam ve zenginliğiyle oraya girmemeli ama rahatça giriliyor. Motosikletle tur atılıyor içeride, müzik dinleniyor, dahası şarap bile içiliyor. İçildikten sonra şişe kırılıyor.

Örneğin: Emekli ve bir kurumdan her ay düzenli, yeterli maaş alan bazı insanlar, bir işletmeye, bir ofise gidip, duygu sömürüsüyle, çay - sigara masrafım çıksın yeter mantığıyla işe başlamakta. Daha doğrusu kendilerini işe aldırmakta. Öbür yanda yoksullukla, güç koşullarda yüksek eğitimini tamamlayan başarılı, tertemiz bir genç, aç kalıyor. Gözleri ağlamaklı. Karamsar ruh haliyle, kahve köşelerinde zaman öldürüyor. Suç işlemeye çok yatkın. Çünkü sürekli bir gerilim içinde. Gençlerimiz bunu hak etmiyor. Hiç bir hükümet işsizliğe çözüm getirmedi ülkemizde. Geçim sıkıntısıyla çok yuvalar dağıldı. Bunlar hepimizin sorunu.

Felsefeci Albert Camus diyor ki: İnsanın tek başına mutlu olması utanç vericidir. Eğer utanma duygularımız törpülenmişse: Toplumumuzun içine düştüğü pozisyonlar bizi hiç etkilemez. Bizi etkileyip üzen şey: Şahsi çıkarlarımıza yapılan saldırı olur sadece.

Bencilliğin içinde boğuluyoruz. Nereye kadar ?

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar,  Kültür,Sanat,bayramcigerli.blogspot.com, Güzel Yazılar,

Gerçek işkenceler/Kültür - Sanat/milliyet blog



Tarihin her döneminde, insana hitaben: Kendini bil - Kendini tanı uyarıları yapılmıştır. Ahlaki zeminlerde: İnsanın sık sık, kararlılıkla, Kendimi seviyorum, kendimle gurur duyuyorum gibi abartılı iltifatlarda bulunmasının sakıncaları üzerinde durulmuştur. Çünkü insanın kendine olan sevgisi, bazı başarısızlıklarını kendi
 karakterinde ve kendi tarzında aramasına engeldir. Böylece, yaşamını engelli biçimde sürdürür. Engelli yaşayan bir insan: Aşkı, ölümü ve evrensel işleyişleri sağlıklı algılayamaz. Bu gibi temel gerçekleri doğru yorumlayamaz.

Saplantı derecesinde kendini sevenler, varolan egolarının mükemmel ego olduğunu ve seçkin bir varlık olduklarını düşünürler. Elbette bu tehlikeli bir yanılgıdır. İnsan her konuda: Karakterinin ve davranışlarının eksik, hatalı olabileceği endişesini kaybetmemelidir.

İçimizi denetlemek, içimizi araştırmak, kendimizi bilme yolunda önemli bir adımdır. Kendini gereğinden fazla beğenen insanların, kendini tanımaları zorlaşır. Çünkü bu tür insanlar, egolarıyla bilinçleri arasında geçen mücadeleyi kabul edemezler. Her şeyin en güzelini, her şeyin en doğrusunu yaptıklarına dair aşırı bir gurur, kibir içindedirler. Balzac : Bencillik zehirdir diyor. Sadece iki sözcükten oluşan, düşündürücü söz.

Başarısızlıklarımızı, başka insanlara, koşullara, devleti yönetenlere yüklemekle kendimizi kurtaramayız. Bu konuda ünlü Pascal şöyle diyor: İyilik inancı olmayan bir insan, görünür iyilikler üzerinden bakışlarını kaydırıp içindeki zavallılığa bakmaya dayanamaz. Huzursuz, tedirgin bir insanın kendini avutmak için yaptığı bütün hareketlerin temelinde kendini tanımaktan kaçma isteği vardır. Bu saptama üzerinde çok fikir yürütülebiliriz. Aslında insan, belirli bir olgunluğa ulaşmadan, kendi yapısını içtenlikle açıklayamaz. Daha doğrusu kendine duyduğu saygının azalmasını içine sindiremez. Ancak olgunluğa eriştiğinde, boş ve inatçı bir gurur duygusu içinde kalmaktansa, gerçeği bütün açıklığıyla görmeyi tercih eder ( ne kadar acı ve kırıcı olursa olsun ).

Olgunluğa ulaşmak zorundayız. Aksi takdirde, iki sert - kalın duvar arasında gider geliriz. İç mekanlarımızda, kendimizi sorgulamak, en büyük sıkıntımız olur.

Yaşamdaki korkunç yanılgılardan biri de: İnsanın egolarına ve düşlerine kapılıp, kendisini olduğundan daha yüksek noktalarda görmesidir. İnsan kendi yeteneklerine güvenmeli ama bulunduğu noktayı da çok iyi bilmelidir. Ego, kontrol edilmediği zamanlar tehlikelidir. Çünkü insanın iç dengelerini hızla bozuyor. Küçük başarılar, büyük gurur duygularını doğurduğunda insanın varlığı inciniyor. Başarının gerçek amacı bu değildir.

Günümüze değin, çok sayıda lider, devlet adamı ve sanatçı: Kendi varlığının, düşüncelerinin doğru olduğuna, mükemmel olduğuna inanmıştır. İnancını büyük halk topluluklarıyla paylaşmıştır. Fakat o özel insanları yakından incelersek, iç dünyalarıyla dış dünyalarının çok uyumlu olmadığını görebiliriz. Bazıları depresif kişilik olup, yalnızca egolarını tatmin edecek bir başarı dengesi kurma gereksinimi içinde yaşamışlardır.

İkinci dünya savaşının son günlerinde, Berlin’de sığınağında saklanan Adolf Hitler’e, savaşın sonucuyla ilgili hiç umut kalmadığı söylendiğinde: Umurumda bile değil. Onlar hiç bir şeyi hak etmediler zaten demiştir ( Alman halkını kastederek ). Yeryüzünü değiştirmek, üstün insan modeli yaratmak isteyen bir diktatörden vicdanının olmadığına dair itiraf.

Her insan egoizme yatkın olabilir. Ego, sınırları zorlanmadıkça ya da dozu aşılmadıkça itici bir güç olarak yararlıdır ( Bir şeylerin yapılması, başarılması için ). Fakat hangi hedefe doğru ve ne amaçla gittiğimizi mutlaka sorgulamalıyız. Yalnızca başarmak için, yalnızca kendimizi tatmin etmek için koşuyorsak, sonunda bir mutsuzluk yaşayabiliriz. Bu arada, başkalarının da dünyalarını karartabilir, dahası, yaşama sevinçlerini bile yok edebiliriz.

Dünyaya gelmiş olduğumuz ne kadar kesinse, günün birinde ( belki de ansızın ) bırakıp gideceğimiz de o kadar kesin. Bunu hatırlamak: Dincilik, gericilik değildir. Hiç bir şeye bağlanmamak, gerçekten bilinçli bir insanın birinci ilkesidir bence.

Fırsat ve olanaklardan yararlanırken aç gözlü olmamalıyız. Doymadan, durmadan biriktirme yanılgısına düşmemeliyiz. Dünyayı kutsamak, maddi kazançları kutsamak zihnimizi çok yoruyor. İçinde bulunduğumuz doğayı, evreni yeterince düşünmüyoruz. Doğanın renklerini televizyondaki filmlerden görüyoruz. Terastan gün batımını izlemek hiç aklımıza gelmiyor. Bedenimizin duyarlılığı her geçen gün azalıyor. Esin verici eserler dikkatimizi çekmiyor. Ruhumuzu geliştirip dolu bir yaşam süremiyoruz. Gündelik yaşamımızın ritmini oluşturan pek çok unsurla uğraşırken bize ayrılan zamanı tüketiyoruz. Oysa geçen her saniye çok değerli.

Zamanın ne anlama geldiğini, ölenlere, yani bu dünyadan göçenlere sormak isterdim: Saflığımla, nelerin kurbanı ve nelerin katili olduğumu kavramam açısından …

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - Çoğaltılamaz
TEŞEKKÜR EDERİM

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar,  Kültür,Sanat,bayramcigerli.blogspot.com, Güzel Yazılar,


Masadaki ülke/Kültür - Sanat/milliyet blog



İnsanın toplum içinde: kibirliliği, kendini beğenmişliği, bilgilerinin ve inancının daha doğru olduğunu sanarak büyüklük taslaması, aslında eksikliğini ve zayıflığını ortaya koyduğu bir alışkanlık. Bir insanın güçlü kaslarına, yakışıklılığına, bankadaki ya da cebindeki parasına, sosyal statüsüne güvenmesi de çok yanlış. Çünkü hiçbir ahlaki sistem bunları onaylamıyor. Ne yazık ki: Onursuz, sevgisiz,
 merhametsiz ve vicdansız yaşam biçimlerinden rahatsızlık duymayan insanlar var. Ruhları öyle rahat ediyor belki. Dünyada sömürgeci ülkelere baktığımızda: Resmi devlet politikaları, insandaki bu negatif özelliklere benzemekte. Kavgacı, sahteci, yangın çıkaran devlet olur mu ? Oluyor.

Yeterince anlaşıldı ki, bizi soykırımcı bir ulus olarak tüm dünyada etiketleyerek aşağılamak ve kırılmayan direncimizi kırmak istiyorlar. Bu amaçla, abartılan gerçek dışı iddialar önümüze konuyor. Sanık sandalyesine oturmamız gerektiği söyleniyor. Soykırım yalanı, geçmişte İngiltere tarafından psikolojik bir malzeme olarak üretilmiş ve halen kullanılmakta.

Son Osmanlı Sadrazamlarından Talat Paşa ( 1874 - 1921 ), 86 yıl önce Berlin’de, Tehlerian isimli bir Ermeni komitacı tarafından yolda sırtından kurşunlanarak öldürülmüş. Talat Paşa anılarını yazarken: Bir gün beni sokakta vuracaklar. Yatağımda ölmek nasip olmayacak. Ama zararı yok, varsın vursunlar. Vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez demiş.

Bilindiği üzere: Ermeni teröristler, Lozan Konferansı sırasında İsmet İnönü’ye de bir saldırı düzenlemeyi düşünüyorlar. Bu amaçla İsviçre’ye, Taşnak ve Hınçak örgütlerine bağlı suikastçıları gönderiyorlar. Fakat Türk istihbaratı, zamanında tehlikeyi fark edip tedbir alıyor.

Lozan’da güvenlik müdürü İnönü’ye: Paşa Hazretleri. Ermenilerin burada size bir saldırıda bulunacaklarını haber aldık. Sizi korumak görevimiz ama sizden bir ricamız olacak. Tedbir olarak konferans binasına gidip gelirken otomobilinizden Türk bayrağının kaldırılmasını istiyoruz diyor.

İsmet İnönü, bu öneriye karşı sert yanıtında diyor ki: Ben burada bir Türk delegesi olarak o bayrağı kesinlikle kaldırmam. Saldırıya kurban gidebilirim. Fakat benim ardımdan bir delege daha gelir. Türk bayrağı otomobilden hiç bir zaman, hiç bir şekilde, bin Türk kurban edilse bile yine kaldırılamaz. Yerinde durur.

Bugün orta yaş grubu, o acılı günlerimizi anımsayabilir. 70’li yıllarda Ermeniler, yurt dışında ülkemizi temsil eden Türk diplomatlarına musallat olmuşlardı. Dile kolay, yaklaşık 10 yıl boyunca 40’ın üzerinde diplomatımızı ve ailelerini acımasızca katlettiler. 1983 yılında Türk Hava Yolları Paris bürosuna düzenlenen bombalı saldırıda: 8 kişi öldü, 60 kişi yaralandı ( yüreklerinde kin taşıdıklarını kanıtladılar ).

1992 yılında: Ermeni askeri güçleri Karabağ / Hocalı’da tam 1.300 Azeri’yi öldürdü. Çok sayıda insan yaralandı, mağdur oldu. Ermeni işgali nedeniyle, Dağlık Karabağ denilen bu bölgeden 40 bin, diğer komşu 7 ilden 700 bin kişi yaşadıkları toprakları terk etti. Böylece Ermenistan, Azerbaycan topraklarının beşte birine keyfi biçimde el koymuş oldu.

Bu uygulamalar karşısında Türkiye Cumhuriyeti sessiz kalmadı, sınır kapılarını ve hava sahasını kapattı.

Ermenistan ile aramızdaki sınır, 1920 Gümrü ve 1921 Kars Antlaşmalarıyla kesin belirlenmiş olmasına rağmen, zaman zaman ortaya çıkan çatlak seslere göre: Doğu Anadolu toprakları onlara ait ve Ağrı Dağı onların kutsal bir mekanı.

Dışarıda tezgahlanan kuşatma ve yıkım planlarının, küresel kapitalistlerin ulus devletleri ortadan kaldırmak istediklerinin farkında mıyız ? Değiliz.

Avrupa Birliği Projesi, ulus devletlerin yıkımının ardından tek bir devlet oluşturma amacını taşıyor. Yine Avrupa basınından arada sızan küçük haberlere göre: Avrupa halkı, tehlikenin ne olduğunu, son 7 yıl içinde öğrenmiş bulunmakta. Bu nedenle başta İngiltere olmak üzere üye devletlerin çoğunda tepkiler, direnişler başladı. Yurtseverler öfkeli fakat kendi çelişkilerini hissettirmemeye çalışıyorlar. AB mimarlarının, asıl hedeflerini, 50 yıla yakın Avrupa halkından gizlemeyi nasıl başardıkları konusu tartışılıyor ama bizim medyada bu tür haberler yok. Neden yok ? Türkiye’de medya neyi savunuyor, medya kimi temsil ediyor ..?

Avrupa Birliğinin üyesi olmak demek, Kurtuluş Savaşıyla elde ettiğimiz ulusal egemenliğimizin batılılara teslim edilmesi demek. Olay bu kadar net bir şey.

Üye olduktan sonra yaşayacağımız şeyler ( özetle ):

1) Egemenliğini sürdüren Türkiye Cumhuriyeti Devleti ortadan kalkacak.
2) Ulus olmaktan çıkıp bu birliğin içinde sadece bir halk topluluğu olacağız.
3) Mevcut anayasamız, AB anayasası altında ya da arkasında kalacak.
4) Yasama, Yürütme ve Yargı yetkileri AB’ye devredilecek.
5) Türk halkını yönetecek yasalar artık Meclisimiz tarafından değil, Avrupa Parlamentosu tarafından çıkarılacak.
6) İşçilerimizin, memurlarımızın ve emeklilerimizin ne kadar aylık alacakları Brüksel’de belirlenecek.
7) Hangi ülkelerle dost, hangi ülkelerle düşman olmamız gerektiği uyarısını alacağız.
( zaten başlatılan propagandalarla: İran’a düşman ülke, Rusya’ya potansiyel tehlike gözüyle bakılması bir parça olsun sağlandı ).
8) Yer altı - yer üstü zenginliklerimiz, fabrikalarımız ve işletmelerimiz, bankalarımız, topraklarımız ve su kaynaklarımız üzerindeki mülkiyet haklarımız askıya alınıp ortak kullanım başlayacak.
9) Günümüzde yavaş hareket eden Hıristiyan misyonerliği serbest kalacak ve hızını arttıracak.
10) İstanbul’da Ortodoks Din Devleti, Güneydoğu’da dış destekli ve güdümlü Kürt Devleti kurulması için çalışmalar başlatılacak.
11) Avrupa Birliğini ve Masonları eleştirmek suç olacak ( cezaevine girebilirim ).

Bütün bunlar köleliğin ve uşaklığın başlangıcı anlamına geliyor. Başka açıklaması olamaz.

İki şey sorgulanmalı duyarlı insanlarca.
1) Biz, kendi ayaklarımız üstünde yaşayabilecek güce sahip miyiz, değil miyiz ?
2) Biz, başkalarının boyunduruğu altına girecek kadar dengesiz miyiz ?

Temel ilkemiz: Onurlu ve tam bağımsız yaşamak olduğuna göre bu oyunlardan kendimizi acilen çekmek zorundayız. Geç kalıyoruz. Çünkü emperyalizm küreselleştiğini açıkça belirtti ve yeryüzünde bütün geri kalmış, yoksul ülkeleri köşeye sıkıştırıp iradelerini yok etmeye çalışıyor.

Claudius

<>
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar,  Kültür,Sanat,bayramcigerli.blogspot.com, Güzel Yazılar,

Yıkımcılar/Kültür - Sanat/milliyet blog



Tarihe baktığımızda: Güç gösterilerini seven, yağmacılığı seven ve şiddeti çok benimseyen devletler ya da yönetimler görebiliriz. Roma İmparatorluğu, Moğollar, Persler, Naziler gibi.

Bugün dünya liderliğini elinde bulunduran Amerika’nın bütün uluslar arası kuralları bir tarafa iterek girdiği Irak’ta neler yaptığını
 biliyoruz. Masum insanların öldürülmesi bir yana, çok sayıda arkeolojik eser ve tarihi el yazması kitaplar çalınmış, yanmış durumda. Bombalardan tesadüfen kurtulan eserler, bu kez de yağmacıların elinden kurtulamamışlar.

Amerikan güçleri Bağdat’ta, öncelikle petrol ve içişleri bakanlığını kontrol altına almışlar, ülkenin diğer kurumlarının tahrip edilmesine, talan edilmesine göz yummuşlardı. Irak için: Bu ülkeye barış, demokrasi ve uygarlık getireceğiz diyorlardı televizyonlardan. Sanki onların görevi. Sanki onların sorumluluğu.

Irak Milli Müzesinde, uygarlığın beşiği kabul edilen Mezopotamya dönemlerine ait yaklaşık 150 bin değerli eserin çoğu kayıp, kalanlar da kırık dökük durumdaymış. Milli Kütüphanede: Aralarında Osmanlı dönemine ait eserlerin de bulunduğu binlerce el yazması yok olmuş. Bunların zaman içinde, kademeli olarak British Museum’a aktarılacağı sanılıyormuş. Aynı müzenin daha önce Irak’tan çalındığı kanıtlanan bazı eserleri geri vermeyi reddettiğini gazetelerden okumuştum.

Bir devletin kültürünü yağmalamak, yazılı bilgilerini imha ederek tarihsizleştirmek, büyük vahşet örneği. Irak Tarihi Eserler Kurulu Araştırma Direktörü Donny George diyor ki: "Bağdat Müzesinde olup bitenler yüzyılın suçudur. İnsanlığın ortak mirası kısa süre içinde talan edildi. Fuzuli’nin meşhur Leyla ile Mecnun eserinin ilk baskılarından biri de kaybolmuş …"

Sanat eserleri, bir halkın, bir toplumun zekasını, yeteneğini ve dolayısıyla gururunu temsil eder. Kültür varlıklarının, askeri hedef olmalarının bir yığın acı örneği var. 1990 yılında, Bosna kenti karışıklık yaşarken, Sırp güçleri top ateşiyle 600 yıllık tarihi kütüphane binasını hedef almışlardı.

Irak’ta görev yapan ABD askerlerinin, yanlarında savaş hatırası şeyler götürmeleri yasaklanmış ( Bu yasak kağıt üzerinde kalabilir ). Askerler saplantı derecesinde: Irak kentlerinden söktükleri cadde ve sokak tabelalarını, trafik levhalarını, Irak ordusu üniformalarını, Saddam motifli otomatik silahları, kendi savaş gemilerine taşımaya çalışıyorlarmış. Fakat ilke olarak, subay ve diplomatların bavulları, çantaları aranmayacakmış. Belki de bu çantalarda: Kaybolan Hamurabi Kanunları, 4500 yıllık heykeller, büstler, vazolar taşınacak. Neden olmasın ?

Irak’ta yıkılan camilerin, tarihi binaların ne zaman, nasıl onarılacağı henüz bilinmiyor. Bizim Kültür Bakanlığımızın verdiği bilgilere göre: Orada 167 adet Osmanlı eseri varmış ( Bina olarak ).

Amerika’nın sunacağı, yeniden imar planı çerçevesinde, Bağdat’a cam ve çelikten modern alışveriş merkezleri yapılması düşünülüyormuş. Bu arada kaçırılan tarihi eserlerin Berlin’de, New York’ta, Londra’da ortaya çıkması bekleniyormuş.

Dünyada güvenilen tek kurum olarak bilinen fakat güvenilirliği hep tartışılan Birleşmiş Milletler Örgütü, 26 Kasım 1968 ’de oy birliğiyle bir karar almış ( Bütün dünyayı bağlayan, uluslar arası Nürenberg Suçları Anlaşması ). Anlaşmanın içinde insanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve kültürel soykırım var. Bugün yağma suçu işleyenlerin yargılanmalarını beklemek biraz iyimserlik olur.

Uygarlığın beşiği, uygar olmayanlarca bataklığa dönüştürüldü. En eski yazılar, en eski yasalar, en eski meclisler, en eski devletler o topraklardan çıkmış. Uygarlığın en eski kalıntıları da böylece çağdaş dinozorların ayakları altında kaldı.

Savaş başladığında, kimi yerli - cahil insanlar da, Saddam Hüseyin’in konutlarına dalıp göbek attılar, hasar gören resmi kurumlardan bilgisayar kasaları, döner koltuklar alıp götürdüler evlerine. Gülüyorlardı ağlanacak hallerine. Oysa birileri onların geleceklerini çalıyordu.

Geçmişe bakıldığında: Utanç belgeleri bütün sevimsizliğiyle insanı tırmalıyor.

İkinci Dünya Savaşı sonunda, Almanya tarafından gerçekleştirilen cinayetlerin genellikle birkaç fanatik Nazi Kurmayının eseri olduğuna inanılıyordu. Nürenberg duruşmalarının tutanakları: Sadece Krupp ve I.G. Farben adlı kimya devleri değil, dışarıdan çok insancıl ve kendi halinde bir beyefendi gibi görünen iş adamlarının ve birçok girişim sahibinin de, dönemin iğrenç işlerine katılmış olduklarını ortaya koydu. Ölüm odalarını kurmak ve öldürücü mavi kristal siparişlerini alabilmek için, iş adamları arasında müthiş bir rekabet oluşmuş. Polonya’nın işgalinden sonra kurulan Auschwitz’deki krematoryum ( insan yakma fırını ) ihalesini, ısıtma cihazları üreten I.A. Topf ve oğulları adında bir firma kazanmış.

Alman özel girişimcileri, en iyi malzemeyle ve en iyi işçilikle geceli gündüzlü çalışıyorlar, yine de cesetlerin yakıldığı kampların taleplerine yetişemiyorlarmış. Auschwitz’de 24 saatte 6.000 cesedin yakılması gerekiyor. 1943 yılı yaz mevsiminde, 40 gün içinde bu kampta yaklaşık 300.000 Macaristan Yahudisi öldürülmüş. Gaz odalarından beklenen hız ve verim alınamadığında, Einsatzkommando denilen yöntemle toplu halde kurşuna dizme işlemi uygulanmış. Öldürülenler önce kazılan çukurlara dolduruluyor, sonra benzin dökülerek yakılıyor, sonra da üstlerinden buldozer geçiriliyormuş.

Cesetler yakılıyor ama dişlerden toplanan altınlar eritiliyor ve diğer değerli eşyalarla birlikte Reichsbank’a gönderiliyor. Banka gizli bir anlaşma gereği, Naziler adına bunları saklıyor. Yağma malları arasında, yalnızca dişlerden çıkarılan altınlar değil, bilezikler, yüzükler, altın saatler, küpeler, altın gözlük çerçeveleri de bulunuyor. Çünkü Yahudilere, yeni yerleşim bölgelerine giderlerken, değerli eşyalarını da yanlarına almaları söyleniyor. Böylece Reichsbank’ta, dağ gibi mücevher, elmas, gümüş ve tomar tomar paralar birikiyor.

Kamplarda acımasızca öldürülen ya da ölüme terkedilen insanlar şunlar: Aydınlar, yurtseverler, katolikler, merkezciler, yahudiler, sosyal demokratlar, komünistler, Hitler’le çatışan bilim adamları, direnişçiler, fiziksel - zihinsel engelliler ve savaş esirleri.

Adolf Hitler’in ideolojisi insanlığı ikiye ayırıyor: Üstün ırklar ve aşağı ırklar. Hitler, eşine güç rastlanan iktidar hırsıyla yanıp tutuşan bir diktatör ve karmaşık bir kişiliği var. Yok etmeyi seviyor. Demokrasiyi olduğu kadar halk kitlelerini de aşağılıyor, hor görüyor. Genel seçimleri askıya alıyor. Çünkü gereksiz olduğunu düşünüyor. Diyor ki konuşmalarında: Parlamenter demokrasi, devletin çalışmasını engelleyen bir siyasal düzendir. Hukuk bir araçtır. Hukukun asla bir değeri yoktur. Bu nedenle hukuka saygı da, burjuva liberalizminin modası geçmiş hurafelerinden biridir. Çoğunluk, cehaleti değil, aynı zamanda korkaklığı da yansıtır. Yüz budala, bir akıllı insana eşit tutulamaz. Savaş zorunludur. Çünkü insanlık sürekli bir mücadele içinde büyüyebilir ve ilerleyebilir. Sürekli barış insanlığın mezarını hazırlar.

Bu sözler, kaba - otoriter bir gücü ve yağmacı bir zihniyeti anlamamıza yardımcı oluyor. Demokratik kurumlar, bireysel özgürlük ve insani değerler itilip, dışlanıyor. Tıpkı günümüzde Amerika’nın geri kalmış ülkelerde uyguladığı gibi.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar,  Kültür,Sanat,bayramcigerli.blogspot.com, Güzel Yazılar,

Psikopatlık/Kültür - Sanat/milliyet blog



Geçen yıl, korsan bir sitede yaşadığım olayı paylaşmak istiyorum.Tepkilerimi aşağıdaki mesajımla ifade ettiğimde topluca özür dilemişlerdi. Mesajım aynen şöyleydi:

Sayın site yönetimine ve üyelere:
Efendim, sitenizin Serbest Kürsü bölümünde görülen: Kule Günlüğü tıklandığında ekranda açılan yazıların yazarı benim. Emeğim,
 üretimim olan o yazıları, izin alma gereği duymadan yayınlayan, rumuzla Kuşadası’ndan katıldığını belirten, bayan arkadaşın ( bilerek ya da bilmeyerek, fark etmez ), kaynağını belirtmeksizin topluma sunması, bütünüyle bana ait olan eserlerin telif haklarının açık biçimde çiğnenmesi demek oluyor.

Yazılarımın sonuna hep eklediğim: Copyright Tyrannos Edebi Ürünler cümlesini silip kafasına göre yayınlaması, saygısızlığın ötesinde, yasalara göre suç kapsamına giriyor. Kendisini uyarmak isterim. Sanatçıya değer vermeyi başaramadığı ortada. Utanma eksikliğinden doğan bu sorumsuzluğunu kınıyorum.

Paylaşımı seven, dostlukları önemseyen insanım. Elbette eserlerimin okunmasından mutluluk duyarım. Fakat bu iradeyi: Bana ait şeylerle, benim adıma, başkaları kullanamaz. Bilmem anlatabildim mi ? Anlayacağınızı umarım.

Kişilere, kuruluşlara normal posta ya da mail yoluyla yazdıklarımı ulaştırmam, yalnızca okunmasını istediğim içindir. Yani onlara: Bu ürünlerimi alıp dilediğiniz yerde kullanabilirsiniz diye sunmuyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız dahil olmak üzere, yıllardır iletişimde bulunduğum tüm kültür - sanat dostları için geçerli.

Bazı sitelerden aldığım davetleri kıramıyorum. TV programlarına asla katılmak istemiyorum. 25 yıldır edebiyat dünyasında güzel paylaşımlarla birlikte, çirkin diyebileceğim olaylar da yaşadım.

Konuyu toparlarsam: Lokantadan aldığınız yemeği, ben pişirdim buyrun diye misafirinize sunarsanız ancak kendinizi kandırmış olursunuz. Doğada beğendiğiniz fakat sizin olmayan bir toprak parçasına küçük bir kulübe yaparsanız ( gelecekte nasıl tepki alabileceğinizi hesaba katmadan ), günün birinde makina gelir, yıkar. Çünkü o arazinin tapusu, başkasına aittir. Davranışınızın açıklaması: Bencillik, cahillik olabilir. Kazanılmışı kazanmaya çalıştığınız için, el koyduğunuzu pazarlamaya çalıştığınız için zor durumda kalırsınız. Bulduğunuz herhangi bir şeyin üzerinde, isim, ipucu yazmasa bile sonuçta o sizin değildir.

Bir çocuk, sadece bir kez doğar. Benim üretimlerim; benim çocuklarım. Yazarken acıyı hisseden benim. Amacı ne olursa olsun, uygulamanın yanlışlığını anlatmaya çalışıyorum. Kopyacılık, insanı geriye götüren bir zayıflıktır. Hanımefendi derlemeyi seviyor olabilir, açtığı kendi sayfasında, bana ait yazılarla okuyuculardan güzel yorumlar, iltifat tarzı sözler bekliyor olabilir. Yazılarımı nereden alıp monte ettiğini merak etmiyorum. Lütfen başlıklarını ekleyerek, altlarına ismimi yazınız. Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim ediniz. 10 gün içinde bu düzeltmeyi mutlaka yapınız.

Arkadaşlar, bakınız size arkadaşlar diyorum, ben yazarlığı güç koşullar altında sürdürüyorum ve kalemimin incitildiği durumlarda çok katı olabilirim. Biliniz ki, şahsıma ya da emeğime saygısızlıkta bulunan kişi, Hakkari’nin köyünde de olsa 24 saat içinde kesinlikle bulurum, buldururum. Nezaketi bırakırım, çok ağır konuşurum ve altında ezilir.

Beş yıl önce önce, Ankara’da oturan, yüksekokul öğrencisi bir kızın ailesi ziyaretime geldi, yalvardılar. Çünkü bilinçli yaptıkları kurnazlıkla, bir yarışmadan ödül bile almışlardı. Üstelik maddi durumları çok iyi, saygın insanlar. Çalıntı duygularla nereye kadar ? Dava açabilirdim. Okulundaki felsefe öğretmeninin ısrarla araya girmesiyle vazgeçtim.

Bilgilerinize sunmak istedim
Her şeyi şiir tadında ama rol yapmadan yaşayınız. İkinci kez uyarmayacağım

Saygı Eksikliği En Temel Suçtur.
Çünkü Bir Çok Suça Kaynaklık Eder … Edward de Bono

Kanunu Bilmemek Mazeret Sayılmaz … Türk Ceza Kanunu 44 Md .


5846 SAYILI FİKİR VE SANAT ESERLERİ KANUNU

MADDE 8 - Bir eserin sahibi onu meydana getirendir.
MADDE 13 - Fikir ve sanat eserleri üzerinde sahiplerinin mali ve manevi menfaatleri bu kanun dairesinde himaye görür.
Eser sahibine tanınan hak ve salahiyetler eserin bütününe ve parçalarına şamildir.
MADDE 14 - Bir eserin umuma arz edilip edilmemesini, yayınlanma zamanını ve tarzını münhasıran eser sahibi tayin eder.
MADDE 15 - Eseri, sahibinin adı veya müstear adı ile yahut adsız olarak, umuma arz etme veya yayınlama hususunda karar vermek salahiyeti münhasıran eser sahibine aittir.
MADDE 22 - Bir eserin aslını veya kopyalarını, herhangi bir şekil veya yöntemle, tamamen veya kısmen, doğrudan veya dolaylı, geçici veya sürekli olarak çoğaltma hakkı münhasıran eser sahibine aittir.
MADDE 23 - Bir eserin aslını veya çoğaltılmış nüshalarını, ödünç vermek, satışa çıkarmak veya diğer yollarla dağıtmak hakkı münhasıran eser sahibine aittir.
MADDE 69 - Maddi veya manevi haklarında tecavüz tehlikesine maruz kalan eser sahibi muhtemel tecavüzün önlenmesini dava edebilir.
MADDE 70 - Manevi hakları haleldar edilen kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat ödenmesi için dava açabilir. Mahkeme, bu para yerine veya bunlara ek olarak başka bir manevi tazminat şekline de hükmedebilir.
MADDE 71 - Alenileşmiş olsun veya olmasın, eser sahibi veya halefinin yazılı izni olmadan bir eseri umuma arz eden veya yayınlayan, sahip veya halefinin yazılı izni olmadan, bir esere veya çoğaltılmış nüshalarına ad koyan, başkasının eserini kendi eseri olarak gösteren veya 15’inci maddenin ikinci fıkrası hükmüne aykırı hareket eden, eser sahibinin yazılı izni olmaksızın bir eseri değiştiren ( Ek : 21 / 2 / 2001 - 4630 / 26 Md . )
Kişiler hakkında 4 yıldan 6 yıla kadar hapis ve 50.000 YTL ’den 150.000 YTL ’ye kadar ağır para cezasına hükmolunur.
( Değişik: 21 / 2 / 2001 - 4630 / 26 Md . )

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, , Kültür,Sanat,bayramcigerli.blogspot.com

Sigara molası/Kültür - Sanat/milliyet blog Yazmak



nefes alıp vermek kadar doğal aslında.
İnsanı alt üst eden duyguları susturmak güç.
Yaşamın gerçekleri
yalnızca düşündürmüyor
acı tohumlar bırakıyor insanın kucağına .
Soğuk günlerden sonra yeni mevsimin etkisindeyim. Güzellik ve ilham dolu ağaçlara bakıyorum. Sen çöllerinde, ben çöllerimde. Başım dönüyor.

Bulutların buluşmasını izliyorum. Gözlerinden gözlerime süzülen koyu bir hüzün ve hızla çoğalan sabah ışımaları gibi ruhumu kaplayan yalnızlık. Tırmanabildiğim dağlara işaretler bıraktığım için kendimi kendimle ödüllendirmek istiyorum.

Ağlamadan uçabilen, doğadaki yolunu sorgulayan bir insanın; hayatın gerçek amacını, evrenleri doğuran büyük patlamanın gerekliliğini, beyninin tamamını neden çalıştıramadığını, hayatın neden şiir gibi yaşanmadığını çözmesi mümkün değil. Hayatın dayanaklarını, çıkış noktalarını algılaması mümkün değil. Fakat insanda üretim ve gelişme zorunlu.

Eksiklerim nedeniyle üzülüyorum. Okumam gereken kitaplar, tanımam gereken insanlar, kuluçkada gibi kafamda dizilen, henüz filizlenmemiş kompozisyonlar. Zamanından önce saygısızca ortaya çıkıyorlar: Bir odayı boğan fazla mobilyalar, bir tahtayı inciten fazla çiviler gibi.

Şair Ahmet Telli: Su Çürüdü diyor. Çok keskin bir saptama. Değerlerde yozlaşma yaşandığını vurgulamak istediğini sanıyorum. Kendisine soramadım. Nazım Hikmet’de diyor ki: En güzel günlerimiz, henüz yaşamadıklarımız. En güzel çocuk henüz büyümedi.

İnsan denen varlık: Doğanın baskısında ve kendi anatomisinin uygulayıcısı. Tüm canlılar sürüngen. Olanakları iyi değerlendirerek zamandan intikam almak mümkün. Felsefede geçiyor; Ruhum mümkün olanı tüket demiş bir düşünür. Yolumda ışık olacak doğru bilgilerin ortalıkta fazla görünmediklerini biliyorum. Yaşayarak öğrenmek, başkalarından dinlemekten ve kitaplardan okumaktan daha yararlı. Gece bastırdığında uç hayallerim de canlanıyor. Bin yıl uyumalı, sonra uyanmalı. Tehlikeli elbette. Sevdiğin hiç bir şey kalmamış ortada, bütün sistemler değişmiş.

Uzmanlara göre; uyumanın başlıca fonksiyonu, yorgun kasları dinlendirmekten çok, düş görmeyi sağlamakmış
( bilinçaltının rahatlatılması olayı ).

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Yerdeki ışıklar/Kültür - Sanat/milliyet blog



Her insan, aydınlanmayla ilgili, kişisel ifade biçimleri, özgün anlayışlar ortaya koyabilir. Çünkü her insan, değişik etkiler altında, değişik boyutlardaki pencerelerden bakıyor. Görüyor ya da göremiyor.
Kimileri, derin kuyunun içinde mutlu olduğunu sanıyor ve o bulunduğu noktayı aydınlanmış kabul ediyor. Kimileri, gelen ışıktan çok rahatsız. Kimileri, aydın kimliği altında vatan hainliği yapıyor. Kalemini satanlar, geçmişine tecavüz edenler, maddi kazançlar uğruna ruhunu terk edenler.

Yukarıdan bakmayı seven, çevresindeki yoksulları görmezden gelip sürekli ülkenin yoksulluğunu anlatmaktan hoşlanan, makyajlı, klasik ezbercilere tanık oluyoruz zaman zaman. Devletin hastalıklarını, toplumun kurtuluşunu, içki masalarında, müzik eşliğinde belirlemeyi seviyorlar. Farklılık kabul ediyorlar bu alışkanlıklarını.

Bir kandırmacadır gidiyor, büyük güneşi izlemek adına.
Duyarlı insanlara da üzülmek düşüyor.

AYDIN İNSAN KİME DENİR ( özetle )

Doğmatik duygulardan kurtulmuş ya da kalıtsal olarak bu yapıda olmayan,
kendisi uygulasa da uygulamasa da yeniliklere açık olan,
bir sorunun nedenlerini araştıran,
bilgi toplayan,
öğrendiklerini çevresine yaymaya çalışan,
düşüncelerini her koşulda özgürce savunan,
baskıcı ve çıkarcı idari sistemlere uygarca ve cesurca karşı koyabilen,
erdemlerden yoksun egemen güçlere direnebilen,
toplumun çıkarları için kendi çıkarlarından ödün verebilen,
keşfettiği kaynaklardan edindiği bilgilerle doğru varsayımlar oluşturarak yargıda bulunabilen,
yeni bilgilerin ışığında, kazanmış olduğu eski ya da yanlış düşüncelerini, tavırlarını değiştirebilen,
insanların psikolojik özelliklerine, iç dünyalarına, duygularına ve özel yaşam biçimlerine hoşgörülü yaklaşabilen,
doğadaki tüm varlıkların fiziksel ve ruhsal alanlarını incitmeksizin onlarla sıcak diyaloglar kurabilen insan: Aydındır.

TYRANNOS Edebi Ürünler

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

İnsan olmak/Kültür - Sanat/milliyet blog



Ufkuma titizlikle dizdiğim: Yaşamımı nasıl sürdürüyorum. Neyin, ne kadar farkındayım gibi soruları seviyorum. Yorgunluğuma yenilip uyusam, kendimi akıntılara bırakarak yaşasam, yaşama en küçük bir anlam katamam.

J. J. Rousseau diyor ki: En çok yaşayan insan: En çok yıl geçirmiş olan değil, yaşamı en çok hissetmiş olandır. Yaşadığım coğrafya,
 dostlarım ve deneyimlerim önemli. Duygularım çok önemli. Fakat doğanın güçlü pençelerinin, benden büyük parçalar koparıp, yüreğime kaya tuzu dökmesini nasıl önleyebilirim ? Mümkün değil. Bildiğim çemberin çevresinde bekleyen yüksek duvarları aşmak kolay değil.

İşte yaşamın sıcak çemberlerinde büyük savaşlara giren özel kişiliklerin, her biri üzerinde mutlaka düşünülmesi gereken sözleri. Okuduğumda titredim. Kaçamadım.
- Üstün insan kendinden verir. Sıradan insan başkalarından alır.
Konfüçyüs

- Tuttuğun her şeyden ziyade, yüreğini koru. Çünkü hayatın kaynakları ondandır.
Hazreti Süleyman

- Hayat geriye doğru anlaşılabilir. Fakat ileriye doğru yaşanmalıdır.
Soren Kierkekaard

- Bir savaşçı; yalnızca bir insandır, alçak gönüllü bir insan.

- Sözcüklerin kusuru; kendimizi her zaman aydınlanmış hissetmemizi sağlamalarındadır, oysa dönüp dünyayla yüzleşmeye kalkıştığımızda bizi daima ortada bırakırlar ve her zaman olduğu gibi; dünyayla, aydınlanmadan yoksun olarak yüzleşmek zorunda kalırız.

- Öğrenmek için yola çıkan insanın işi çok zordur; üstelik öğrenebileceği şeyler kendi yaratılışıyla sınırlıdır. Bu yüzden, bilgiden söz edip durmanın hiç anlamı yoktur. Bilgiden korkmaksa doğaldır, hepimiz yaşarız bunu ve yapabileceğimiz bir şey yoktur. Öğrenmek ne denli korkunç olursa olsun, bilgisiz bir insan kadar korkunç olamaz.

- Sıradan bir insan; insanları sevmek ve onlar tarafından sevilmek ile çok fazla ilgilidir. Bir savaşçı ise; sever, hepsi bu. Neyi ve kimi isterse onu sever.
Don Juan

- Yaşam yolunun sırlarını kimse açıklayamaz. Her yolcunun tökezlemesi gereken taşlar vardır.
- Her insan kendi boyunduruğunu taşır.
Goethe

- Her zaman yaptığın şeyleri yapmaya devam ettiğin sürece,
her zaman elde ettiğin şeyleri elde edersin.
H. J. Brown

- Yanlış trene binmişseniz, koridorda ters yöne yürümenizin yararı yoktur.
Dietrich Bonhoeffer

- Akıl, yeryüzünden tamamen yok olsa bile, hiç kimse cahilim demez.
- Arslan mağarasında can verir, köpeğin ağzından artanı asla yemez.
- Kuş bakışı bakmak güzeldir; fakat kuş gibi bakmamak şartıyla.
Şeyh Sadi

- Gerçeği her zaman her yerde savun.
Anlayan olmasa bile vicdanına karşı hesap vermekten kurtulursun.
Herbert George Wells

- Halk büyük yalan söylemediği için: Devletin söylediği büyük yalanları doğru zanneder.
Adolf Hitler

- Doğada insan kadar kötü, vahşi ve zalim bir başka yaratık yoktur.

- Toplumda doğru ya da aptalca, kötü bir işin yapılıp yapılmaması sistemden değil, bireylerin durumundan kaynaklanır.

- Trajediler asla önlenemez, çünkü bunlar gerçek felaketler değildir, karşıt dünyaların birbirine toslamalarıdır.

- Yazarın Görevi: izlenecek yolları göstermek değil, o yolların izlenmesine özlem duyulmasını sağlamaktır.

- Birbirlerine ne kadar yakın bulunurlarsa bulunsunlar, insanlar arasında yine de her zaman bir uçurum ağzını açmış bekler, bu uçurumun iki yakasını geçici köprüyle de olsa, yalnızca sevgi bağlayabilir.

- İnsanlar güven ve sevgiyle ödemede bulunmak yerine, bunu para ve mülkle yapmayı tercih ederler.

- İyi insanlar, güven içinde yaşayan, yaşama inanan ve yarın ya da öbür gün onaylamayacakları hiçbir adımı atmayan insanlardır ki, duygularıyla davranışlarının kapsam ve sonuçlarını açık net kestirebilirler.
Hermann Hesse

- İnsan, Evrenin en güzel nesnesi olduğu için ; dışarıda aradığı güzelliğin örneğini kendi içinde bulması gerekir. Bu itibarla insan ancak kendisine benzeyeni ve olabildiği kadar kendisine yaklaşanı sever. Sevmeye başlayınca eskisinden bambaşka bir insan olduğunu anlar.
Pascal

- Her şey insanın kafasında biter.
Arnold Palmer

- İnsan; hayatında bir an gelir, kapı ve pencereler kapalıysa, duvarı delip geçmek zorunda kalır.
Bernard Malamud

- İnsanlar yalnızca görmeye hazır oldukları şeyleri görürler.
R . Waldo Emerson

- Söz söylemeyi öğrenmek, kılıç kullanmayı öğrenmekten daha zordur.
Ahmet İbşihi

TYRANNOS Edebi Ürünler

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

İç mimari/Kültür - Sanat/milliyet blog



Mutluluk; her insanın farklı algıladığı, farklı yorumladığı bir kavram.

Kimi insan; zenginliğiyle, elde ettikleriyle, hayalleriyle, boş hevesleriyle, yedikleri - içtikleriyle, ilişkileriyle mutlu sayıyor kendini.

Kimi insan; üretmeden yaşaması, sessizlikte rahatça uyuması, sık sık kahkahalarla gülmesi, yoğun cinsel paylaşımları nedeniyle mutlu olduğuna inanıyor.

Kimi ince ruhlu insanlar için mutluluk: Ahlaklı olmak, sağlıklı olmak, deniz kıyısında dolaşıp temiz havayı solumak, güneşin doğuşunu - batışını izlemek, Tanrı’ya ibadet etmek, masum - saf düşünceler taşımak, karşılıksız sevmek, elinden geldiğince iyilikte bulunmak, yakın çevresini mutlu etmek, doğru bilgilere ulaşmak, yüce duyguları yaşatmak biçimlerinde düşünülüyor.

Felsefeci Feuerbach diyor ki: İnsanlar arasındaki bütün sorunlar aşkın gücüyle çözülebilir. Aşkı kutsallaştırmak gerekir. İnsan, yalnız aşkta ve duyguda mutlak değere sahiptir. Varoluşun başka belgesi yoktur.

Her insan; ufkunu yaratıyor ve yolunu seçiyor. Hayatı dolu yaşamak denilen durum ise; ancak duyarlı ve farkında olan insan için geçerli. Paranın kışkırtmasıyla, yıldırım hızıyla gelip insanın dünyasına yerleşen tüketim maddeleri ve mantar gibi çoğalan iyi gün dostlarıyla, seyahat etmekle, maceradan maceraya koşmakla, barlarda sabahlara kadar eğlenmekle, dolu yaşama olayını karıştırmamak gerekiyor. Bilerek ya da bilmeyerek karıştırılıyor. Belki hoşumuza gidiyor. Pardon bazı insanların hoşuna gidiyor. Diğer yandan entelektüel bir çizgi izleyip; çok görmek, çok okumak, çok bilmek elbette varlığımıza bir şeyler katar ama önemli olan; yüreğimizle nasıl baktığımız ve bulunduğumuz noktada nasıl yaşadığımız.

Duyarlı bir insan; arabası, villası, yatı, teknoloji araçlarıyla bütünleşmez. Bunların, günü geldiğinde terk edilecek, silinip gidecek şeyler olduğunu bilir. Kendi kişiliğini oluşturan asıl şeylerin, dışında sıralanmış maddeler değil, dünyasına özgü nitelikler olduğunu bilerek yaşar. İnançları, vicdanı, temiz duyguları hep öndedir. Olayların çıkışındaki, bütün iç ve dış nedenleri düşünür. Yeni bilgilere, yeni görüşlere açıktır. Yozlaştırıcı etkilere direnir. Geçen zamanın farkındadır. Benimsediği, katıldığı değerlerin yanında, kendi yarattığı değerler, mekanlar vardır.

Çok önemli başka bir konu: İnsanın düşündüğü, hissettiği her şey, sinir hücrelerinin elektrik ağından diğer hücrelere yayılıyor. Hücreler bütün düşüncelere, duygulara yanıt veriyorlar. Örneğin, endişe anında vücutta baş dönmesi ya da bulantı başlıyor, mutlu anlarda endorfin salgılanıyor, depresif dönemlerde laktik asit üretiliyor. Güzel düşünmek ve mevcut düşüncelerimizi olgunlaştırmak zorundayız.

Tarih, ilgilenenler açısından mükemmel bir alan. Büyük savaşlara giren, büyük değişimlere imzasını atan ünlülerin yaşamlarında; dikkate değer, yadırganacak davranışları da saptayabiliyoruz. Örneğin Büyük İskender, ordusuyla Ortaasya dönüşünde Babil’e geliyor ve çıktığı yüksek bir tepeden kente bakıp ( o tarihteki görünümü, günümüz Paris’i gibi büyüleyiciymiş ) yanındaki komutanlara hitaben: Burada bulduğumuz altınları üç kuşak hiç çalışmasak yine de tüketemeyiz diyor. Bu beklenmedik, basit ifadeye oradaki yaşlı bir adam müdahale ederek, - Çok yanlış düşünüyorsunuz diyor. İskender’i uyarıyor. Çünkü yeni devletin, çalışma ve sevgi temeline dayandırılarak kurulması gerekiyor. Emeksiz kazanılan maddi servet çok kısa sürede tükenebilir. Köle olunur.

Alman düşünür, Marksizmin kurucusu Karl Marx (1818 - 1883 ) derin düşünceleriyle, odasında fikirler üretiyor. Amacı: Ekonomik sorunların çözümü, insanlığın mutluluğu. Fakat aile içinde, babasına karşı hırçın, saygısız yaklaşımları nedeniyle kırıcı oluyor. Babası üzülüyor ve bir doktor dostuna anlatıyor, ne yapması gerektiğini soruyor. Doktor, her şeye rağmen hoşgörü ve sabır göstermesini öneriyor.

Bu tür şeyleri öğrendiğimde çok etkileniyorum. Işık içinde uyusunlar. Yaşıyor olsalardı, isimlerine ters düşen şeyleri nasıl yapabildiklerini mümkünse açıklamalarını isterdim. Bilmiyorum zaaflarına ya da komplekslerine dair hassas, özel detayları bana samimiyetle anlatırlar mıydı? Yüzlerinde, kendi geçmişlerini yumuşakça kucaklayan acı tebessümleri izleyebilirdim herhalde.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

İlke ve sorumluluk/Kültür - Sanat/milliyet blog



Ünlü yazar Dostoyevski diyor ki: İnsan, her şeye alışan varlıktır. F. le Dantec ise anlatımlarında: İnsan, özgürlük düşleri gören bir kukladır diyor. Afşar Timuçin’in eserlerinde kısaca insan: 1) Yeryüzünün en gelişmiş hayvan türü, toplumsal düzende yaşayan bir memeli. 2) Gelişmiş bir dil ve düşünce dizgisine sahip canlı olarak ifade ediliyor.

İnsan, yaşamın karmaşık görünümlerini izlerken, dürtülerinin etkisiyle, isteklerini gerçekleştirmek uğruna değişik konumlara giriyor. Sadece egolar için yaşamak doğaya yapılan büyük saygısızlık. İnsanın kendi varlığını anlamasına engel olacağı gerekçesiyle bütün kutsal kitaplarda ve öğretilerde; şehvet ve gurur gibi tehlikeli duygulara bazı sınırlar getiriliyor. Bu sınırlar; temelde insana yakışan erdemlerin sarsılmaması gerektiği fikrini anımsatan uyarılar. Çünkü ahlak eksikliği kişinin felaketini hazırlar. Sorumluluklarımızın farkına vararak bir şeyler yapmamız elbette güzel. Yaptıklarımız toplumdaki diğer insanlar tarafından anlaşılmayabilir ve çok istediğimiz bazı şeyleri elde edemeyebiliriz ya da hiç istemediğimiz şeylerle karşılaşabiliriz.

Olgun insan; yaşadığı dünyayı doğru algılar, tepkilerini saldırmadan ortaya koyar ve girdiği bütün mekanları estetik amaçları doğrultusunda kullanır. Bu eylemlerini aklıyla, vicdanıyla gerçekleştirir.

Bilimin ilerlemesiyle, organizmamızın; yalnızca moleküllerden oluşan fiziksel bir yapı olmadığı, kimyasal ve manyetik enerji alanlarından oluştuğu artık biliniyor. Vücudumuzdaki enerjiyi zayıflatan, tüketen en önemli nedenlerden biri, duygusal tablolar. Çünkü karşılaştığımız her olayda, bilgilerimizden önce duygularımız devreye giriyor ve maalesef bizi yönlendiriyor. Yaratıcı ya da tüketici duygular altında kalan insan zaman içinde gelişebiliyor ya da hasta olabiliyor.

Duyguların gücünü yükseltmek, yaşam biçimi olabilir. Resim, heykel, müzik, edebiyat gibi güzel sanatlarla uğraşmak, duyguların daha keskin ve sıcak yol alması demektir. Böylece enerji alanları genişliyor. En kötü koşullar altında, bir hücrede tutukluyken, elinde bir malzeme yokken, ruhunun kasırgalarını ve özgün saptamalarını, kanıyla, dışkısıyla duvarlara yansıtan sanatçılar çıkmış tarihte.

21. yüzyılın mükemmel teknoloji araçları ve konforuyla buluşan insan, başkalarından almayı daha çok tercih eder oldu. Fakat bu tembelliğinin, bu kolay yollardan elde etme yönteminin, iradesini zayıflatacak kadar riskli olabileceğini hesaba katmadan.

Televizyon akşam önümüze bir haber getiriyor. Getirme değil, dayatma. Görüntülere kasıtlı olarak eklenen müzikle tansiyonumuz değişiyor. Hemen anında refleks gösteriyor, sağlıksız yorumlarda bulunuyoruz. Gösterilen şey, görmemiz gereken şeyleri kapatıyor. Oysa o haber: Bilmediğimiz gizli bir güç merkezinin, bilmediğimiz başka noktalara gönderdiği özel bir mesaj. Gizli yürütülen bir projenin, parçasının parçasının parçası. Programlarda öne çıkarılan, hedef gösterilen isimler; saniyesinde nefretimizi kazanan figüranlara dönüşüyor. Yönetmen, senarist bilinmiyor, çünkü ortada yoklar. Papa, Ladin, Saddam, Öcalan, Ağca muhatap alınıyor yanlışlıkla. Sanki bu oyuncuları doğuran ve halen kullanan emperyalist İngiltere’nin, Amerika’nın sonsuza kadar geçerli dokunulmazlık belgeleri var. Egemen ve zengin olmaları, bütün çirkin davranışlarının diğer ülkelerce görmezlikten gelinmesini zorunlu kılıyor. Onları yargılayacak bir üst makam yok.

Sorumsuzluğumuza dair, günlük yaşamdan başka bir örnek: Sanal yazışmalarda dilimize açık düşmanlık yapılıyor. Bilgisayar ekranında sözcükler düzgün yazılmayarak, kesilip biçilerek, katledilerek sürdürülüyor iletişim: Slm, nbr, ok, okı, çk tsk edrm, kib, by gibi.

Bir akşam, günün sunduğu oyalamacalardan kendimizi soyutlayarak, duygu - düşünce dünyamızı da kontrol ederek, uzak kentlerde, yabancı ülkelerde yaşayan o güzel dostlarımıza mektuplar yazmıyoruz artık. Yazamıyoruz. Savunmalar üretiyoruz yazamadığımız için. Canım telefon var şimdi, ne gereği var filan. Dolmakalemle romantik mektuplar zaten yazılmıyor. En yüce duygu olan aşk; geri itiliyor, baygın ve boynu bükük kimsesiz çocuklar gibi. Telefon görüşmeleri duygusal açıdan verimsiz ve edebi ağırlığı hiç yok. Yüreğimiz atıyor, parmaklarımız sağlam, çok güzel masalar da var yazmak için.

Zihnimizi hep temiz, hep dinamik tutmak elimizde. Yıpratıcı, acı veren durumların bizi ne kadar olgunlaştırdığını fark etmek bizim elimizde. Çizgimizi bilmek, duygularımızı eğitmek ciddi bir iş. Çaba istiyor ki, diğer işlerimizin arasına sıkıştırmakla olmaz. Bu görevi gerçekten benimseyen insan, bunu yaşamında birinci sıraya koymaya çalışacaktır. Çünkü yaşam önemsiz şeylere harcanamayacak kadar kısa. Kısa olduğu gerçeğini kabul edeceğiz sonunda.

Rahmetli, felçli babacığımın elini sıkı tutuyordum. Biliyordum günün birinde mutlaka ayrılacağız ve bu ayrılık ikimizi çok incitecek. Mutlu olacağı şeyleri, elimden geldiğince yerine getirmek için çırpınıyordum. Çünkü dünyaya gelmem onun sayesinde gerçekleşti. Çünkü saygımı, sevgimi sunmakla her şey bitmiyor. Üzerimdeki haklarını geri ödeyip kurtulmam kolay değil. Vicdan taşıyorsam içimde, o duygumla işbirliği yapmamdan daha anlamlı ve keyifli ne olabilirdi ki ?

Babamın zamanı doldu, bir kuş gibi uçup gitti ama sıcaklığı hiç kaybolmadı.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Korkunç kuşatma/Kültür - Sanat/milliyet blog



Dünya, bencilliğin ve duygusuzluğun altın çağını yaşıyor. Saygı eksikliği, geçmiş yıllara göre daha yoğun hissediliyor. Varlığımıza, büyüklerimize, geçmişimize, geleceğimize saygısızlık gibi bağışlanamaz davranışların içindeyiz. Kabalığın, nankörlüğün gölgesinde yürüyoruz. Kabuklar, ön yargılar ve
 eğitimsizliğin de etkisiyle, insanı bağlayan en önemli konular, gözlerdeki bakışlar buluşmadan konuşuluyor ve böylelikle geçen diyaloglar yapmacık oluyor. Ayrıca, her yerde, gelişigüzel, tekrarcı papağanların sarfettiği gibi: Aşkım, Canım benim, Seni seviyorum demekle, kişiden kişiye sevgi enerjisi iletilmiş olmuyor maalesef. Dolayısıyla samimi olmayan davranışlar uyum getirmiyor. Davranışların samimi olması; sevgi enerjisinin kapasitesine uygun biçimde ortaya dökülmesine bağlı. Bunun pratikte gerçekleşmesi için, fedakarlık denilen duygunun mutlaka yüksek seviyelerde bulunması gerekiyor.

Duyguların ölçülmesi kolay değil. Bir insanın, başka bir insanı ne kadar sevdiğini ya da sevdiği bir insanı kaybettiğinde ne kadar acı duyduğunu belirlemek kolay değil. Yüzlerdeki maskelerin, ne zaman, nasıl kırılacağını bilemiyoruz.

Bilinçli her insanın; acıya direnme, mutlu olma potansiyeli var. İçindeki bu potansiyele rağmen, dışında gelişip ufkunu saran sorunlar nedeniyle, yaşamının bir döneminde, yolculuk yaptığı geminin, umutsuzluk denizlerinin hırçın fırtınalarında parçalanmasıyla, ıssız bir adada Robinson Crusoe olabilir. Robinson; yalnızlığı ve depresyonu nedeniyle, sürüklendiği sevimsiz adayı çok çekici bulabilir.

Mutluluk için maddi olanaklarına güvenen kişi, ruhunu oyalamış, aldatmış oluyor. Birçok zengin insanın, zaman içinde kendini soyutlanmış ve amaçsız görmeye başlaması düşündürücü. Ebeveynler yüreklerindeki sevgilerini kanıtlamak adına, çocuklarını paraya, paranın satın alabildiği şeylere boğduklarında, aslında onların gelecekleri için küçük küçük mutsuzluk tohumları ekiliyor.

Arşivlerden 1960’lı yılların gazetelerini bulup incelediğimizde; dünyanın en zengin adamının Yunanlı Onassis olduğunu öğrenebiliriz. Uluslar arası taşımacılık alanındaki şirketlerin sahibi olan bu kişi; yaşamdan keyif alamadığını içtenlikle itiraf ediyor. Çünkü çok sevdiği oğlu, kendisine armağan edilen özel uçakla kaza yapıp genç yaşta yaşamını yitiriyor. İşte bu derin acı, işadamının dengesini alt üst ediyor. Ağlamaktan gözleri deforme oluyor.

En basit örnek: Yeryüzündeki her bitkinin sağlıklı büyüyüp meyve verebilmesi için; uygun toprağa, yeterli suya ve uygun iklime gereksinimi var. Benzer biçimde, insanın dinamiğini, mutluluğunu önemli ölçüde etkileyen koşullar: Fizik ve ruh sağlığı, saygın bir meslek, beslenme, barınma mekanları, üretim, gerçek dost, gerçek sevgilidir. Bu saydığımız koşulların mutluluğa katkısı asla tartışılamaz. Büyük olasılıkla, arka planda daha anlamlı, daha kutsal etkenler var. O etkenlerle buluşmak istediğimizde, felsefecilerin görüşlerinden yararlanabiliriz.

Bazı düşünürler, doğada gerçek ve kalıcı mutluluk olmadığını, olumlu bir mutluluk sağlanamayacağını iddia etmişlerdir. Acıları hafifletmeye yarayan olumsuz mutlulukları değişik açılardan sorgulayıp yorumlamışlardır. ( Arthur Schopenhauer )

Bugün biz onların özel bakış açılarına katılmak zorunda değiliz. Fakat hepimizin, iyimserlikle, huzur ve mutluluğu yanlış zeminlerde aradığımız dönemler olmuştur. Yanlış zeminlerdeki yanlış enerjiler, bizim enerjimizi tüketmiştir.

Kategorisindeki ilginç bir tip, mutsuzluğuyla mutlu olduğu izlenimini veriyor. Dünyasındaki pencereleri sıkıca kapatıyor. Dışarıdan zayıf bir ışık geldiğinde, hafif bir ses duyduğunda dengesi bozuluyor. Kendisine uzanan sıcak ele kuşkuyla bakıyor. Eleştirilmeyi zaten istemiyor. Tüm güçlüklere rağmen, bunalımdaki o insana ulaşmayı denemeli ve mümkünse enerji gereksinimini karşılama inceliğini göstermeliyiz. Çöküş yaşayanların acılarına elimizden geldiğince ortak olmalıyız. Birbirimize muhtacız. Evrendeki her şey, başka şeylere muhtaçtır. İnsan olduğumuza inanıyorsak; dostluğun, yoldaşlığın hakkını vermeliyiz.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Yolu bilmek/Kültür - Sanat/milliyet blog



Bugünkü mutsuzluğumuzun nedenleri üzerinde çok durmak zorundayız. Albert Camus isimli felsefeci: İnsanın tek başına mutlu olması utanç vericidir diyor. Çok doğru. Hepimizin yüzü gülmelidir.

Kritik zamanlar yaşıyoruz. Politikacılar samimi değiller. Dış dayatmalar, yaptırımlar karşısında gücümüzü toplayamıyoruz. Yoksulluğumuzu yenemiyoruz. Gençlerimizin psikolojileri iyi değil.

Güvenilir kaynaklardan ( bilge kişiler ya da kitaplar ) sağladığımız doğru bilgileri, yeri - zamanı geldiğinde kullanmamız gerekiyor.

Kuşkusuz bir insan, bilmediği için yapmadığı ya da bilmeyerek yaptığı davranışlarından dolayı sorumlu tutulamaz.

İnsan, kendinden daha güçlü bir irade ve zihniyetin tehditleriyle ya da vaatleriyle ortaya koyduğu davranışlardan dolayı da sorumlu değildir. Çünkü insan kendi bildiğine göre değil, o üstün gücün iradesine göre davranmıştır. Bu durumda hesap sorulması gereken taraf, insan değil, insan üzerinde hegemonya kurarak, kendine özgü yöntemlerle yönlendiren baskıcı iradedir. İnsanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesi için, bilerek davranmış olması gerekir.

Gezegenimizi yönetme sorumluluğunu eline almış güçler ve onların çok etkili kolları bulunmakta. Asıl kınanması, yargılanması, tutsak edilmesi gerekenler onlardır. Yani doğaya müdahale ve hakaret eden, zengin, aynı zamanda zayıfları ezerek, sömürerek yaşayan ülkeler.

Çağın akışına uyacağız derken, büyük zincirin halkalarından biri olduk. Üretici değil tüketiciyiz. Kişiliğimizi yıprattık. Önümüzde ışık olacağını sandığımız şeyler gözümüzün içine saplanıp yolumuzu görmemize engel oldular. Fakat ne olursa olsun hiç durmadan yürüyebilir, derin kuyudan berrak - tatlı suyu çıkarabiliriz. Bir taş atılmayı bekleyen durgun göllerde, yaşanacak ve yaratılacak şeyler var. Tembel olmaya hakkımız yok. Yoldan çıkıyoruz farkında olmadan.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Kırmızı mektup/Kültür - Sanat/milliyet blog Sevgili Ingeborg merhabalar




Henüz kahvaltı yapmadım. Yazacaklarımı düşünürken önümdeki çayı da unuttum. Umarım iyisindir. İyi olmaya, moralini yüksek tutmaya çalış ve dostlarını elinden geldiğince yaşat.

Bir uçağın, hava koşulları ya da iniş takımlarının açılmaması nedeniyle, ineceği alanı sıyırıp geçmesini düşün. İnsan ilişkilerinde de bu gibi benzerlikler var.
 Önceden araştırmalar yapılarak yola çıkıldığında bile yıkımlar yaşanabiliyor, tarafların başı ağrıyabiliyor. Sakın yanlış anlama, bugüne kadar arkadaşlık etmek istediğini belirtip, hiç beklemediğim anda bırakıp giden insanlarla çok karşılaştım. Görüşmelerimizin doğal, sıcak geçmesini ikimiz de istiyorsak: Bunu hissettirmeliyiz. Meraka dayalı sorulardan çok sıkılıyorum. Konu ne olursa olsun, hayal kırıklığı yaşayacak yaşım geçti. Senin için de geçerli bu.

Dile kolay, koskoca Berlin. Orada nasıl yaşıyorsun bilmiyorum ? Bilmediğim çok şey var ama hayatın senin. Fotoğraflarını inceledim. Mesajların çok güzel. Belki günün birinde buluşuruz ama o gelecek güne yatırım yapar gibi sana iyi görünmek amacında olmadığını tahmin edebilirsin.

Yakınlarım öldüler. Devlet kademesinde, sanat çevrelerinde sevilirim. Annemi çok önceden, babamı da iki yıl önce kaybettim. Uzun yıllar, tekerlekli sandalyesinde felçli babacığıma severek baktım. Kıyamadım yanından ayrılmaya. İsveç’e gidecektim, gitmedim. Bazı öğretim üyeleri: Arkadaşım lütfen git, buralarda değerin bilinmez, sefil olmanı istemeyiz diye sevgilerini gösterdiler. Olmadı. Olmadı diye yakınmıyorum. Ülkemi, toprağımı seviyorum.

Yaklaşık beş yıl önce bir balerin vardı. Sigara içeceğim. İçim tuhaf oldu. Kaybettim. Filmlerdeki gibi arabasıyla uçuruma düşmüş. Alkol alırdı, depresifti ama içi güzeldi.

Dışarıdan hoş görünümlü biriyle tanışmak için uzun uzun düşünüyorum. Güzellik, estetik yalnızca görüntüyle ölçülemez. Yanılgı yaşanabilir. Bir zaman, içimden geldi; sabaha kadar masajlar yaptım, arkadaşın yoğun tedavilerde iyileşmeyen ağrıları kayboldu, yorgunluğu kalmadı. Kendisi de çözemedi. Şiirlerimi dinlerken hortuma kapılıp gökyüzüne yükseldi. Dünyadan çıkıp gitti. Bir zaman, içimden geldi; deniz kıyısında oturduk bütün gece öpüştük, üstümüzde yağmur. Hayatımın kadını sandım. Fakat çok geçmedi, bencil yapısı, kompleksleri açığa çıktı. Beni değil, tüketimi seviyordu. Birini tüketerek ayakta kalıyordu. Bencilliğine dayanamadım, uzaklaştım.

Aşkı - fedakarlığı isterken, doğru insan mı acaba kaygısını duyuyorum ? Belki yapayalnız ölür giderim, bir çok insanda görüldüğü gibi. Olabilir. Belki seninle görüşmek beni hep rahatlatır. Günlük hobiler teselli edici. Asıl önemli olan: İnsanın kendini gerçekleştirebileceği ve kendi içindeki güzelliği paylaşabileceği birini yaratması. Gerçek bir dost yaratmak yani. Masum çocuğa benzettiğim yüreğimi, usulca kucağına bırakabileceğim insanı arıyorum. Bulurum ya da bulamam. Bulduğum insan, kucağındakine nasıl davranır, kendinden ne verir, bilemem ?
İrade, mantıkla birlikte kararlar alıyor ve bu kararlarda bilinçaltı da etkili. Bu akşam yalnızca salata yedikten sonra yaklaşık beş kilometrelik bir yürüyüşe çıkacağım. Gözlerim gökyüzündeki yıldızlarda dolaşacak ve çok şey düşüneceğim. Sana sayfalar dolusu yazsam da beni uzaklardan anlayabilir misin ? Sen bana, dünyandan sevgi ışıkları gönderen küçük kırmızı bir fener olabilir misin ? Uzun sürecek arkadaşlık, özel sözlerle başlar. Duygudan soyutlanmış: Nasılsın iyi misin, Günlerin nasıl geçiyor sözleriyle, ne sen ne ben kurtuluruz. Benim aradığım: Gerçek dostluk, duyguların aktarımı, hayallerin paylaşımı ve gerektiğinde kendini adama ( en son, en uzak aşama ). Sevgili Ingeborg, bu görüşümün altını çiziyorum: Adama olayı çoğu insanı aşar. Çünkü seksin de ötesinde bir eylemdir ve her insan başaramaz. Erdemlere sahip, güzel bir insan: Sever, iyilikte bulunur, ziyaretine gider ama kendini bütünüyle adayamaz. Doğuşundan varolan egoları engeldir. Aklıma geldi: Eski dönemlerde Moskova’da yaşayan sanatçı bir çift, aşırı yoksullukları nedeniyle ekmek ve şarap alamadıklarında, erkek demiş ki ( alçak ses tonuyla, biraz da korkulu ): Hiç bir şeyimiz yok şu an. Saçlarını kesip satabilir miyiz, kabul eder misin ? Kadın hiç düşünmeden evet demiş. Başının saçsız kalması hiç önemli değil, asıl önemli olan sonsuz bağlılıklarıymış.

Aramızdaki iletişim çoğalır ya da eksilir. Kimse kimseye muhtaç değil ama güzel olanı yaşatmak gerekir insan olarak. Hoşça kal. Mutlu kal.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Sözün gücü ve etkisi/Kültür - Sanat/milliyet blog



İnsanlar, ruhlarındaki dinamiklerini ve üretimlerini sözlerle ifade ederler. Her insan; yaşamındaki bütün tasarımlarını sözler aracılığıyla gerçekleştirir. Her insan; hangi ülkede, hangi dili konuşursa konuşsun, kafasındaki düşüncelerini sözler aracılığıyla aktarır. İnsandaki duygular, varlığına ait özel bilgiler, ancak sarf ettiği sözlerle sağlıklı
 anlaşılabilir. Söz; yalnızca duyulan bir ses ya da okunan bir yazı değil, insanın doğada, toplumda kendisini direkt ifade etme ve iletişim sağlama gücüdür. Sözcüklerle düşünüyoruz, anlatıyoruz, soruyoruz. Sözcüklerle yaşamımızda değişik tepkiler, olaylar yaratıyoruz. Evrenin herhangi bir noktasında ya da metafizik alanda söz; insan olarak sahip olduğumuz en güçlü araçtır ve silahtır aynı zamanda. İki yanı keskin kılıca benzeyen sözler vardır, anında bir yüreği dilim dilim edebilir. Bu; sözün kötüye kullanımıdır. Örneğin: Asil - onurlu insanlara dayatılmış işkence sayılabilecek, iftira, hakaret ya da karalama gibi çirkinlikler. Sözün diğer kullanımı; keyif, güzellik, sevgi ve mutluluk oluşturur. Sonuçta, nasıl kullanıldığına bağlı olarak söz; insanın ufkunda bir özgürlük zemini açabilir ya da insanı mahkum edebilir. Başta büyüklerimiz olmak üzere, bize hep sevgisini sunmuş fedakar insanlara hitabederken, onları yücelterek konuşmak zorundayız. Kutsal bir görevdir zaten. Tarihte görülen en etkili konuşmacılar; Tanrı elçileri yani peygamberler ve filozoflardır. Bazı sözler öylesine güçlüdür ki; kısa bir tek cümle, milyonlarca insanın yaşamını değiştirebilir, onları topluca yok edebilir. Tarihe baktığımızda; 1930 ’lu yıllarda Almanya’da yönetimi ele geçiren bir diktatör, sözü mükemmel biçimlerde, mükemmel tonlarda kullanarak, tüm halkı koşullandırmış, kışkırtmıştır. Dolayısıyla bu derin etki, ülkesini malum ikinci dünya savaşının içine itmiştir. Çok sayıda insan, korkunç boyutlarda şiddet uygulanmasına ikna edilmiştir. Psikiyatri penceresinden, bu gibi askeri ve politik olayları sorguladığımızda; Adolf Hitler, nutuklarındaki o sözleriyle, direktifleriyle, halk adına halkın korkularını harekete geçiren, gerçekten çok yetenekli bir insandır. Giderek yayılan yangın gibi tüm dünyada cinayetler, kıyımlar yaşanmıştır. İmal ettirdiği, dünyanın en büyük topunun üzerinden, rakip gördüğü devletlere rest çekmesi, Alman ırkının, dünyanın en üstün ırkı olduğu iddiası, yeryüzünü temizleme ve insanlık için yeni bir düzen kurma planları düşündürücüdür. Aslında halk kandırılmış, insafsızca harcanmıştır. Ülkelerin ülkelere, insanların insanlara saldırması, her birinin diğerinden korktuğu içindir. Her birinin diğerinin ideolojisine tahammülü olmadığı içindir. Hitler’in korku çıkışlı inançlara dayanan propagandaları dikkatle, ibretle incelenmelidir. Bilimsel açıdan, insan beynini; sürekli bazı tohumların serpildiği verimli toprak alanına benzetebiliriz. Burada en önemli, en kalıcı tohumlar ise; düşünceler, fikirler ve kavramlardır ama çoğunlukla bu verimli alana korku tohumu serpilir. Her insanın zihni verimlidir, berraktır. Asıl önemli olan; oraya ne tür bir tohumun ekilip üretildiğidir. Konuyla ilgili olarak ele aldığım Hitler’in; halkın bilinçaltına gönderdiği, korku ve savaşın gerekliliği isimli tohumlar çok hızlı büyümüş, ardından bilindiği gibi kitlesel ölümler gelmiştir. Çoğu insan, gerçekte bir ruh hastasının hastalıklı fikirlerini mantıklı kabul edecek kadar değişmiştir. Sözlerin olağanüstü etkilerini anladığımızda, ağzımızdan ne tür görünmez bir enerji çıktığını da anlamış oluyoruz. İnsan zihnine kasıtlı olarak ekilmiş bir korku ya da bir kuşku, ardı ardına felaketler getirebilir. Bir söz; küçük bir çengel atarak zihnimize girebilir, mevcut doğrularımızı, ilkelerimizi ve tüm yerleşik inanç sistemimizi iyiye ya da kötüye doğru değiştirebilir. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, asla hayallere dayalı sözler söylememiştir. Sözleri, insanımızın karakterini anlatırken diğer ulusları incitmez ve saldırganlık içermez. Bir Türk cihana bedeldir derken, sadece manevi gücümüzü vurgulamıştır. Geldikleri gibi giderler derken: Barbar, işgalci ülkelere en güzel yanıtı vermiştir.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,Soz


Gri Bulutlar/Kültür - Sanat/milliyet blog



Kültür Bakanlığı desteğiyle yapımı gerçekleştirilen, Eve Giden Yol isimli film mutlaka izlenmeli.

Bu başarılı filmde: Oyuncularımızın aldıkları rolleri mükemmel canlandırmaları bir yana, doğa ve olayların yaşandığı mekanlar çok hoş. Konular, tarihimizi yansıtıyor. Çekimler, Antakya çevresinde yapılmış: Dönemin gelenekleri,
 kıyafetleri, konaklar, kervansaraylar, devletin gün geçtikçe kendi otoritesini koruyamaması, tedirginlik, yoksulluk, cephelerdeki son çırpınışlarımız, çöllerde kavrulan insanlarımız izleyiciler açısından gerçekten etkileyici. Ben çok beğendim.

Filmin bazı sahnelerinde tuhaf oldum. Yalnızca gerilmekle kalmadım, oturduğum koltuktan kalkıp gitmek istedim. Çünkü görüntüler, konuşmalar, insanın yüreğine saplanan türden. Kaç kez gözlerim doldu. Dedelerimizin, güç koşullarda, inançlarını asla yitirmeden, vatana karşı sorumluluklarını nasıl yerine getirmeye çalıştıklarını görmekle çok duygulandım.

İngiltere, bütün Arap topluluklarını kandırarak, Türklere karşı kışkırtarak, Osmanlı İmparatorluğu adına o bölge topraklarını koruyan askerlerimizin imha edilmelerini sağlıyor. Bir vahşet yaşanıyor.

Çöl ortasında, çemberde direnen birliğimizin, İngilizler ve Arap destekçileri karşısında, ne yazık ki çıkışları yoktu. Su, yiyecek hiç kalmamıştı. Suya ulaşan yol kesilmişti. Kendi kaderimizle baş başa, zamanımızı doldururken, İngiliz General haber gönderip görüşme talebinde bulundu. Talebini kabul ettik. Karşılama ve bakışmalar görülmeye değerdi. İngiliz, silahlı korumalarıyla gelirken, Arap Şeyhi de onun arkasında, gönüllü sekreteri gibi davranıyordu.

Görüşme bizim çadırda, ayakta yapıldı. Sadece bir - iki dakika ve biz, gelenlere kapıyı gösterdik. Çünkü karşı taraf, kendi malzeme üstünlüğüne güvenerek ve bizi küçümseyerek: Silahlarınızı teslim edin, canınızı kurtarın, daha böyle kaç gün dayanabilirsiniz ki dedi ? Sizin intihar edecek merminiz kaldı mı acaba dedi ?

Paşa, koşullar nedeniyle üzgündü fakat ezik, umutsuz değildi. Başı dikti. Düşündü, gezindi. Düşünürken, çadırının önünde nöbet bekleyen askerin yüzüne baktı bir ara, ayakta uyuduğunu gördü. Nöbetçiye sert biçimde: Sıkı dur dedi ama aldığı sesli uyarıyla gözünü açan askerimiz yıkıldı ve oracıkta hemen öldü. Hayatta kalanlarla, son bir hamle yapılması, böylece bir grup insanımızın kurtulması düşünüldü. Bu derhal uygulandı. Düşman çemberi yarılmış oldu.

İngiliz birliklerinin, çöl ortamında kullandıkları değişik silahlardan başka, eski model uçakları vardı. Bu çok önemli. Diledikleri bölgeleri, özellikle içinde asker gönderildiği istihbaratını aldıkları trenlerimizi bombalıyorlardı. Araplar ise, yakaladıkları Türkleri, develerin arkasına bağlayıp yerlerde sürüklüyorlardı. Çöllerde can pazarı: Din kardeşi olduğu halde sırtımızdan vuranlar, kan ve şiddete doymayanlar, ahlak ve vicdan yoksunluğu, cahillik, insanın yüreğini burkan işkenceler.

Filmin başka sahnesinde: İngiliz General, içindeki düşmanlığını yenemediğinden, Selahattin Eyyubi’nin türbesine geldi. Saygısızca içeri girdi. Çizmesini, o değerli komutanın mezarına dayayarak, şöyle dedi ( alaycı, gururlu ve tehdit kokan bir tarzda ): Selahattin, sen izin vermedin ama bak biz yine geldik. ( itici, kompleksli hali hep belirgindi ).

Kalbimin atışları hızlandı. Filme iyice yoğunlaşmışım.

Mezar, her şeyin üzerinde bulunan bir makamdır, kime ait olursa olsun. Ölüyle tartışmaya girmek, büyük bir zayıflık ve çok iğrenç bir psikoloji.

Selahattin Eyyubi (1138 - 1193) bilindiği gibi, tarihte, Haçlı Seferinde oynadığı büyük rol dolayısıyla anılmaktadır. Filistin’i elde tutmak için Hıristiyanlar’a karşı mücadele etmiş, olağanüstü cesareti nedeniyle, İngiltere Kralı 1. Richard’ın da bulunduğu tüm batı hükümdarlarınca, takdir ve saygı görmüştür.

Bunlar geçmişte kalanlar. Önemli olan: İngiltere’nin, uzun vadeli planlarını yaşama geçirmesi. Ortadoğu üzerindeki egemenliği ve halen sürmekte olan denetimi. Zaten çoğu İslam ülkelerinin yöneticilerinin batı hesabına, severek çalıştıkları bilinen bir gerçek.

Günümüzde, artık gizli saklı tarafı kalmayan başka büyük tehlike: Aynı İngiltere, ABD yardımıyla Türkiye’yi parçalamak istemekte, Türkiye’yi bölünmüş gösteren haritalar yayınlamakta. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, etnik ve dini zeminlerde, iç karışıklık çıkarmayı amaçlamakta. Kukla Kürt Devleti ve Ermenistan üzerinden tansiyonumuzu yükselten projeler hazırlamakta.

Canavarlar canlandılar: Emrediyorlar ve emirlerinin kabul edileceğini sanıyorlar.

Geçtiğimiz aylarlarda, ciddi basın kaynaklarında ve yorum merkezlerinde vurgulandığı üzere: Rusya Genelkurmay Başkanı Yuri Baluyevski önemli bir açıklama yaptı. Rusya’nın, SSCB döneminde ABD ile imzalanan, Kısa ve Orta Menzilli Füzelerin İmhası Anlaşması’ndan tek taraflı olarak vazgeçebileceğini belirtti. Baluyevski: Anlaşmayı kendilerinin tek taraflı geçersiz ilan etmeleri için, ellerinde Washington’a sunabilecekleri çok sayıda kanıt olduğunu söyledi. ABD, füze kalkanı projesine devam etmektedir. Bu sistemlerin Çek Cumhuriyeti ve Polonya’da kurulmasıyla ilgili hazırlanan planları biliyoruz. Birçok ülke, füzelerini geliştirmeye ve modernleştirmeye çalışıyor. Ancak Rusya, imzaladığı anlaşmaya uyarak bu füzelerin kopyası olmayan teknoloji bilgilerini sildi. Anlaşmadan vazgeçmek için en geçerli neden: Taraflardan birinin diğerine sağlam kanıtlar göstermesidir dedi.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ise ( Münih Güvenlik Konferansında yaptığı konuşma ): Amerikan yönetiminin, ulusların sınırlarını değiştirmek hedefiyle, kendi sınırlarını aştığını ve bunun dünyadaki istikrarı bozduğunu söyledi.

Putin’in Uyarıları Şunlardı ( özetle ):
1) Bir ülkenin tek başına hareket etmesi dünyada her zaman daha fazla acı getirdi. ABD birden fazla alanda sınırlarını aştığı gibi herkese isteklerini kabul ettirmeye çalışıyor.
2) Hiç bir ülke, kendini güvende hissetmiyor. ABD politikaları dünyada silahlanmayı teşvik ediyor.
3) Irak işgali en son çare olmalıydı.
4) Romanya ve Bulgaristan’a ABD füzeleri yerleştiriliyor.
5) İran yönetimi nükleer çalışmalarının barışçı amaçlı olduğunu açıklıyor. Bu açıklamaların dikkate alınması daha verimli olacaktır.

ABD Savunma Bakanlığı: Günümüzde kimsenin Rusya ile soğuk bir savaş istemediği, Doğu Avrupa’daki füzelerin NATO üyelerini korumaya yönelik oldukları kısa açıklamasını yaptı. Elbette bu sözler inandırıcı değildir.

Savunma Bakanı Gates’in, kısa bir süre önce Temsilciler Meclisi’nde konuşurken, Şer Ekseni içinde saydıkları: İran, Irak, Kuzey Kore gibi ülkelere, Rusya’yı ve Çin’i de eklemesi tepki görmüştü.

Dosyalar kapatılmıyor. Emperyalizm daha çok şeyler dayatacak yoksul halklara. Çünkü şirketler doymadılar.

Bize dönelim: Ufkumuza değil, doğrudan yüreklerimize saldırı var. Dağılmadan yaşamaya, ilerlemeye devam edebiliriz ( ancak üç maddeyi benimsediğimizde ): Gücümüze inanarak, birbirimizi gerçekten severek, disiplin içinde çalışarak .

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Çemberin içindeki kadın/Kültür - Sanat/milliyet blog



Telefonunu 24 saat açmamak üzere kapattı. Farklı bir mekanda, özellikle doğada bulunma isteğiyle, akşam saatlerinde arabasına binerek hızla kentten uzaklaştı.
Yaşadığı yerde, dekolte kıyafeti ve sıcak sözleri nedeniyle herkes onu izliyor, doğal davranışları insanlarda tedirginliğe yol açıyordu. Belki de hedef gösteriliyordu.

Daha da hızlandı. Açtığı sert müzikler ve içtiği sigaralar, ofisinden taşıdığı gerginliğini azaltmıyordu. Deniz kıyısına ulaştığında bildiği bir kayanın üzerine çıktı. Oturuş biçimiyle, galeride duran sanat eserlerine benziyordu.

Toplumun bu kadar yozlaşmasını, 21. yüzyılda insanların hala, başkalarının özel yaşamlarına müdahale etmeyi, kendileri açısından öncelikli görev kabul etmelerini üzüntüyle karşıladı. Etrafında kedi gibi dolaşan, kariyer sahibi fakat ikiyüzlü, dedikoducu ve başkaları için küçülebilen insanlara acıdı. Durgunlaştı. Aklıyla, ruhuyla uzaktaki sevgilisine kilitlendi.

Zorlu bir dönemdi. Bazı şeylerin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu. Koşullar ne olursa olsun, ne kadar stres ve tehlike altında bulunursa bulunsun, içindeki beyaz - yumuşak umut ışığının parlaklığını koruması gerektiğini düşündü. Denize dikkatle baktığında, tanık olduğu ışıltılar, içini saran hoş bir sıcaklık duygusuna neden oldu. Fakat aynı ışıltılar, sonsuzluğun içindeki bu dünyanın aslında ne kadar küçük olduğu duygusunun da benliğini kaplamasına neden oldu.

Felsefeyi seviyordu. Anlamlı şeylerle uğraşmayı seviyordu. İnsanoğlu, bu dünyanın gerçek sahibi değil ve hiçbir zaman da olmamış. Fakat bu dünyayı kendi malı sanarak ona dilediği gibi, kendi çıkarları doğrultusunda saygısız bir tarzda davranıyor. Milliyet ve din savaşları çıkarıyor. Virüsler üretiyor. Denizleri kirletiyor, toprakları zehirliyor. Dünya, bizlerin olmayı henüz başaramadığımız kadar verici bir varlık. Hep verdi ve bizi barındırmaya, korumaya devam ediyor dedi kendi kendine.

Dün geceye döndü. Telefondaki o sevimsiz konuşmaları hatırladı. Konuşmalar uzadıkça uzamıştı. Aslında hiç gereği yoktu yaşadıkları sıkıntıları abartmanın ama yolunda gitmeyen şeyleri konuşmamak rol yapmak olurdu. Tartışma sonuçsuz kaldı.

Kalın maskeleriyle, her gün bir grup duygusuz canavar ona mutlaka ulaşıp, öfkeyle bakıyordu. Bu, yıldızlara sığınmak isteyen masum bir gece bulutunun, acımasızca bıçaklanmasına benzeyen bir şeydi. Bu, güvenlik makamlarına anlatımı güç olan bir tacizdi. Bunların sürekli hissedilmesinden doğan ciddi bir kırgınlık, ciddi bir moral eksikliği vardı. Oysa mutlu olmak, herkesten çok onun hakkıydı. Bir savaşa katılsa; aşkı çok şeyleri susturabilir, çok şeyleri kökünden değiştirebilirdi.

Son günlerde hıçkırarak ağlamıyordu, bekliyordu sadece, gökyüzüne dokunan bir anıt gibi. Beklemek zordu ama zoru başarabilirdi. Çünkü içindeki doğal mimari, dış çizgileri kadar olağanüstü güzeldi. Geceleri okuyor, notlar alıyordu. Yaşama dair, ölüme dair bulduğu ağır imgelerle sevgisini çoğaltmaya çalışıyordu.

Deniz kıyısında, yaşadıklarıyla baş başa kaldığında; dünyasını, bedenini daha güçlü sevmesi gerektiğine inanıyor, içindeki sarsıntıları böylece yenebiliyor, yaşamının anlam kazandığından emin olabiliyordu.

Buluştuğu bu kayanın çağrışımları eşliğinde nefes alıp vermesi, denediği bütün sakinleştirici ilaçlardan daha yararlı oluyordu.

Başını kaldırdı hafif gülümseyerek ve siyah gözleriyle süzülüp giden güneşe baktı. Güven vericiydi. Ufku daha çok aydınlandı. Doğanın kendisine sunduğu yüce değerlerin ruhundaki acıları hafiflettiğini hissetti. Dergiden kesip sakladığı iki sözü tekrar okudu.

Eğer aşk varsa insanın hayatında; diğer bütün şeyler yolunda gitmese de olur.
Dostoyevski

Bir kadının giyebileceği en güzel giysi sevdiği erkeğin kollarıdır.
Yves Saint Laurent

Hava karardı. Elindeki kağıdı cebine koydu. Hep dokunmak istediği yıldızlara baktı. Gözleri doldu. Onlar da yorulmuşlardı yaşamaktan.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,