Günlük yaşamda, yolunda gitmeyen şeyler katlanıyor ve bunların bireysel olduğu kadar toplumsal nedenleri yeterince sorgulanmıyor. Toplumun sorunları bireylere yansımakta, bireylerin sorunları da toplumu etkilemekte. Yani toplumsal ve bireysel sorunlar birbirinden ayrı değil, iç içe.
Bu arada, kitleleri saran, hareketsiz bırakan bir yaşam tarzına tanık oluyoruz. Aslında buna ( doğru anlatımla ), yaşam tarzı denemez. Yaşam belirtisi ya da yaşam kavgası diyebiliriz. Çünkü solgun tablo, bu tanımın ötesinde canlı ifadeler sunmuyor. Yarı ölü, yarı diri bir çırpınış var. Gerçek anlamda tercihler yerine, otomatik gerçekleşen eylemlerde bulunuyor çoğu insan. Belki de o insanlar gönüllü, istekli değiller, yaptıklarına izleyici kalmaktan dolayı rahatsızlık duyuyorlar ama akıntılarda sürüklenmekten kurtulamıyorlar. Eğitimi ele alma yöntemi, karşı cinse yaklaşım biçimi, yaşama bakış, dünya gerçeklerine bakış, zihinlerine gelip yerleşiyor, yerleşenler ezberleniyor.
Rahmetli yazarlarımızdan Aziz Nesin, bu konularda keskin konuşurdu ve tepki alırdı. Geldiğimiz noktaya bakarak, toplumumuzun düşüncelerinin, gerekli düzeylerde işlemediğini anlayabiliriz. Dağarcığımızdakileri sunmakla tuzaklardan kurtulamadık. Yarınlarımızı dışarıda hazırlayan yabancı elleri itmeliyiz ki rahat nefesler alabilelim, yaşama daha özenle bakabilelim. Uyuşukluğumuzu aşıp umutlarımızı selamlayan düşüncelerle yeni bir zemin yaratabilelim.
Bugün, her şeyi iyi bildiğimizi, her şeyi sağlıklı düşündüğümüzü iddia ediyoruz. Bilincimizin açıklığını savunuyoruz ama ne yazık ki insani tepkilerimiz zaman içinde kaybolmuş ya da çok azalmış: Ürkmek, şaşırmak, mahcup olmak, rahatsızlık duymak, sıkılmak, gerilmek, hayal kırıklığına uğramak, zehirlendiğini hissetmek, aşık olmak gibi. Önemli bir gerçeği fark ettiğimizde, bu insani belirtileri anında gösterebilmeliyiz. Gösteremiyoruz. Bir şeyleri, kendimizin fark etmesi gerekiyor. Televizyon kanallarından kavramaya çalışmak, emeksiz - sağlıksız kazanım oluyor. Çok hızlı buharlaşıyor.
Uyanma yolunda, büyük adımlarla mücadelemizi başlatmalıyız. Sadece politik inançlarla, sosyal inançlarla, psikolojik inançlarla değil tüm çürük inanç sistemleriyle mücadele ederek onların bizlere onaylattıkları değerlere yeniden, özgürce değerler biçmeliyiz. Bunu yapamadığımızda: Güdümlü robotlar olmaya devam ederiz. Kıyamete kadar böyle gider. Neden gitsin ? Ne zaman mutlu olacağız ? Ne zaman borçlarımızdan kurtulacağız ?
21. yüzyılın uygar batı toplumlarında, papazlar yardımıyla kiliselerde hala günah çıkaran, günahlarından böylece arındığını, temizlendiğini sanan zavallı insanları anlamak yerine, bu tür davranışların saçmalığını, gereksizliğini, onları kırmadan anlatmak büyük kurumların, medyanın işi ama dönen yel değirmenlerini kimse durdurmak istemiyor. Kimse riskli işlere soyunmak istemiyor. Zaten kökleşmiş, sektör haline gelmiş, kutsallık giydirilmiş yapılardan rant sağlayanlar, kurulu düzenin yaşaması için her yolu denemekteler. Papazlar, sevgi dolu insanlarsa gerçekten, tarihteki Haçlı Seferlerini neden desteklemişler, kışkırtmışlar ? İsa’yı, Tanrı’nın oğlu kabul etmeleri, Hıristiyanlığı diğer dinlerden üstün görmeleri gibi abartılı görüşler günümüzde hala yaygın.
Bizdeki ego ve zevk düşkünlüğü ayrı bir sorun. Cahilliğimizin ince bir şekli. Çünkü eğer insan gerçekten aydınlanmış, gerçekten bilgili olabilse, bedensel çalışmalarından aşırılığa kaçmadan zevk alır. Bunu başaranlar, yani yaşamında ölçülü olanlar: Organizmanın aldatılamayacağını, doğanın aldatılamayacağını ve sonuçta içgüdülerinin gereksinimlerinin daha ötesine gittiğinde, bedelini mutlaka ödeyeceğini bilenler. Bedenimiz, çelik, taş değil: Etten - kemikten yapılmış.
Doğaya rüşvet verilemez. Doğa, ancak işleyişiyle ilgili bilimsel bir çalışmayı kabul eder, hoş karşılar. Kimseye acımaz, kimsenin elinden tutmaz.
Sigara, alkol, uyuşturucu tüketimi, kumar alışkanlığı, cinsel sapmalar, fazla beslenme kişinin sonunu hazırlıyor. Kurban, tehlikenin farkında ama o gün aldığı zevkin daha sonra ödemesi gereken bedele değdiğini düşünüyor ya da hiç bir şey düşünmüyor. Dünya umurunda değil. Varlığına, dolayısıyla iç organlarına saygısı yok. Zaman geçiyor, ödeme tarihi geliyor. Teslimatı ertelemek mümkün değil. Sağlığını yine kendi elleriyle veriyor. Ağlamanın - sızlamanın yararı olmuyor. Rüzgar ekildiğine göre, fırtına biçilecek. Fırtına kasırgaya da dönüşebilir. Nuh Tufanında kaybolmak da olası.
Bana ne, ben karışmam, beni hiç ilgilendirmiyor diyerek toplumda yaşayan kötü alışkanlıkların kontrol edilmesinde sorumluluk almayı sıklıkla reddediyoruz.
Örneğin: Kuruyan, küflenen ya da gereğinden çok satın alınan ekmeği çöpe atıyoruz. Büyük saygısızlık, büyük sorumsuzluk. Bahçeye, terasa bırakılsa kuşlar mutlaka görüp tüketecekler. Geçmişte, kıtlık günlerinde büyüklerimiz, bugün beğenmediğimiz o ekmekleri yemişler, cephelerde savaşmışlar üzerinde yaşadığımız topraklar için.
Örneğin: Oturduğumuz yerden geçmekte olan bir cenaze otosunu gördüğümüzde hemen ayağa kalkmak zorundayız. Kalkamıyoruz. Önemsemez olduk. Ölenle ölünmez gibi geçiştirici sözler …
Örneğin: Arabası olan biri ( eğer arabasıyla bütünleşenler kategorisine dahilse ), kaybettiği yakınının mezarının dibine kadar arabasını yanaştırıyor. Amacı: Ziyaret. Aslında, aracın dışarıda bırakılıp yürüyerek girilmesi gereken bir mekan orası. Dünyamız içinde başka bir dünya. İnsan, bu dünyanın makam ve zenginliğiyle oraya girmemeli ama rahatça giriliyor. Motosikletle tur atılıyor içeride, müzik dinleniyor, dahası şarap bile içiliyor. İçildikten sonra şişe kırılıyor.
Örneğin: Emekli ve bir kurumdan her ay düzenli, yeterli maaş alan bazı insanlar, bir işletmeye, bir ofise gidip, duygu sömürüsüyle, çay - sigara masrafım çıksın yeter mantığıyla işe başlamakta. Daha doğrusu kendilerini işe aldırmakta. Öbür yanda yoksullukla, güç koşullarda yüksek eğitimini tamamlayan başarılı, tertemiz bir genç, aç kalıyor. Gözleri ağlamaklı. Karamsar ruh haliyle, kahve köşelerinde zaman öldürüyor. Suç işlemeye çok yatkın. Çünkü sürekli bir gerilim içinde. Gençlerimiz bunu hak etmiyor. Hiç bir hükümet işsizliğe çözüm getirmedi ülkemizde. Geçim sıkıntısıyla çok yuvalar dağıldı. Bunlar hepimizin sorunu.
Felsefeci Albert Camus diyor ki: İnsanın tek başına mutlu olması utanç vericidir. Eğer utanma duygularımız törpülenmişse: Toplumumuzun içine düştüğü pozisyonlar bizi hiç etkilemez. Bizi etkileyip üzen şey: Şahsi çıkarlarımıza yapılan saldırı olur sadece.
Bencilliğin içinde boğuluyoruz. Nereye kadar ?
Claudius
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, Kültür,Sanat,bayramcigerli.blogspot.com, Güzel Yazılar,
0 Comments:
Yorum Gönder