Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

H. Balıkçı' sının Savcı sı/Kültür - Sanat/milliyet blog




"Hapishanede idama mahkum olanlar, bilerek asılmağa nasıl giderler? !" başlıklı yazısı ile zamanın "İstiklal Mahkemesince 3 yıl 'Kalebend'lik ' cezası ile Bodruma gönderilen Halikarnas Balıkçısı'nın, bu hapis cezasını affa uğratan hukukçu, bir takvim yaprağındaki resminden tanındı... Nerede? 'Bodrum
 Marinasındaki bir kahvenin duvarında... Nasıl? 'Bir takvim yaprağında!'... Kim tarafından? 'Torunu tarafından. 'Torunu kim? 'Halen İzmir E.Ü.Tıp Fakültesinde Doç. Dr. Cüneyt Özek tarafından... Dedesi de işte o zaman Bodrum'da savcı olan ve Balkçı'yı affettiren Savcı: Cemil Özek...

Bir pazar günü Bodrum'a gitmiş İzmirli doktorumuz... 1987 yılında ölen dedesini, şöyle böyle hatırlıyor. Lokalin duvarındaki takvime göz gezdirirken, 'Bu beyaz şapkalı kim? ' diye soruyor oradakilere. 'Bodrumspor'un takım kaptanı Cemil Özek diye cevaplıyorlar doktoru. Bu resimdeki adam, dedesi aynı zamanda... Sen Bodruma gezmeğe gel. Takvim yapraklarında da ayrıca bul o'nu... Yepyeni bir cephesini öğren dedenin... Olacak iş değil... Hem de yıllar sonra!

Hiç bilinmezdi şimdiye kadar... Bu günlerde gün ışığına çıktı. Ki, Halikarnas Balıkçısı'nın Kalebend' liğinin affedilmesi için savcımız, İstiklal Mahkemeleri Başkanları olan üç Ali'lere mektup yazmış buradan... Cevat Şakir için. Ve cezası böylelikle kaldırılmış. Sonra dost olmuşlar. Akşamları birlikte yemek yer, eğlenirlermiş. Savcı, 'Adamın hası' nı', taaaa o devirlerde bilmiş... Bu devirlerde olsa gel de anlat şimdi! Arya söylermiş o bas sesi ile Balıkçı...'Mavi Sürgün'ü, onun zamanında yazmış. Savcı o kitabı ilk okuyanlar arasında anlayacağınız...

Balıkçı İstanbula geliyor. 'Daha ne kadar cezam kaldı? ' gibilerinden. Diyorlar: 'Sen zaten çoktan serbestsin!' O da, temelli Bodrumlaşmak için sevine sevine, zıplaya hoplaya Bodrum yolunu tutuyor... 1947 de çocuklarının eğitimi için İzmire yerleşen, gazetecilik, turizm rehberliği yapan, 1973 de kemik kanserinden ölen Balıkçı, Bodrum'da vasiyeti üzerine yapılmasını istemediği mezarında, yüzü 'Arşipel'e' dönük yatıyor...

Nerden nereye... Yıkık dökük Bodrum Kalesi şimdiki Marina Lokali olan kahve duvarlarındaki Balıkçının Savcısı Cemil Özek... Koskoca sürgün'ü 'Mavileştirerek'' Mavi mavi, masmavi'ye boyayarak geçiren koca çınar Balıkçı... O gün, bu gün bir efsane olarak anılıyor. Bütün teknelerin, Yeryüzünün bütün tatilcilerinin, cümle turist'lerin aşina oldukları mavi yolculuklar... Mavi yolculukların kurucusu, başlatıcısı, tanıtıcısı, yeryüne yayanı Halikarnas Balıkçısı Kabaağaçlı! Denize bağlı... Güzelliği, özgürlüğü, başkaldırıyı, insanoğlunun gelmişteki, gelecekteki arayışlarını, bunalımlarını, korkularını günışığına çıkaran, alabildiğince etkin bir anlatımla ortaya koyan bir adam...

Onun gibi bir kimse, 'Denizi ve güneşi' ancak böyle anlatır. Deniz Gurbetçileri'nde ne diyor Balıkçı'mız? 'Şafağın müjdecisi, güneşin önderi sabah rüzgarı, serin serin yelpazeliyordu. Geceyi de, karanlıkları da uzağa üflüyordu. Sabah yıldızı doğuda, şafağın koynunda çınlayan bir gülüştü... Deniz cam gibi durgundu, ama arasıra gelen ufacık kırışıklıklar, sabah yıldızını, ağaran evlerin ayak uçlarına getiriyordu. Bembeyaz Bodrum, masum uykusunda uyuyordu...'

Evet! Bodrum şimdi de beyaz evleri ile, üstüste yaşıyor. Yazın herkes Bodrumlu. Aşağı kurtarmıyor. Yazın, herkes 'Sürgün'... Hen de 'Gönüllü... Cevat Şakir, o saf, o bakir ama manalı sessizliğinin içinden bir sürgün felsefesi yarattı kendince. Bu gün her yerde konuşulan, bunlardır. O, 'Sürgün'leri' bile maviye boyadı. Rüyalar, hülyalar bile mavi buralarda şimdi. Her yer, mavi mavi masmavi... Mavilikler tütüyor bu diyarlarda... Yaz ve kış...

O, 'sürgünleri' bile mavileştirdi... Nefesi bile mavi kokardı Balıkçı'nın... O'nun manevi oğlu arkadaşımız Prof. Dr. Şadan Gökovalı O'nun için şöyle der: '' Ne mutlu bize ki, Ege'nin bir Balıkçı'sı var!

RESİMALTLARI: Bodrum Savcısı ailesi ile (Ortada oturan) Bodrum ve mavi yolculukları

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Çağan Irmak'lı günlerim.../Kültür - Sanat/milliyet blog




Bugünlerde Çağan Irmak’la geçiyor günlerim. Çalışmadığım için, sabahları, gösterildiği dönemde çok beğenerek izlediğim, Çemberimde Gül Oya’yı tekrar seyrediyorum. Bir şeyi ikinci defa seyretmeyi bilirsiniz neler olacağının farkındasınızdır bir sonraki sahneye hazırlıklısınızdır, bu sizi ayrıntılara doğru
 sürükler. Ayrıntıların dünyası otobandan çıkıp haritadaki ara yollarla bir yeri keşfetmeye çalışmak gibi bir şey bana göre. İşte ben bu zevki yaşıyorum her sabah. Onda kalkıyorum diziyi seyredip öyle güne devam ediyorum.

Yanlış anlamayın ne televizyon izlemeyi ne de bir diziye saplantı derecesinde bağlanmayı severim. Benim ki aslında bir beyin jimnastiği. Beni çok düşündüren bende yeni ufuklar açan bir dizi bu. Hiç bilmediğim bir dönemdeki olaylar bana acaba ben o dönem yaşasam neler yapardım sorusu uyandırıyor. Bu duyguyu ve kendimi yormayı sabaha hayal dünyamı da uyandırarak başlamayı seviyorum. Bir sabah uyanıyorum Yurdanur’um her şeye göğüs gerebilecek kadar güçlü, ertesi gün Zarife’yim ulaşamadıklarıma pencereden bakıp gergef işliyorum, bir başka gün Canan’ım içim kan ağlarken bile gülebilecek kadar yürekli …

Asmalı Konak’ta aynı duyguları hissetmemiştim. Hatta toplasanız on bölüm ancak izlemişimdir, o da diğer insanların zoruyla. Aslında en rahatsız olduğum şey insanların Asmalı Konak, Bir İstanbul Masalı, Kurtlar Vadisi gibi bazı dizileri hayatlarının merkezi haline getirmeleri. Bu dizilerin olduğu günler hayat duruyor onlar için. Birini arayıp gece bir şeyler planlamaya çalışırken aa pazartesi olmaz şu dizi var dediğinde gerçekten midem bulanıyor. Çok sinirleniyorum. Hayatını dizinin yönetmesine izin veren küçük insanları sevemiyorum. Ama o insanları ne hayatımdan çıkarabiliyor ne de bunları yüzlerine söyleyebiliyorum sonuç olarak saplantı haline gelen diziye karşı önyargım oluşuyor.

Çağan Irmak’sa gerçekten benim için araştırmaya değer biri. Bu hafta internette onunla ilgili baya bir yazı okudum. Ama merakımı giderecek sorular ona hiç sorulmamıştı. Gerisini hayal etmek zorunda kaldım. Çağan Irmak 4 Eylül 1970 İzmir doğumlu. Seferihisar’da geçmiş çocukluğu. Maalesef Seferihisar nasıl bir yer bilemiyorum bu biraz hayal kurmamı engelliyor. Kendimce Babam ve Oğlum’daki gibi bir yer olduğunu düşünüyorum. Sonra geçen gün konuşurken bir arkadaşımın dediği nokta takılıyor aklıma neden hiç küçük kız çocukları yok filmlerinde ve dizilerinde ? Ve neden filmleri bu kadar güzel, bu kadar dokunaklı ve bu kadar rahatsız edici ? Bence Çağan Irmak filmlerinin ortak özelliği bu, seyirciyi rahatsız etmesi. Film bittikten sonra bile hafif hafif dürtükleyen, en güzel rüyaların içinde birden beliriveren, sabah uyandığınızda kafanızda soru işaretleri yaratan.

Merak ediyorum nasıl bir çocukluk geçirdiğini ? Bütün bu yaptıkları garip bir şekilde birebir yaşadığı şeyler gibi geliyor ve bu yanılsama halim beni daha çok rahatsız ediyor. Sanki “Mustafa Hakkında Herşey” deki kardeş cinayetini işleyen de, babası öleceği için dedesinin evine bırakılan da, 1980 döneminde öğretmeni tarafından bütün bu yaşadıklarımı anlat denen de Çağan Irmak benim için. O fantastik öyküler kuran bir çocuk. Bense onun öyküleriyle kafası karışmış, artık bir seyirci olmaktan çıkmış, bir dedektif gibi onun filmlerinde dizilerinde satır aralarını okumaya çalışan obsesif biriyim.

Sanki onun bütün sırlarına bir gün, filmlerinde herkese gösterdiği ateş böceklerini görebilirsem kavuşacakmışım gibi… Bekliyorum…

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Çocukluğumun en sadık dostları/Kültür - Sanat/milliyet blog




Çizgi film izlemeyi hep çok sevdim ben. Bugün bile hala ilerlemiş yaşıma rağmen kendimi engelleyemiyor. Televizyonda yakaladıklarımı ya da vizyona giren gerçekten film tadında hatta bazen onlardan bile güzel çizgi filmleri.

Çocukken en sevdiklerimden biri uçan kazdı kardeşimle televizyonun dibine otururduk tüm “biraz uzak otur gözünü bozacaksın” uyarılarına rağmen. Rüyalarımda o kazla dünyayı gezerdim ben. Beni her gece kanadına alır pencereden kaçırırdı uçan kaz. Kendimi Clementine zannederdim çoğu zaman. Ne kadar da güzel bir müziği vardı… Sonra Yakari küçük Kızılderili.

Sonra sonra başladı He-man, Voltran’lı vurdulu kırdılı çizgi filmler. En sevdiğimiz repliklerdi. “Hadi Voltranı oluşturuyoruz!” ya da “Gölgelerin gücü adına güç bende artık!” Bir dönem Japon olmak istedim ben çünkü onların çok büyük güzel gözleri olduğunu ve öyle gözlerinden yaşları fıskiye gibi fışkırtabildiklerini sanıyordum. Büyüdükçe anladım ki Japon çizgi filmlerindeki karakterler hiç de Japonlara benzemiyor. Kendimi aldatılmış hissettim. Hiç sevmedim Japonları bu yüzden.

Şimdi ise Buz Çağı favori çizgi filmlerim arasında çocukluğumdaki çizgi filmlerin tadını buluyorum onda. O garip sincabın atası olduğu düşünülen yaratık beni çocukluğumun tuhaf kıvrımlarının arasında dolaştırıyor.

Şimdiki çocuklar maalesef daha şiddet içerikli çizgi filmlerle büyüyor. Sadece çizgi filmlerde değil, oyuncaklar ve bilgisayar oyunları da onları bir şiddetin içinde oynamaya zorluyor. Üzülüyorum onlar için hem de çok …

O yüzden sımsıkı sarılıyorum çocukluğuma çocukluğumun mutlu masallarına… Bir gece uçan kaz beni ve Clementine’i alıyor . Yakari’de atıyla aşağıdan bizi izliyor. Güzel sakin bir bahçe buluyoruz. Saklambaç oynuyoruz ben sayıyorum “1,2,3,…….29, 30 önüm arkam sağım solum sobe saklanmayan ebe” gözlerimi açıyorum bir de ne göreyim kimse yok hepsi yokolmuş. Yerlerinde ellerinde silahlı beni kovalayan kötü adamlar, katiller ve dna’ larıyla oynanmış yaratıklar. Koşmaya başlıyorum. Onlar peşimden ateş ediyorlar, bir uçurumun kenarına geliyorum atlıyorum, düşmeye başlarken. Uyanıyorum… Herşey bir kabusmuş diyerek ışığı açıyorum. İşte hepsi buradalar. uçan kaz kapımın önünde boynuna gömmüş kafasını, Clementine yanımda yatıyor, Yakari atının sağrısına dayamış başını uyuyor. Gülümsüyorum, “onlar beni hiç bırakmadı ki” diye mırıldanarak uykuya dalıyorum …

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Luc Besson'un son masalı.../Kültür - Sanat/milliyet blog




Angela bir Luc Besson filmi. Filmin senaristi ve yönetmeni de kendisi. Filmin en ilginç tarafı siyah beyaz olması. Bu durum filme inanılmaz bir animasyon havası vermiş.

Filmin konusu çok da ilginç değil. Hatta bazıları Melekler Şehrini andırdığını bile söyleyebilirler. Kısaca konuyu özetlersem; Andre beceriksiz bir dolandırıcıdır ve bir gün köprüden atlamak üzereyken Angela ile karşılaşır…

Andre’yi Jamel Debbouze oynamış. Onu Amelie’den hatırlayanlar olacaktır. Geceleri resim dersi alan manav çırağı. Amelie’de de gerçekten kısa ama dikkat çekici bir roldeydi. Jamel 18 Haziran 1975, Fransa doğumlu. Fransa’da Zidan’dan sonra tanınan tek Kuzey Afrikalı olarak biliniyor. 15 yaşındayken bir kazada tek kolunu kaybetmiş Jamel. Filmde şaşkın,başarısız ve umutsuz bir insanı gerçeten başarıyla canlandırmış.

Luc Besson filminde oynattığı iki karakteriyle tam bir zıtlık yakalamış. Biri kısa,şaşkın,esmer bir adam; diğeri uzun boylu, zayıf, sarışın bir kadın. Çekimler görsel bir ziyafet. Sanki Luc Besson kafasında bazı resimler çekmiş ve bunları filmin içerisine yerleştirmiş. Çizgi film karakterlerini andıran ikiliyi izlerken eminim keyifli vakit geçireceksiniz.

Ben en çok köprüde yan yana durup nehrin akışını seyrettikleri sahnede arkadan çekim yapılan anı sevdim. Sanki yaşamı simgeliyor gibiydi. Hiç aklımdan çıkmayacak bir fotoğraf karesi. Kadın ve adam öyle farklı, öyle zıt ve öyle güzeller. Hayat siyah beyaz bakınca bile farklı, çekici. Zaman köprünün altından akan bir nehir gibi hiçbir şeye ve hiç kimseye aldırmadan akıp gidiyor… Bir fotoğraf karesi sanki yaşamımızın aynası…

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Evde film izlemek gibisi yok/Kültür - Sanat/milliyet blog




Havaların serinlemeye başlamasıyla evde film izleme günlerimiz de başladı bizim. Bu haftasonu birçok film izledim. Sinemaya gitmeyi o büyük ekranda hiç tanımadığım insanlarla bir anda gülmeyi ya da ağlamayı da çok severim. Ama evde film izlemenin keyfi de başkadır. Özellikle sinemalarda sürekli yemek
 yiyen insanları gördükçe evde huzur içerisinde film izlemenin keyfi daha bir başka.. Bir kutu kolanın en romantik sahnede açılma sesini duymadan veya yanımda oturan kişinin patlamış mısır yeme sesi eşliğinde ağlamadan ya da filmin ortasında bir şeyler almak için ayağa kalkan insanlar yüzünden filmin birkaç sahnesini kaçırmadan… Benim de son dönemde sinemadan el ayak çekmeme ve evimin mahrem sessizliğine kaçmama neden oluyor bütün bu yemek yiyerek film izleyen insanlar.İstediğim yerde filmi durdurabilmek, istediğim sahneyi tekrar izleyebilmek ve en önemlisi istediğim kişilerle film izlemek benim için büyük bir zevk.

Tek seyredemediğim film türü gerilim ve korku filmleri. Bazen çok merak edip seyrediyorum ama sonrası benim için kabuslarla dolu gecelere mal oluyor. Her defasında büyük bir yanılgı içerisine girerek bu defa korkmayacağım diyorum. Ama sonu genelde evde tek kalamamalara, ışık açık uyumalara ve hatta bazen uyuyamamalara neden oluyor. Bu durum o kadar uzun süre geçmiyor ki, hayat benim için olduğu kadar etrafımdakiler için de çekilmez oluyor. Bazen bir polisiye film sahnesi bile aynı etkiyi yapabiliyor. Özellikle psikolojik bir tarafı varsa bu durum beni çok sarsıyor. Her halde bu da bir hastalık bilemiyorum ama gerçekten çok korkuyorum. Bir anda başlayan bu korku beni çok tedirgin, gergin ve panik yapıyor.

İşin garip tarafı komedi filmi de sevmem ben. İlk tercihim değildir yani. Komedi olacaksa da içinde kesinlikle hüzün de barındırmalı bir film. O sadece gülünen Amerikan Pastası tarzı filmleri hiç sevemedim. Ben ince esprilerle süslenmiş filmleri seviyorum. Beni bir yerlere götüren film bitince bile üzerimde bir hakimiyet kuran. Birkaç gün beni etkisine alan ve yıllar sonra bile herhangi bir sahnesini tüm ayrıntılarıyla hatırlayabildiğim filmleri.

İnsan ne kadar çok ayrıntı fark edebilirse bir filmde, o kadar güzel hayal edebilir okuduklarını da. Her okuduğum kitapta da bunu ararım ben. Yazar bir ressam gibi yavaş yavaş çizmeli bana anlatmak istediğini ve ben o sahneyi gözümde tamamladığımda en güzel film sahnesi olmalı gözlerimin önünde beliren harflerin bütünü …

Sanat bir bütün değil midir zaten her seyrettiğiniz güzel filmde çok iyi bir ressamın sergisini gezmiş gibi olmaz mısınız ya da çok iyi bir roman okumuş gibi ve hatta en iyi besteyi mırıldanmış gibi…

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,



Yalvarıyorum sus!/Kültür - Sanat/milliyet blog




Geçtiğimiz günlerde Yılmaz Erdoğan’ın “yalvarıyorum” başlıklı yazısı (ya da kendi tabiriyle “güvercin kanadına yazılmış mektup”) yayınlandı Hürriyet gazetesinde. Yazı da genç ölümlere isyan ediyordu Yılmaz Erdoğan ve büyük bir “tevazu” ile dizleri üstünde yalvarıyordu. Televizyonlar bu yakarışa kayıtsız kalmadı. Gümbür gümbür düştü bu yalvarış
 ana haber bültenlerine. “helal olsun Yılmaz Erdoğan”, “içimiz parçalandı”, “yüreğimiz dağlandı”. Televizyonun başında bu ihtişamlı “yalvarışı” seyreden bendeniz ise sadece mide bulantısı hissettim. Bilmem neden garip bir bünyem var. Ne dayatılanı, ne de yalanı sindiremiyor.

Her zaman hayranlıkla okudum, izledim Erdoğan’ın ürettiklerini. Garip,insanı içine çeken ya da içine giren kelimeleri vardı “cebinde”. Sade, süs-püsten uzak ama derin, ama sıcak, ama gerçekti söylediği herşey. Hayatı ıskalayanların, hayatın ıskaladıklarının öyküsüydü hep sanki anlattığı şiirlerinde, oyunlarında ve hatta dizilerinde. Zor bir coğrafyadan, zor bir coğrafyaya göçmüş, tutunma mücadelesi vermiş bir kalemden düşüyordu yazdığı kelimeler. Peki derdim ne o zaman? Nedir bu “yalvarma” karşısındaki mide bulantısı?

Herşeyden önce samimiyetini yitirmişti benim için Yılmaz Erdoğan. O naif öfkelerin, şiddetli sevgilerin kokusu gelmiyordu artık kurduğu cümlelerden. Elbette değişen yaşam koşulları vardı. Parasını nereden, nasıl kazandığı belli olan adamların, yaşamın gülen yüzüne de dokunması suç değildi. Ama Erdoğan’ın yaşadığı erozyon farklıydı. Sanki kandırmıştı hepimizi. İlk önce başbakana “Tayyip Abi” diyerek başladı yeni hayatına. Bu, “ikinci Yılmaz Güney” diye “umut” edilen bir adamın ilk ihanetiydi kendine. Yeni hayatının miladıydı sanki “Tayyip Abi”, hiç ihtiyacı olmadığı halde, hiç gerek olmadığı halde. Asla “ağabeyini” incitecek birşey söylemedi, yazmadı o günden sonra. İnsanlar meydanlarda linç edilirken, dövülürken, vurulurken o “Bodrum”a saklandı hep. Yazarlar, aydınlar en azından isyan imzaları toplarken olana bitene, onun kalemini mürekkebi bitti nedense. En büyük ilham kaynağı, her fırsatta övündüğü şehrinde, Hakkari’de patlayan “derin” bombaların sesini dünya duyarken, o işitme ve konuşma kaybı geçirdi. Ne duydu, ne tek kelime söyledi. “Tayyip Abi”sinin uslu, şakacı kardeşi olmayı seçti.

Fakat ne olduysa oldu, belki eski günlerini özledi, belki de “isyancılık oyunu” oynamak istedi. Oturdu ve barış için “yalvaran” yavan bir mektup döşendi, yeteneğine ihanet ilkokul kompozisyonu tadında. Çünkü olan biten gerçekte umurunda değildi. Kelimeleri sahte, duygusu zorlama, aslında suya sabuna da pek el sürmeyen cümleleri ekledi ardı ardına. Sistemle arası en iyi gazete de bu yüzden yazısını manşete çekti, televizyon haberi de “flaş, flaş, flaş” dedi. Sonuçta “ağabeyi” üzmedi, kendi rahatını bozmadı, bolca da sempati topladı. Olan bazılarımızın midesine oldu. Tek isteğim var kardeş Erdoğan’dan. “dizlerimin üstüne çöktüm,yalvarıyorum”. ARTIK SUS!

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Siyah beyaz hatıralar/Kültür - Sanat/milliyet blog




Sıcak bir yaz akşamı boğaza karşı solgun bir İstanbul gecesinde gözü yaşlı hatıraları yazmak istedim. Bir nefes kadar kısa fakat dokunulmamış ama estiği yerde iz bırakan kimileri için yaşanmamış, kimileri için ardında yalnızca rutubet ve küf kokusu bırakan
 hatıralar. Belki de aklımda kalan kurumaya mahkum bir gülün gözyaşları ya da siyah beyaz tonlarda eskimeye yüz tutmuş davetkar bir gülümsemeydi yalnızca. Hatıralardan oluşan bir dünya daha mı güzel olurdu? Eski dostlar, akrabalar, ilk aşk, ilk öpücük, ilk sigara, film şeridindeki sevimli çocuk...Hepsi siyah beyaz bir karede hapsolmuş bitmek tükenmek bilmeyen bir mevsim yaşıyorlar.

Yazları yalnız ve solgun, kışları hüzünlü ve bir o kadar eski. Ilık meltem yüzüme vururken rakımdan bir yudum daha alıyorum ve anlıyorum ki her resmin ayrı bir hikayesi var. Hepsinde farklı kahramanlar, farklı mekanlar ama tema hep aynı...Bir yanda piyanonun tuşlarında tekrar bestelenen bir sevda masalı, diğer yanda küçük bir çocuğun gözyaşlarıyla ıslanmış, yaşanmamış, terkedilmiş anılar. Artık daha iyi anlıyorum yaşanmamışlığı. Zaman o kadar hızlı ki takvim sayfaları yetişemiyor. İnsanlar da o sayfalar gibi savrulup gidiyor farklı yerlere ve bir gün resimleri karıştırırken bir bakıyorsunuz hepsi kendi hikayesiyle geri dönmüş. Yıllar önce dertlerinizi paylaştığınız dostlar, başını omzuna yasladığınız sevdikleriniz...Her farklı resimde aklınızda bin bir türlü düşünce geliyor ve sonunda bu acıya dayanamayan gözleriniz resimleri ıslatmaya başlıyor. Damlarlar düşüyor, düşüyor durmak bilmeden ıslatıyor resimleri. Ta ki siz kendi hikayenizle bir resim olana kadar. O zaman anlıyorsunuz ki ağlayan gözler değil yürek! İnsanların hayatlarını bir çırpıda sisli karelerde takip etmek acı veriyor. Kimisi dost, kimisi akraba, kimisi de biranda rastladığınız ve hatta hatırlamadığınız birisi. O an düşünüyorsunuz: acaba şimdi ne yapıyorlar?

Hayat tertemiz bir gömlek. Her seferinde biraz daha kırışıyor, kirleniyor ve sonunda aynaları suçlamaya başlıyorsunuz. Yıllar geçtikçe affetmeyi, yeniden sevmeyi, takvime değil de insanlara göre yaşamayı, başarmayı, sonuna kadar gitmeyi öğreniyorsunuz. Arkanıza baktığınızda güvenebileceğiniz, her şeyinizi emanet edebileceğiniz bir dost gördüğünüzde kendinizi şanslı hissediyorsunuz. Sonra bir duble daha rakı doldurup Orhan Veli’yi, Yaşar Kemal’i, Ahmet Haşim’i düşünüyorsunuz. Onlar İstanbul’a nasıl baktılar? Kim bilir? Belki aşkla, belki tutkuyla, belki de gözyaşlarını tutamadığımız siyah beyaz fotoğraflardan. Hepsinde farklı duyguları, farklı İstanbul’ları, farklı hikayeleri buluyorsunuz okudukça. Şiirlerinde Osmanlı’dan kalma sokakları gezip hanlarda yatıyorsunuz, yedi tepeye tepeden bir bakış atıyorsunuz. Sonra arkanıza dönüp bakıyorsunuz. Biricik torununuz resminizi çekiyor. Artık siz de o karelerin içindesiniz ve sizin de bir hikayeniz var. Yalnızca okunmayı bekliyor. Öyle bir hikayeniz olsun ki tek bir kareye sığmasın, yalnızca siyah ve beyazın değil, her rengin güzelliğini anlatsın.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Bukowski ve Fante'yi kim çevirdi?/Kültür - Sanat/milliyet blog




Hiç Bukowski ya da John Fante okudunuz mu? Okuyanlar bilirler, okumayanlar için Charles Bukowski'nin kim olduğu hakkında çok güzel bir yazıyı Milliyet Blog ortamında Celal Çelik yazmıştı ayrıntısıyla. Bukowski'nin hangi kaynaklardan beslendiğini onun hayatını okuyarak da anlayabilirsiniz. Ben Bukowski'nin hayat hikayesini geçiyorum şimdilik (onu daha iyi anlayabilmek için çok önemli olmasına rağmen).


'John Fante ile Bukowski'nin ortak noktaları nedir?' sorusu aslında abesle iştigaldir. İkisi, Amerika'nın bir döneminin ruhudur adeta. Ve Bukowski ile Fante'nin ruhunu en mükemmel şekilde yakalayarak çeviren tek isim bence Avi Pardo'dur. Neden derseniz, ilk olarak, Bukowski biçem olarak ağır bir argo edebiyatı ile ve günlük dilde yazmaktadır. Herkes edebi biçimsel yönü ağır basan metinlerin daha zor olduğunu düşünebilir.


Ama bence gündelik dili ve her yana çekilen argoyu çevirmek neredeyse 4 dil bilmeyi gerektirir: İngilizce, argo İngilizcesi, Türkçe ve argo Türkçesi. Avi Pardo sanırım uzun yıllar yurtdışında yaşamış olması ve gündelik dili çok iyi kavramış olmasıyla da en doğru kişi olduğunu kanıtlamıştır.


Bukowski'nin en çok sevdiğim dediği ve hayatını değiştiren yazar ise John Fante'dir. bunu kendisi her fırsatta söylemiştir hayatı boyunca. ve onun sayesinde de Batı edebiyat dünyası bir anda Fante isimli 1930'lardan kalma eski bir yazarın kıymetini anlayabilmiştir ironik olarak. John Fante ile Bukowski 10 yaş farkıyla aynı dönemlerde yaşamıştır ve yazarlık serüvenleri çok benzerdir. Her ikisi de Amerika'nın bunalım yıllarını yaşamış ve "yitik kuşak" diye nitelendirilen yazarlardır. Her ikisi de göçmen ailenin birinci kuşak çocukları olarak farklılığı, yoksulluğu ya da tutunma kaygılarını yaşamış anne babaların çocuklarıdır. Ve her ikisi de yazarlık yapabilmek için alakasız işlerde çalışmışlardır.


İtalyan asıllı Fante balık fabrikasında işçilik, Alman asıllı Bukowski ise uzun bir alkolizm ve aylaklık döneminden sonra postanede memurluk yapmış ve hayata sadece yazarak tutunmaya çalışmışlardır. Her ikisinin de dilinde alaycılık ve insanı çok derinden, her türlü zayıflığıyla kavrayan bir anlatım vardır. Bukowski'yi tam anlayamayanlar onun sürekli küfür eden ahlaksız bir adam olduğu sanısıyla birinci öyküde kitabı bir kenara fırlatıp atarlar. Oysa öyle Bukowski öyküleri vardır ki bir bıçak gibi kesiverir sizi, o anlatımın inceliği karşısında diyecek hiç bir şey bulamazsınız. Kaba saba olmaklığı sisteme olan inançsızlığından ileri gelir. Ama özünde çok hassas bir kalbi vardır ve de herkese göstermez onu.


Bukowski'nin hayatını konu alan bir film de çevrilmiştir yazar henüz ölmeden "Barfly" adıyla, bizde de "Bar Kelebeği" olarak gösterime girdi ama aslında bende ilk duyduğumda "Bar Sineği"ni çağrıştırmıştı. Nitekim Bukowski'nin mektuplarından oluşan "Güneşe Uzan" kitabında sevgili Avi Pardo da aynen böyle çevirmiş.


Şimdilerde ise Hollywood John Fante'nin kesinlikle başyapıtı olduğunu düşündüğüm ve yine ilk kez Avi Pardo tarafından çevrilmiş olan "Toza Sor" (Ask the Dust) isimli ilk romanı aynı adla filme alındı. Ama ne yazık ki ve hangi akla hizmet olduğunu asla anlayamadığım bir şekilde bizim Türk film pazarlamacıları bunu "Aşka Sor" diye Türkçeleştirdiler. Dumura uğramaktan başka ne yapabilirim? romanın adının neden "Toza Sor" olduğu romanın sonunda açıkça belli olmaktadır ve de "Aşka Sor" gibi ucuz bir pazarlama kurnazlığı, hem yazarı hem de İngilizce bilmeyenleri "boşver ne anlarlar, biz gişe hasılatına bakalım" der gibi yok saymaktır neredeyse. Bu konu ayrı bir yazı konusu...


Bize gelirsek, Türk okuru 1920 doğumlu ve ülkesi Amerika'da da 50 yaşından sonra popüler olabilen Bukowskiyle 1980'lerin sonunda tanıştı ne yazık ki. Yanılmıyorsam Metis yayınlarından ilk çıkan kitabı "Ekmek Arası" idi ve çevirmeni Pardo değildi. Ancak o ilk basımdan sonra ve Bukowski'nin 1994'te ölümünden bir yıl sonra 1995'te Metis bu sefer Avi Pardo çevirisiyle yeni bir Ekmek Arası baskısı daha yapmış ve bu andan sonra da bence Türkiye'de Bukowski ve Avi Pardo isimleri yanyana anılır olmuştur.


Bukowski'nin neredeyse tüm yazıları, söyleşileri, öyküleri, şiirleri, mektupları, romanları Avi Pardo tarafından dilimize kazandırılmıştır. Ben Avi'yle şahsen tanışma şansına da sahip oldum ve Bukowski'nin gerçek ruhunu kavramış, neredeyse onunla nefes alan bir insan gördüm. Avi Pardo zaten kişisel olarak Bukowski'ye çok düşkün biri olmasının yanı sıra her önüne gelen metni çevirmeyi sevmeyen bir insandır. Bunun için gerçekten de oldukça mütevazi koşullarda yaşamaya razı olmuştur yıllardır.


Bukowski'nin sürekli yinelediği Fante'nin eserlerini de ilk olarak Avi Pardo çevirmiştir. Gerçekten de çeviri bir insanı bir metinden soğutabilir ve yazarın ruhuna asla yaklaşamayabilirsiniz kötü bir çeviriyle. Bu hem her iki dile hakimiyeti hem de dil dışındaki kültürel, ekonomik, güncel, siyasal her türden konuya hakimiyeti gerektirebilir. Pardo son 4 yıldır Parantez yayınlarından Bukowski ve Fante serilerini tamamladı ve bir de daha önce yasaklanan Henry Miller'ı yeniden kazandırdı dilimize. Ancak şimdilerde bu yayınevi de kapandı ne yazık ki.


Avi, hem bir özgün yazar avcısı hem de çok iyi bir çevirmen olarak beni hiç bilmediğim yazarlarla tanıştırmış ve öte yandan Türkiye'de edebiyat alanında çevirmenlik işinin ne kadar adaletsiz koşullarda yapıldığını da yakından görmemi sağlamıştır.


Eğer okumadıysanız bir Bukowski ya da Fante ya da Miller okuyun. Hayatlarını koyup o metinleri ortaya çıkaran yazarları düşünürken gecesini gündüzünü bu işe adayıp, önünde kitaplar yığılı, evinden hiç çıkmayan, işine aşık Avi Pardo'yu da aklınızdan çıkarmayın.


Bu yazıyı da metinle aramızda görünmez olmayı becerebilen tüm çevirmenler için yazdım.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Kendini bilebilmek.../Kültür - Sanat/milliyet blog




Soru ; - Biz kimiz, neyiz, hangi Milletiz, dilimiz nedir ? olsa;

Cevap - Hepimizin ortak cevabı olan Türk' üz, Türk Milletiyiz ve Türk dili olan Türkçe' yi kullanırız olur çoğunlukla.

Türküz ama nedense yabancılara bayılır, taklit ederiz. Türk Milletiyiz ama nedendir bilinmez alt, üst olayına pek meraklanırız.

Birine kızdık mı " Türkçe söylüyorum anlamadın mı " diye efeleniriz, dilimizin Türkçe olduğuna gönderme yaparız da, Adidas marka spor ayakkabıları giyip, Nike marka spor kıyafetlerimizle yürüyüş yaparken,"cafe"lere gidip bir "cappuccino" sipariş etmeye bayılırız.

Örnekleri çoğaltmaya gerek yok.

Zaten günlük hayatımızda o kadar aşırı derecede bu örneklerden var ki...

Bunlar yetmezmiş gibi artık TV ekranlarında tamamı ingilizce olan reklâm filmleri de dönmeye başladı.

Mübarekler sanki hepimiz anadan doğma İngilizce öğrenmişiz muamelesine tabi tutuyorlar bizleri.

Bu gidişe bir DUR demenin vakti gelmiş ve geçmektedir.

En tepeden başlayarak tabana doğru yayılan bir dil politikası en kısa zamanda hayata geçirilmelidir.

Siyasilerimiz TBMM çatısı altında birbirlerine edebe uymayan şekilde hitap etmeyi bırakıp,akıllarını başlarına almaya mecburdurlar.

Seçim hesapları yaparak ,bu tür davranışlara prim verenler, memleketin bu gerçeğini gözardı ederlerse "OFF" olmaya mahkumdurlar.

Sizleri Dilimiz üzerine yazmış olduğum bir şiirimle selamlıyorum.

GÜZEL DİLİMİZ

Duvarlarda afişler

Türkçe’mi katletmişler.

Kırk yıllık kahvemizi

Tutup “cafe” etmişler

Vişnemiz oldu wishne

Berberimiz “kuaför”

Affet sen Kemal Paşa,

Paşa da olmuş “pacha”

Mektuplara “mail” derken

Dili “dellete” ederken

On ve off derdindeler

Yarabbim sen akıl ver

Köydeki Ayşe teyze

Anadan mı öğrendi ?

Soruyor her gidişte

“Neskayfe içecen mi”

Çocuklar internette

"Sörf" yapalım diyorlar

Öğretmenler okulda

"Search" edip bul diyorlar

Kafalara "save" etmiş

Bir kültür "download" oldu

Kimse "upload" etmiyor

Türkçe’miz unutuldu

İngilizcem bozuktur

Kadı kızında olur

Sakın hata bulmayın

Şairler hassas olur.

Ben bir Türk evladıyım

Kullanırım dilimi

Hem de gurur duyarım

Ezdirmem alfabemi

Hangi lisan anlatır

Beni dilimden başka

Nasıl ifadelenir

Düşülünce bir aşka

Sevdiğime duyduğum

O derin sevgileri

Ne'ce anlatacağım

İçimdeki hisleri

Gelin birlik olalım

İtirazlar yükselsin

Gireceksek AB’ye

Önce dilimiz girsin

Şu internet nimetse

Bunu fırsat sayalım

Her yollanan mektuba

Bir uyarı koyalım

Sev dilini,hep koru

Budur bu işin yolu

Dilinle varsan eğer

Açık uygarlık yolu

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Suni gündemler/Kültür - Sanat/milliyet blog



İnternet üzerinde üyesi oldugum pek çok grupta drup durup "Ezanin Türkce okunmasi" konusu gündeme gelip tartışılmakta. Elbette medeni ölçüler içinde kafalarımıza takılan konuları tartışmak, bilgi dağarcığımızı geliştirip, genisletmek, kendi fikirlerimizi sunmak cok onemlidir. Ben olaya farkli bir boyuttan bakmanız icin bu satırları yazmak ihtiyacini hissettim.
Bakınız, yüzyıllardır okunan bir ezanımız var. Üstelik bu öylesine bir cağrı ki 24 saat hiç durmadan yinelendigini bilmem düşüneniniz oldu mu?
Hadi canim sen de diyenler olabilir.
Ancak dünyanın döndüğünü biliyorsak, dönerken şehirler ve ülkeler arası saat ,dakika farklarını da kabul ediyorsak doguda okunmaya baslayan
bir ezanin bu farklar göz önüne alındığında yine başladığı yere dönmesinin 24 saati bulacagini ve boylece hic durmadan okundugunu algilamamiz cok daha kolay olacaktir.
Böylesi şaşmayan ,muhteşem bir organizasyonu kim, kimler, nasil ,nerede ve ne sekilde yüzyıllardır yürütebilmiştir düşünmek gerekir...
Üstelik ezanin bir çagri oldugunu tum Muslumanlar bilip kabul ettigine gore, bunu Turkce mi olsun, Arapca mi kalsin tartismasina donusmesinin
pek de anlamli oldugunu dusunemiyorum.
Oysa dusunup tartismamiz gereken cok daha onemli meseleler oldugu hepinizin malumudur.
Bilmem farkinda misiniz ?
Turkiyemiz ne zaman ileriye donuk hamleler yapmaya baslasa,hani tabiri caizse biraz belini dogrultup yurumeye cabalasa ille de bir senaryo tezgahlanir ve bizler birbirimize duseriz.
Bu gecmis zaman icinde yasanan olaylarla sabittir. 1960 yilindan bu yana Turkiye tarihini soyle bir gozden gecirirseniz ne demek istedigim ortaya cikacaktir.
Bizler oculerle korkutulmaya,kafamizi kaldirdigimizda bir şaplak yemeye, sesimizi yukseltmeye cabaladigimizda susturulmaya calisilan bir toplumuz.
Her donem yeni bir korkutma araci,her dogrulmada yeni bir ic karistirma tezgahi ortaya konulurken, Allah askina soyleyin hic mi aklimiz calismaz? hic mi ders almayiz ? hic mi silkinip "ne oluyor" demeyiz ?

Milletleri bolmenin pek cok yolu vardir. Saglam zeminde bir arada toplanmis milletleri yikmak kolay degildir.
Kimi ulkeler komunizm ocusuyle korkutularak ,kimi ulkeler fasist ontemlerle, ykimileri de bol, parcala, yonet sisteminin binbiratraksiyonu ile yikilmistir.
Hala anlamiyor musunuz arkadaslar ?
Gecmiste Turkiye Cumhuriyeti cesitli denemelerle yok edilmeye calisilmis ve artik zincirin son halkasi olan böl/parcala/yonet kisminin en tehlikeli oyunlari oynanmaya baslamistir.Soyle ki : Önce dil üzerinde tezgahlanmistir oyun...Dilimizi bozma planlari tutmustur.
Daha sonra etnik ayrimcilik konusu islenmistir. Bu da basarili olmaya baslamistir... Maya tutmustur...
Simdi sira en tehlikeli bolum olan dine gelmistir. Iste farkinda olmadan alet oldugunuz konu da budur.

Televizyonlarda ,radyolarda yapilan konusmalar,guya isin uzmani olan kisilere yaptirilan yorumlar,akla gelebilecek her turlu cigirtkanliklar yapilmaktadir ve bunlara ek olarak internet uzerinden bu tip tartismalar baslatilmistir.
(Bun satırları yazarken bir programda Medyum Memis kadinlarla erkekler beraber namaz kilabilir mi konusunda konferans vermekteydi.)
Maksat kafa karıştırmak,şüpheye düşürmek,kişileri birbirinden soğutmak,birlik ve dirligin temel unsurlarindan biri olan din birligini koparmak,zedelemek ve sonunda yok etmektir.
Bu islemin diger adina da "Fitne" deniyor.
Masumane bir sekilde gosterilerek yurutulen bu eylemler, ozgurluk, demokratik hak ve hukuk soylemleri adi altinda basarili bir sekilde yurutulmektedir.
Ve sizler,bizler, hepimiz ayagimizin altindaki topragin kaydigindan, haberimiz olmadan bu cirkin oyuna alet edilmekle oldugumuzu acaba bir an durup dusunduk mu ?

Birakin ezani...Nasil okunmussa yuzyillar boyu yine oyle okunsun. Namazda gozu olmayanin ezanda kulagi olmaz derler.
Sanki Turkce okunsa hepiniz camilere hucum mu edeceksiniz ? Allahu ekberle-Allah uludur arasinda niye bunca yazisma yapilsin ?
Hangimiz namazi nasil kilalim da sevabini arttiralim yazismasi yapariz gunler boyu soyler misiniz ?
Zaten namazini kilan ezani duymasa bile saatini bilir ve kilar.
Kilmayan da kilmaz.Bu kisi ile Allah arasinda...

Turkceye sahip cikmak adina bir ise baslanmak isteniyor ise o ayri bir konudur elbette...
Ama dilinize sahip cikiyorsaniz ve bunu saglamak icin girisimde bulunmak istiyorsaniz once ezandan baslamaktansa evinizin yakinindaki "market"ten, alisveris yaptiginiz "shop"tan,bir cay icmek icin ugradiginiz "cafe"den, rahatlamak icin gittiginiz "disco/dancing/pub"dan, saclarinizi duzelttirdiginiz "couffour"den,bindiginiz "taxi"den, gittiginiz "restaurant"tan baslayabilirsiniz.
Bu cok daha inandirici ve ozendirici olur.

Siz hic kilisede çan calmasın diyeni duydunuz mu ?
Pazar ayinleri farklı olsun,çanın yerini şu alet alsın turunden bir konunun internette tartisildigina sahit oldunuz mu ?

Bu sebeple herkesin konulari tartışırken işin arka planını da düşünmelerini hassaten rica ediyorum.
Unutmayalım ki baska "Turkiye" yok.

Bir de not :
Sizler burada ezani turkce mi /Arapca mi okunsun konusu ile istigal ederken bakiniz elin oglu Ulkemizi bolmenin haritalarini cikarip nasil da detay detay yayinliyor.
Asagidaki linki tiklarsaniz yukarida okudugunuz yazinin daha bir anlam kazandigini goreceksiniz.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Yahya Kemal ve Münir Nurettin'e yaklaşabilmek/Kültür - Sanat/milliyet blog



Üstad Yahya Kemal, yıllar önce, yazdığı bu enfes şiirin, Üstad Münir Nurettin tarafından besteleneceğini, bu besteyi bir yarışmada yarışmacılardan birinin okuyacağını, jüri üyeleri arasındaki bir zat-ı muhteremin de bu dev şaheseri dinlemekten yoruldum diyeceğini sanki görmüş...
Geçtiğimiz pazar gecesi, Star TV ekranlarında “Popstar Alaturka” adlı yeni bir müzik yarışması programı başladı. Adından da anlaşılacağı üzere, konsept olarak Türk Sanat, Türk Halk ve arabesk-fantezi müzik türlerinden seçilen şarkı ve türkülerle, yarışmacıların performanslarını sergiledikleri programda yapımcı-sunuculuğu her zaman olduğu gibi Osmantan Erkır yapmakta.

Programın yarışma jürisine baktığımızda; bu tür heyet-i umumiyelerin gedikli azası Armağan Çağlayan’ı saymaz isek cidden ağır toplardan kurulu olduğunu görüyoruz. Tarz-ı hayatını, geldiği, getirdiği çizgiyi beğenir ya da beğenmezsiniz size kalmış ancak Türk Sanat musikisine olan tartışmasız hakimiyeti, müthiş ses rengi, repertuarında bulunan binin üzerindeki –ki ilk dönem klasik eserler de vardır bunların içinde- Türk Sanat müziği şarkısı ve Klasik Türk Müziği eseri ve son derece güçlü diyaframı ve nefes ve gırtlak yapısı ile Bülent Ersoy gerçek anlamda bir ağır top, bir divadır.

Diğer bir jüri üyesi ise bu tür programlarda ilk defa gördüğümüz, yine bir büyük müzik üstadı Orhan Gencebay’dır. Nev-i şahsına münhasır ve kesinlikle arabesk olmayan müzikalite anlayışı, sayısını bilemediğim yüzlerce söz ve bestesi, son derece orijinal ve eşsiz ses rengi, her şeyden önemlisi de her anlamda gerçek bir sanatçı portresi ile nam-ı diğer “Orhan Baba” programa ciddi anlamda bir seviye getirmiştir.

Son olarak, Bülent Ersoy’un sık kullandığı ve Armağan Çağlayan’ın da söz ve mimikleri ile dalga geçtiği tabirle, heyet-i umumiye azalarının dördüncüsü olarak, Türkiye’nin en güçlü nefesine ve ses aralığına sahip bayan vokallerinden birisi olan Ebru Gündeş’i görmekteyiz. Ebru Gündeş de Bülent Ersoy ve Orhan Gencebay gibi iki dev ismin yanında son derece dikkatle davranmakta ve işin doğrusu, duruşu ile hiç de sırıtmamaktadır.

Bu tip yarışmalara son derece mesafeli durmuş olan bendeniz, tesadüfen takıldığım kanaldan program sonuna dek ayrılamadım. Müziğe ve özellikle de Türk Sanat Musikisine olan düşkünlüğüm, yukarıda saydığım jürinin genele yansıyan yüksek hasletleri cidden haftaya pazarı da iple çektirir hale getirdi.

Pazar gecesi gerçekleşen ilk programda öyle bir olay yaşandı ki bizler gibi kendisine; müziği, sanatı, kültürümüzü, bizleri biz yapan değerleri ve bu değerlerin sembolleşmiş, bayraklaşmış isimlerini son derece sayan ve korumacı, yüceltici sonsuza dek yaşatıcı misyonlar yüklemiş insanlarımızı derinden yaraladı.

Yarışmacılardan bir bayan; edebiyatımızın büyük üstadı, abidevi kişilik Yahya Kemal Beyatlı’nın müthiş şaheseri Endülüste Raks adlı şiirini, yine Türk kültürünün, musikisinin son dönemlerde yetiştirdiği en ulu isimlerinden birisi olan Üstad Münir Nureddin Selçuk’un akıl almaz bir melodik ve harmonik yapı ile besteleyerek bizlere kazandırmış olduğu dev eserini seslendirdi. Şarkı, müthiş zor bir şarkı idi ve yarışmacı bayan gerçekten de benim de beklemediğim bir performansla nerdeyse hatasız okudu.

Tabi bu durum üzerine ilk sözleri alan ve oradaki otoriteleri tartışmasız kabul edilmesi gereken Ersoy ve Gencebay, hem yarışmacıyı tebrik ve takdir ettiklerini ifade ettiler hem de söz ve beste ile ilgili, bu kültüre aşık, tutkun olan herkesin göstermesi gereken saygının yansıması olan sözler sarfettiler.

Yorum bildirme sırası Sayın Armağan Çağlayan’a geldiğinde, önce görüş bildiren jüri üyeleri gibi benim ve tüm izleyenlerin kanı dondu adeta. Sayın Çağlayan, bu eseri dinlerken, kendi tabiri ile “yorulmuştu”. Tabi ağır toplar, haklı tepkilerini vermekte çekinmedi ve gecikmediler. Çünkü hepimiz gibi onların da kanına dokunmuştu.

Son sözü alan, Ebru Gündeş daha usturuplu ve bence de en doğru yorumu yaptı. Gündeş, şarkıyı dinlerken duygu ve elektriği tam olarak alamamıştı sanatçıdan. Bu söze de kimse itiraz etmedi zaten. Bence de yarışmacı; bu son derece zor, icra edilmesi meşakkatli, maharet, bilgi ve kabiliyet isteyen dev eseri hatasız seslendireceğim derken –ki bunu da başardı bana göre ve Ersoy’la Gencebay’a göre- şarkıya ruhunu katmayı unuttu ya da başaramadı. Çünkü tüm enerjisi şarkıyı hatasız yorumlamak üzere kanalize olmuştu. Laf aramızda, bu işi de öyle dört dörtlük yapmak, böylesine dev isimlerin önünde ve milyonların karşısında her babayiğidin harcı olmasa gerek. Söylenen şarkı, “arabadan in, arabaya bin, gıdıkla yavrum gıdıkla” olsa neyse. O zaman Armağan Bey’de yorulmazdı zaten.

Üstad Yahya Kemal, yıllar önce, yazdığı bu enfes şiirin, Üstad Münir Nurettin tarafından besteleneceğini, bu besteyi bir yarışmada yarışmacılardan birinin okuyacağını, jüri üyeleri arasındaki bir zat-ı muhteremin de bu dev şaheseri dinlemekten yoruldum diyeceğini sanki görmüş de bakın neler yazmış:

“Çok insan anlayamaz eski musikimizden.
Ve ondan anlamayan hiçbir şey anlamaz bizden.”

Bu tip olaylar, bu eserler, şiirler, şarkılar, operetler, resimler, müzikaller, tiyatro oyunları ve bir toplumun kültür yapıtaşlarına dair ne varsa, sosyokültürel hayatın mihenk taşlarıdır. İnsanlar, bunların önlerinde, çıkarlar tartıya ve herkes kaç karat olduklarını işte böyle anlar.

Nur içinde yat Üstad Yahya Kemal, nur içinde yat üstad Münir Nurettin, yüreğinize ve dilinize sağlık Bülent Ersoy ve Orhan Gencebay!

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Kitaba para yok!/Kültür - Sanat/milliyet blog



Kitaplarımı kimseye vermeye gönlüm elvermez. Bu konuda direk paranoyaklaşırım, sinirlerim bozulur. Kıyamam vermeye; çünkü geri gelmeyeceğini bilirim. Kitabı ödünç isteyen yüz kere yemin billah etse kitap geri gelmez, gelmedi. Alıştım buna artık; ama yine de anlayamıyorum, verilen söz iki elin kanda olsa yine de tutulmaz mı?

Hele ki kuaföre, üste başa tüm parasını yatıran, ‘yetmezse’ para yaratıp, kredi kartının son limitlerine kadar borçlanıp yine de o saçı sarıya boyayan, Mango’daki o bluzü alanlara hiç vermek istemiyorum; çünkü kitabı hor görmelerini kabul edemiyorum. ‘Ayy, kitapçıda çok pahalı, yere de düşmemiş ki alayım... Seninkini getirir misin, bir okuyayım. Çok istiyorum da okumayı.’

Birincisi, o bluzü ya da onuncu çizmeni de almayıver de o kitabı al, madem o kadar çok istiyorsun okumayı. İçinde koca bir dünyayı barındıran, ayların yılların emeğiyle yazılan bir kitaba bir paçavranın tercih edilmesine kızıyorum. İkincisi, kitabın yere düşmesini beklemek, yazarın emeğine saygısızlıktır; paranın fotokopiciye, matbaaya, yeraltı ekonomisine kaydırılmasıdır, orjinal kitap alanların kitapları daha pahalıya almasına neden olmaktır. Dolayısıyla korsan döngüsünü beslemektir.

Şimdiye kadar okuduğum tüm kitapları yani dünyaları, değerleri, zenginlikleri biriktirip büyük denebilecek bir kütüphane oluşturmaya çalışıyorum senelerdir. Arada bir sevdiğim kitaplara dönüp yeniden, yeniden okumak için. Önceden bulamadıklarımı bulup, daha zenginleşmek, ‘güzelleşmek’ için. Eğer birini zenginleştirmek istersem, kitabın yenisini alır hediye ederim, yine kütüphanemden vermem. Benden sonra çocuğum da bu kütüphaneden yararlansın isterim; çünkü bu kitapların tümüne yakını klasikler, kült kitaplar, önemini belki asırlardır korumuş ve koruyacak eserler... Ve tüm o kitaplar, parayı kuaföre, kıyafete, gezip tozmaya vermekle kitabı almak arasında yaptığım seçimin bir sonucu.

Kitaba değer vermeyen birine onca değerli kitapları geri dönmeyeceğini, belki de hiç okunmadan bir kenara atılacaklarını bile bile vermek içimi acıtıyor. Elimde değil. Bunun maddiyatla ilgisi yok, tam tersi bana bu duyguları yaşatan maneviyatın ta kendisi.

Kitaba para yok diyenlerden olmayın lütfen. Çoğu zaman kendi seçimlerimizdir bize bu talihsiz tümceyi söyleten.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Yaşasın! Şair oldum/Kültür - Sanat/milliyet blog



Bir süredir bloglarda boy gösteriyor kendimce yazılarım. Bir şeyler söylemek istediğimde, kafam bozulduğunda bazen de sadece canım sıkıldığında kağıdın üstüne dökülen kelimelerimi yazıp yazıp atardım önceleri. Sonra sanal dünyada "blog" diye bir şey keşfettim. Bir çeşit "Hyde Park" oldu blog yazarlığı benim için. Kimselerin okumadığı bir köşede içimi döker gibi, söylenir gibi
 biriktirdiğim cümleleri yayınlamaya başladım. Hayatını yazı yazarak kazanan biri olarak, yazmaktan çok okumayı sevsem de, hoşuma gitmeye başladı kimseciklerin karışmadığı, tek "sansürün" vicdanım olduğu bir mecrada yazmak. Hiçbir zaman da yazılarımı "edebiyat" olarak düşünmedim. Sonuçta ben bir "yazar" değildim, sadece "yazan"dım. Taaa ki son yazımı Milliyet blog editörleri red edene kadar.

Aslında olması gereken öfke, üzüntü olmalı herhangi bir "hayır" cevabı karşısında. Hele bu "hayır" bir yazıya karşı söyleniyorsa. Fakat posta kutuma gelen red gerekçesini okuduğumda üzüntüm yerini sıcacık bir neşeye bıraktı. "Şiir gibi özgün edebi yazılara yer veremiyoruz" diyordu editör yayına almama gerekçesinde. Oysa klavyenin başına oturup herhangi bir "yazan" gibi düşürmüştüm kelimelerimi sanal kağıdıma.

Başucunda sadece şiir kitapları olan, şiiri edebiyatın en üst noktası olarak gören ama kendisi yazamadığından içten içe şairleri kıskanan birine verilebilecek en güzel "hayır" gerekçesiydi ve hayatımda duyduğum birçok "evet"ten daha çok mutluluk verdi. Yayınlayamasam da, yazarken şiir olduğunu bilmesem de, yazıma niye şiir payesi verildiğini anlayamasam da umurumda değil. Artık benim de bir şiirim var. Teşekkürler sayın editör.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Öykü(n)mece ve Feyza Hepçilingirler/Kültür - Sanat/milliyet blog



Feyza Hepçilingirler’ in Öykü(n)mece isimli küçük öykü kitabını biliyor musunuz? İsmi bile bir farklı ve esprili. Bence espri yapabilmek zeka gerektirir. Öykünmece ince esprilerle örülmüş, herbiri gotik ve metafizik gibi farklı tarzlarda yazılmış birçok kısa öyküden oluşuyor.

Sanırım amacı o tarzlara birer örnek vermek değil, tam tersine alaycı bir şekilde yaklaşmak. Kapı tokmağıyla konuşup 13 yaşındaki halini takip ettiği öykü ise favorim oldu. Gerçeküstücülüğün içinden yoğun bir yaratıcılık kendini gösteriyor çünkü. Üstelik her öykünün öncesinde çizimi de var, onlar da kitabın tarzına katkıda bulunuyor.

Hayatın her alanında sadelikten yanayım, özellikle de edebiyatta. Dostoyevski’yi düşünün. Öyle etkili bir yazar ki roman kahramanları rüyalarımda dolanır, beraber düşünürüz onlarla, beraber yaşarız. Yine ‘benim yazarlarımdan’ biri olan Hemingway, bence en tanımlayıcı tümceyi kurmuş onun hakkında: ‘Biri nasıl bu kadar kötü ve aynı zamanda bu kadar derin yazabilir?’

İşte Feyza Hepçilingirler’ in öykülerini okurken ben de nasıl bu kadar kısa ve yalın bir öyküde bu kadar etkileyici olabiliyor diye düşündüm sık sık. O ayrı bir yetenek olsa gerek; çünkü kısa yazmak, uzun yazmaktan çok daha zordur bence. Okumadan önce bir bakıyorum iki sayfacık bir öykü, bu kadar kısa bir metinle insan ne kadar çok şey ifade edebilir diye merak ediyorum; ama ikinci sayfanın sonunda öykünün sadece formatıyla, kurgusuyla, yazım teknikleriyle bile ne kadar çok şey anlatmış olduğunu görüyor, şaşırıyorum. Yazarın, son cümleleri ise öyküde bütünlük sağlamak ya da etkileyici olmak için her seferinde ustalıkla kullandığını görüyorum.

Ayvalık doğumlu yazarın uzun süre Türkçe öğretmenliği yaptığını, edebiyatı onu sıkıcı bulan öğrencilerine bile sevimli karakteriyle sevdirdiğini biliyorum. Karanfil Ne Renk Solar isimli kitabına ek olarak birçokları onu bazı okullarda zorunlu okutulan Türkçe Off ve Dedim Ah gibi Türkçe’nin kullanımındaki yanlışları işlediği kitaplarıyla tanıyor. Eski Bir Balerin (1985 Sait Faik Hikâye Ödülü) , Ürkek Kuşlar, Kırlangıçsız Geçti Yaz (1989 Yunus Nadi Armağan Öykü ikincilik Ödülü ve Balkan Yazarlar Karşılaşması 1991 “Borski Grumen” Ödülü), Savrulmalar (1997 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü) isimli kitaplarına ek olarak Feyza Hepçilingirler’in çocuk kitaplarının da birçok ödüle layık görüldüğünü hatırlatayım.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Pachebel'in Canon'u/Kültür - Sanat/milliyet blog



Pachebel'in Canon'u

İlk bakışta farkedilmiyordu. Rüzgarın savurduğu saçları, hasat
zamanına ermiş ekinlerin Van Gogh sarısına karışmıştı. Minik
elleriyle açıp, araladığı yolda yürüyordu. Elmacık kemiklerinin
üstünü örten güneş yanığı derisi yanaklarına elma parçası
yerleştirilmiş hissini veriyordu. Nereye
 yürüdüğünü anlamaya
çalıştım. O da bilmiyordu, sadece yürüyordu. Boyuyla yarışan
ekinlerin arasında kendine yol açması tek başına kaldığı zamanlar
için bulduğu bir oyundu belki.. Belki de yalnız kalmaktan
hoşlanıyordu.. Bir çağrıya kulak verir gibi aniden durdu. Minik
başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Üstünden geçen pamuk yumağı
bulutlara bakıyordu. Kollarını iki yana açıp, başını ince boynunun
sınırlarını zorlayacak kadar arkaya attı. Gözleri kapalıydı.
Bulutları zihnine atmış, tüm beyazlığını içine çekmeye çalışır gibi
duruyordu.. Bir süre kolları açık, öylece bekledi. Önce sağ, sonra
sol kolunu indirip dizlerinin üzerine çöktü. Sağ kolunu
kıvırıp başının altına yastık yaptı. Sol elinin avuç içi toprağa
değerken, gözleri kapalı, yere uzanmış duruyordu. Rüzgar,
toprağınkine karışan sarı saçlarının taze kokusunu etrafa
dağıtıyordu. Pamuk beyazı bulutlar sıraya geçmiş, Van Gogh sarısı
ekinlerin arasında, doğanın en güzel ürünlerinden birinin, minik
tırnaklarının arasına toprak dolmuş o güzel çocuğun üstünü
örtüyordu.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Fransız filmleri/Kültür - Sanat/milliyet blog



Bu aralar kafamı gömdüğüm kumdan çıkarıp birbirinin aynı Amerikan filmlerini seyretmeye ara verdim. Yine de insan eski alışkanlıklarından vazgeçemiyor kolay kolay. Ama en azından Dünya sinemasını da takip etmeye –en azından- çalışmaya karar verdim.

Bu fikir doğrultusunda da üç tane Fransız filmi seyrettim bu haftasonu. Bu filmler ismini çok duyduğum ama bir türlü seyretmeye zaman ayıramadığım filmlerdi. Gerçekten üçü de beni çok şaşırtarak günlerdir aklımdan çıkmayan sahneleriyle Fransız sinemasını hayatımın akışının içinde bir yere sığdırmayı başardı.

Üç filmle karar vermek genellemelerde bulunmak belki yanlış olabilir. Ama beni gerçekten çok etkileyen bu filmler hakkında birkaç şey söylemek istiyorum.

İlk olarak görsel zenginlikleri beni çok etkiledi. Üçünde de ayrı ayrı renklerin kullanılışı ya da kullanılmayışı bir fotoğrafçı hassasiyetiyle çalışılması gerçekten film izlerken aynı zamanda bir fotoğraf galerisi geziyormuşsunuz izlenimi veriyor. Filmlerin üzerinden çok zaman geçse de konusu hafif hafif hafızanızdan silinmeye başlasa da hipotalamus arada bir size daha önce çekmiş olduğu resimleri isimsiz dosyalar halinde yollayarak hayatınızı zenginleştiriyor.

İkincisi zıtlıkların, tuhaflıkların, aşırılıkların ve mucizelerin filmi sanki onlar. Filmin sonunu tahmin etmek o kadar da kolay değil. Bir sonraki sahnede sizi şaşırtamayacağını düşündürecek kadar sıradanmış gibi gözüküp, tokat gibi çarpabiliyor son sahnesiyle yüzünüze.

Üçüncüsü şaşırtıcı derecede duygu zenginliği içerisinde filmler. Sizi sadece bir duygunun pençesinde bırakmak yerine. Kendiniz için seçtiğiniz karakterle filmin içinde yolculuk yapmanızı sağlayacak kadar da cömert. O karakterle gerçekten gülüyor, gerçekten ağlıyor, aşık oluyor ya da terk ediliyorsunuz. Film bittiğinde karakteri üzerinizden soyunup soyunmamak da size kalmış üstelik…

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat

Sessiz dünya: Kitaplar ve resimler/Kültür - Sanat/milliyet blog



Kitaplar, bir nevi birer dünyadırlar. Her kitap, okuyucusunu farklı dünyalara götüren bir araçtır. Kitaplar sayesinde kapılar açılar ve okuyucu kitabın konusunu oluşturan dünyaya doğru yol alır.

Bu haliyle kitaplar sayesinde kişi, yolculuk edebilir. Hani "Çok gezen mi çok bilir, yoksa çok okuyan mı?" diye bir söz vardır ya, işte tam da bu söze cevap verme niyetine göre kitaplar sayesinde çok daha fazla şey bilebiliriz. Yolculuk demişken, kitaplar sayesinde kendinizi Fransız İhtilali'nin yaşandığı Fransa sokaklarında tutkulu bir aşk öyküsünün içinde de bulabilirsiniz veya Sovyetlerin son dönemlerine uzanıp çöküşüne tanıklık edebilirsiniz. Zaman makinasının henüz icat edilmediğini de göz önüne alırsak, geçmişe bir yolculuğun en ekonomik şeklinin ancak bu şekilde mümkün olduğunu kavrayabilirz.

Kitap, kendisine bağımlı kılar okuyucuyu. Tıpkı zevk, bilgisayar gibi kitap da kendisine bağımlı klıdığından kişiyi, kitabın bizim hayatımızı yönetmesine izin vermemeliyiz. Kitabın, bir nevi "sessiz bir dünya" olduğu bir gerçektir, ancak bu tür bir dünya ile gerçek dünya arasında farklar mevcuttur bu yüzden bu sessiz dünyaya ancak biz izin verdiğimiz zaman giriş yapmalıyız. Kuşkusuz, bazıları ise bu tür bir sessiz dünyanın varlığından habersizdirler veya bu tür bir dünyaya giriş yapmayı tercih etmezler. Her iki durumun arkasında da "Ben kitap okumam" cümlesi vardır ve bu tip kişilerin gözünü, maddesel zenginlilerin ışıltısı öyle bir kamaştırmıştır ki, dünyevilik ile maddesellik birdir onlar için.

Resim de "sessiz dünyanın" temsilcilerinden biridir. Ancak bu dünyada başrolde olan kelimeler değil çizgiler ve renklerdir. Kuşkusuz resmin temsil ettiği bu tip bir sessiz dünya çok daha "renkli"dir, fakat verdiği mesaj çizgilerin oluşturduğu şekiller yardımıyla olduğundan, anlaması bazen çok daha karmaşık olabilir. Kitabın temsil ettiği sessiz dünyada konular çok daha zengindir. Resmin temsil ettiği dünyada ise bu çeşit bir zenginlik mevcut değildir, ondaki sessizlik daha çok peyzaj, nü gibi kategorilerdeki eserlerin fazlalığı ile sağlanabilir. Kuşkusuz, resmin varolması, Tanrı'nın insanlara verdiği "yaratıcılık" ve "kabiliyet" gibi unsurların sonunda ortaya çıkabilmiştir. Çizgilerin içindeki renkler ise, kişiyi ressamın iç dünyasına doğru bir yolculuk etmenize sağlayabilir, eğer gerçekten de resmin sizi nereye götürmek istediğini anlayabilirseniz.

Kuşkusuz "fotoğrafçılık" ve "heykeltraş" gibi diğer sessiz dünyanın da temsilcileri vardır, ancak bu dünyanın "temsilcileri", sessiz dünyanın kitap ve resim temsilcilerine göre daha az popülerdir. Kısaca, kitaplar ve resimler size, farklı ve sessiz bir dünyaya yolculuğa çıkarmaya her zaman hazırdılar. Bizim bu yolculuğa çıkmamız ise, tamemen kendimize bu yolculuğa hazır hissetmemiz ile ilgilidir.


Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Biri bana sanatçı kim anlatabilir mi?/Kültür - Sanat/milliyet blog



Uzun zamandır aklıma takıldı bu konu. Bir şeyler yapmak istedim ama yapamadım. Bir şeyler yazmak istedim TV kanallarına yazdım çözümleri çok basitti 'başka kanal seyredin'. Oysa benim bütün çabam, çırpınış nedenim bir yanlışlığı düzeltme adınaydı. Ama düzeltemedim.

Ne kadar 'aa asla seyretmem, ben bakmam bile' desek dahi pek çoğumuz, o yada bu nedenle magazin programlarını seyrediyoruz. Babam bazen kızar 'yapma çocuğum vaktine, gözlerine yazık' diye benim cevabım hep aynı 'ama baba Allaha şükretmek için bir neden bu, Allah korusun ya beni de bunlardan biri yapsaydı'. Bu işin şaka yanı ama ortada gerçekten vahim bir durum var ve herkes bunun farkında ama nedense hiç bir şey yapılmıyor.

Olayın pek çok boyutu var. Bana göre en vahim olanı gençlerin yanlış yönlendirilmesi. Çünkü bu programlarda her ne hikmetse herkes sanatçı! Yaşanan ilişkinin adı aşk! Alınan milyarlık lüks arabalar, daireler alın teriyle alınmış falan filan. Şimdi TDK ( Türk Dil Kurumu) nın İnternet sayfasında güncel türkçe sözlükten arama yapınca şu açıklama geliyor:

1. Güzel sanatların herhangi bir dalında yaratıcılığı olan, eser veren kimse, sanat adamı, sanat eri, sanatkâr.
2. Sinema, tiyatro, müzik vb. sanat eserlerini oynayan, yorumlayan, uygulayan kimse: "Türk tiyatrosunun en önde gelen kadın sanatçıları arasında yerini alıverdi."- H. Taner.

Yani bundan daha güzel bir açıklama olamaz. Bu ne demektir, okula giden çocuklarımıza öğretmenleri hemen hemen bu bilgiyi veriyor sanat ve sanatcı açıklaması yaparken. Çocuk akşam eve geliyor tv de magazin programı, ekranda baldırı çıplak, kargaları kıskandıran bir sesle ne yaptığı ne söylemeye çalıştığı anlaşılamayan ama programı sunanın sanatcı diye tanıttığı bir tip. Alın size çelişki. Çocuk düşünüyor hemen, eğer bunlar sanatçıysa Suna Kan neci? Bedri Baykam, Jale Yılmazbaşar yazmaya kalksak sayfalar dolar taşar yüzlerce sanatçımıza haksızlık olmuyor mu bu?

Vatandaş denizin ortasında olmayan bikinisi ile poz veriyor, 'ay yine yakaladınız beni, valla kocam beni bu sefer kesecek' diye fingirdiyor buna sanatçı deniyor. Oysa 'bu sefer' kelimesi ne çok şey anlatıyor. Pek çok kere olmuş bir şey yani bu. Ama saygıdeger! eş her seferinde göz yumdu buna yummayacak. (Neden ki bu poz digerlerinden daha çok pirim yapacak bana göre.) Ama normal vatandaş rüzgarın azizliğine uğrasa mahalleden geçerken eteği az açılsa taşa tutarlar, utanmaz diye yapmadığını bırakmazlar kadına di mi?

Hanım lokantadan içeri girdiğinde ayağa kalkmayan aklı başında tek insana gidip 'saygısız beni görmedin mi neden ayağa kalkmıyorsun ' diye fırça atıyor bunu TV'ler günlerce haber yapıyor, vatandaş sanatçı! sanatçı ama megalomanyak bir sanatçı!! ( o gazeteci arkadaşa hala öfkeliyim o tavrı yüzünden sözde sanatçıyı mahkemeye vermediği için)

Sonra sanatları! ile ekrana gelseler başım gözüm üstüne. Ne kardeşleri kaldı hayatımıza girmeyen ne baldızlarının bilmem kaçıncı sevgilileri. Ve işin ilginç yanı komşumuza bile söylemeye çekineceğimiz sırların milyonların önünde çok basitmiş gibi anlatılması. Bazen iyiki kızım yok diyorum, mazallah nasıl anlatırdım bunların yaptıklarının sanat olmadığını.

Madalyonun pek çok yönünden biri de bu. Toplumun terbiye, saygı kavramı değişiyor. Zorla değiştiriyorlar. Haftada 3 sevgili değiştiren sayın sanatçı! 'ay ne yapayım aradığım aşkı bulamadım' diye gündemi sarsan bir açıklama yapıyor. Ne yani aradığımızı bulamadıysak bulana kadar deneyecek miyiz? Bunun yanlış olduğunu çoluğumuza çocuğumuza nasıl anlatacağız. Altında 2006 son model jeep fiyatını söylemeye dilimiz varmıyor hatunun işi ne belli değil açıklama bomba gibi 'ay ben bunu alınterimle aldım'. Peki çocuğuna okula başlarken ayakkabı alamayan anne/ babanın alnındakı kuyu suyu mu ki bir ayakkabı bile almaya yetmiyor güçleri. O zaman ne oluyor yeni yetişen gençlik abuk subuk yarışmalarla bu kurtlar sofrasına dahil olmak için evlerinden kaçıyor 'annem istemedi ama bu benim özel hayatım' diye açıklama yapabiliyor göğsünü gere gere 17 yaşındaki kız çocuğu. Neden? Çünkü hala kiminle sevgili olduğunu anlayamadığımız bir takım varlıklar her cümleye 'bu benim özel hayatım' diyerek başlıyor. Oysa adı üzerinde özel hayat gözlerden uzak olandır 80 milyonun dilinde olan değil.

Suçu hep magazin basıncılığına atıyorlar. Oysa bir Mehmet Aslantuğ ve cici eşi, Cihan Ünal, Yıldız Kenter pek çok sanatçımızın neredeyse yüzlerini unutacağız. Onlar bu memlekette yaşamıyorlar mı, dışarı çıkıp yemek yemiyorlar mı? Yoksa basına 'ben şurdayım ama bak gelirsen küserim valla' demeyi mi unutuyorlar. Yani demek istiyorum ki arada aynaya bakmayı bilmek lazım. Suçu birazda kendinde aramak lazım.

Basının hiç mi suçu yok? Olmaz mı ama o ayrı bir konu. İçler acıtan başka bir dava. Basın özgürlüğünün, haberciliğin ne olduğunu bilmeyen iki baldırı çıplağın ahlaksızlıklarını yayınlamanın yayıncılık özgürlüğü olduğunu ileri süren, bırakın sanatçı geçinenleri onların ailelerinin bile özel hayatını ekrana taşıyan bir zihniyet haline geldi gazetecilik.

Benim babam sarı basın kart sahibi, hep gururla 'babamız gazeteci' demişizdir. Çünkü yazdığı haberlerle, oyunlarla, kitaplarla hep doğru birşeyler vermeye çabalamış, bize de tüm hayatımız boyunca 'doğrunun peşinden ayrılmayın' diye öğretmişti, ama şimdilerde nasıl diyorlar nasıl düşündürüyorlar bilemiycem çünkü doğru diye verdikleri yanlışın adresi aslında.

Büyük önder gerçekten büyük insanmış geleceği de görerek ' Herkes bakan, başbakan, milletvekili hatta cumhurbaşkanı olabilir ama sanatçı olamaz' demiş, demiş ama anlayanı nerede bulacaksın da anlatacaksın açılıp saçılmakla, haftanın 7 günü başkasına aşık olmakla, defilede/konserde firikik! vermekle sanatçı olunmuyor diye.

İşte dostlar bütün bunlardan sonra biri bana sanatçı kim anlatsın lütfen?

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat

Hemşerim Tarkan geliyor... Memleket kıpır kıpır.../Kültür - Sanat/milliyet blog



Bir haftadır Rize'mde bir şenlik bir festival havası var ki sormayın. 23 senelik hayatımda böyle güzel ve büyük bir organizasyonu ilk kez görüyorum buralarda. Her gün çıkan birbirinden ünlü ayrı ayrı sanatçılar, her gece
 doyasıya oynanan konser sonrası horonları ki benim favorim tulumla oynananıdır eğlenceyi zirveye çıkartıyo ve en güzeli şu ana kadar bir taşkınlık bir sürtüşmenin yaşanmaması.

Tabi ki bu kadar ünlünün bir araya geldiği festival haftasının elbette finali muhteşem olmalıdır. Bu akşam Milli Piyango Rize festivali özel çekilişi ayrı bir heyecan yaşatacaktır bilet sahiplerine ve dediğim gibi festivalin son günü Rize Atatürk Stadı'nda muhteşem bir final bizi beklemektedir.

Megastar Tarkan memleketine özellikle gelmek istediğini belirtir ve konser turnesine Rize'yi de ekleterek bir kez daha gönüllerimizdeki yerini sağlamlaştırmıştır.

Şahsım adına hem kendisini hem de yaptığı müziği beğeniyorum. Alanında Türkiye'de tektir. Başarıların devamını dileyerek bu muhteşem festivalin sorunsuz bir şekilde tamamlanmasını canı yürekten diliyorum.

Bu güzel günleri Rize ye yaşatan herkese teşekkürlerimi borç bilirim..

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Sinoptan bir Bienal geçti.../Kültür - Sanat/milliyet blog

 


Sinop 1. Uluslararası Bienal 3 eylülde sona erdi.


1 Eylülde gezmek için eski Sinop Cezaevine gittiğimde başlamak üzere olan bir performan olduğunu öğrenerek hızlı adımlarla oraya yöneldim. Sebahattin Ali dahil pek çok değerli fikir adamımızı misafir eden bu tarihi ceza evinde Aldırma gönül aldırma...dizeleri dilimde bir sandalyeye iliştim.


Ortam ve gösteri en mükemmel böyle birleşebilirdi. Konu Aile nin bizi hapishanesinde nasıl sarıp sarmaladığı idi. "Birşey değil! De Rien "Suna Suner; Viyanada doktora ve performans çalışmalarına devam eden gencecik bir sanatçımız,üzerinde sade bir gecelik,eller arkadan kelepçeli,gözler ve ağız siyah bantlı...köşede aynadan bir yatak, üzerinde iki yastık...Teypten ingilizce türkçe çocukluğumuzdan itibaren duyduğumuz emir cümleleri...Şunu yap şunu yapma...Ortam sizi alıp ta çocukluğunuzun karanlık, ıslak, acı anılarına götürüyor. Ürkek bir kuşsunuz, ne yapıp ne yapmıyacağınız emirlerinden şaşkın... Gece dönüp geldiğiniz sığınak eviniz... Camdan-aynadan keskin, acı yatağınız...Tek kişilik gösteri devam ediyor, önce ağız açılıp konuşma başlıyor...Bir yastıktan çıkan eski mektuplar okunuyor, daha sonra gözler açılıyor diğer yastıktan çıkanlarda cam boncuklar...İçinize akıttığınız gözyaşları...

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,



Şimdide davetiye üstünden alıntıya göz atalım birlikte..."Bu performansın esas malzemesi aile, dil ve kişisel tarihtir. Performans tekinsiz bir şey olarak ve bir dert olarak aile ile ilgilenir...Performans için aile, gizli, açık olmayan, kasdi ve kasdi olmayan bir tehdit ve tehlikeye işaret eder. Aynı zamanda da aile ulaşılamayan, GERÇEKLİĞİ VE BÜTÜNLÜĞÜ MÜMKÜN OLMAYAN BİR ÜTOPYADIR...Karadenizin bu çıkmaz sokak kasabası Sinop tan bir Bienal geçti...