Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kurtuluş Savaşı Muharebeler Dönemi / İnkılap Tarihi Soru Çözümü #KPSS #AYT Genel Tekrar Tarih 2022"



5 Tarih, History,Çözümlü Tarih Sorulari, Video Soru Çözümleri,Nokta Atış Sorular, Kurtuluş Savaşı, Muharebeler Dönemi, İnkılap Tarihi,Kpss Tarih, Ayt,Genel Tekrar,Tarih Genel Tekrar,bayramcigerli.blogspot.com, Bayram Cigerli

 bayramcigerli.blogspot.com, Bayram Cigerli,

"Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi Full Tekrar | Tyt Ayt Kpss Tarih 2022"


Tarih, Genel Tekrar, Kpss, Kpss Tarih,Nokta Atışı,Çağdaş Tarih,Full Tekrar,bayramcigerli.blogspot.com, Bayram Cigerli,

 

KIZILDERİLİLER TÜRK MÜYDÜ?"


bayramcigerli.blogspot.com, Bayram Cigerli, Kızılderili, Türkler,Tarih, Tartışma 

 bayramcigerli.blogspot.com, Bayram Cigerli,

"Turhan Sultan'dan Hümaşah'a Falaka Cezası | Muhteşem Yüzyıl Kösem




İç mimari/Kültür - Sanat/milliyet blog



Mutluluk; her insanın farklı algıladığı, farklı yorumladığı bir kavram.

Kimi insan; zenginliğiyle, elde ettikleriyle, hayalleriyle, boş hevesleriyle, yedikleri - içtikleriyle, ilişkileriyle mutlu sayıyor kendini.

Kimi insan; üretmeden yaşaması, sessizlikte rahatça uyuması, sık sık kahkahalarla gülmesi, yoğun cinsel paylaşımları nedeniyle mutlu olduğuna inanıyor.

Kimi ince ruhlu insanlar için mutluluk: Ahlaklı olmak, sağlıklı olmak, deniz kıyısında dolaşıp temiz havayı solumak, güneşin doğuşunu - batışını izlemek, Tanrı’ya ibadet etmek, masum - saf düşünceler taşımak, karşılıksız sevmek, elinden geldiğince iyilikte bulunmak, yakın çevresini mutlu etmek, doğru bilgilere ulaşmak, yüce duyguları yaşatmak biçimlerinde düşünülüyor.

Felsefeci Feuerbach diyor ki: İnsanlar arasındaki bütün sorunlar aşkın gücüyle çözülebilir. Aşkı kutsallaştırmak gerekir. İnsan, yalnız aşkta ve duyguda mutlak değere sahiptir. Varoluşun başka belgesi yoktur.

Her insan; ufkunu yaratıyor ve yolunu seçiyor. Hayatı dolu yaşamak denilen durum ise; ancak duyarlı ve farkında olan insan için geçerli. Paranın kışkırtmasıyla, yıldırım hızıyla gelip insanın dünyasına yerleşen tüketim maddeleri ve mantar gibi çoğalan iyi gün dostlarıyla, seyahat etmekle, maceradan maceraya koşmakla, barlarda sabahlara kadar eğlenmekle, dolu yaşama olayını karıştırmamak gerekiyor. Bilerek ya da bilmeyerek karıştırılıyor. Belki hoşumuza gidiyor. Pardon bazı insanların hoşuna gidiyor. Diğer yandan entelektüel bir çizgi izleyip; çok görmek, çok okumak, çok bilmek elbette varlığımıza bir şeyler katar ama önemli olan; yüreğimizle nasıl baktığımız ve bulunduğumuz noktada nasıl yaşadığımız.

Duyarlı bir insan; arabası, villası, yatı, teknoloji araçlarıyla bütünleşmez. Bunların, günü geldiğinde terk edilecek, silinip gidecek şeyler olduğunu bilir. Kendi kişiliğini oluşturan asıl şeylerin, dışında sıralanmış maddeler değil, dünyasına özgü nitelikler olduğunu bilerek yaşar. İnançları, vicdanı, temiz duyguları hep öndedir. Olayların çıkışındaki, bütün iç ve dış nedenleri düşünür. Yeni bilgilere, yeni görüşlere açıktır. Yozlaştırıcı etkilere direnir. Geçen zamanın farkındadır. Benimsediği, katıldığı değerlerin yanında, kendi yarattığı değerler, mekanlar vardır.

Çok önemli başka bir konu: İnsanın düşündüğü, hissettiği her şey, sinir hücrelerinin elektrik ağından diğer hücrelere yayılıyor. Hücreler bütün düşüncelere, duygulara yanıt veriyorlar. Örneğin, endişe anında vücutta baş dönmesi ya da bulantı başlıyor, mutlu anlarda endorfin salgılanıyor, depresif dönemlerde laktik asit üretiliyor. Güzel düşünmek ve mevcut düşüncelerimizi olgunlaştırmak zorundayız.

Tarih, ilgilenenler açısından mükemmel bir alan. Büyük savaşlara giren, büyük değişimlere imzasını atan ünlülerin yaşamlarında; dikkate değer, yadırganacak davranışları da saptayabiliyoruz. Örneğin Büyük İskender, ordusuyla Ortaasya dönüşünde Babil’e geliyor ve çıktığı yüksek bir tepeden kente bakıp ( o tarihteki görünümü, günümüz Paris’i gibi büyüleyiciymiş ) yanındaki komutanlara hitaben: Burada bulduğumuz altınları üç kuşak hiç çalışmasak yine de tüketemeyiz diyor. Bu beklenmedik, basit ifadeye oradaki yaşlı bir adam müdahale ederek, - Çok yanlış düşünüyorsunuz diyor. İskender’i uyarıyor. Çünkü yeni devletin, çalışma ve sevgi temeline dayandırılarak kurulması gerekiyor. Emeksiz kazanılan maddi servet çok kısa sürede tükenebilir. Köle olunur.

Alman düşünür, Marksizmin kurucusu Karl Marx (1818 - 1883 ) derin düşünceleriyle, odasında fikirler üretiyor. Amacı: Ekonomik sorunların çözümü, insanlığın mutluluğu. Fakat aile içinde, babasına karşı hırçın, saygısız yaklaşımları nedeniyle kırıcı oluyor. Babası üzülüyor ve bir doktor dostuna anlatıyor, ne yapması gerektiğini soruyor. Doktor, her şeye rağmen hoşgörü ve sabır göstermesini öneriyor.

Bu tür şeyleri öğrendiğimde çok etkileniyorum. Işık içinde uyusunlar. Yaşıyor olsalardı, isimlerine ters düşen şeyleri nasıl yapabildiklerini mümkünse açıklamalarını isterdim. Bilmiyorum zaaflarına ya da komplekslerine dair hassas, özel detayları bana samimiyetle anlatırlar mıydı? Yüzlerinde, kendi geçmişlerini yumuşakça kucaklayan acı tebessümleri izleyebilirdim herhalde.

Claudius

Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Tarihten günümüze barış çağları/Kültür - Sanat/milliyet blog



İlkçağda, peygamber-sultan Hz. Davut ve Hz. Süleyman dönemlerinde barış ve adalet hüküm sürmüştür. Genel olarak savaş ve huzursuzluk kaynağı olan, zorbalık yapan kavimler Hz. Davut döneminde durgunlaşmış, Hz. Süleyman döneminde de tamamen zararsız bir hal almışlarsa da Hz. Süleyman’ın vefatıyla tekrar eski hallerine dönmüşlerdir.

Barış ve hoşgörünün tarihi gelişimini ele aldığımız zaman başlangıcının ne zaman olduğuna kesin bir kanaat getiremeyiz fakat şunu söyleyebiliriz ki barış ve hoş görü birbirinden ayrılmaz kavramlar olduğunu ve insanların neolitik çağda yerleşime geçmesiyle birlikte birbirleriyle olan ilişkileri arttığı için barış ve hoşgörünün de bu zamandan sonra arttığını söyleyebiliriz. Örnek olarak Hititler ile mısır arasında yapılan Kadeş Barış Antlaşması’yla iki devlet arasında barış antlaşması yapılmamıştır. Bu antlaşma tarihteki ilk yazılı antlaşma olmasının yanında ilk barış antlaşması olması yönüyle de önemlidir.

Ortaçağ denilince bizim coğrafyamızı ilgilendiren Ön Asya ve Avrupa coğrafyası açısından iki farklı dünya göze çarpar. Bunlardan biri; kültür ve medeniyet konusunda ileri giden, zenginliği ve medeniyeti ile bireye verilen değeri açısından dünyaya nam salan İslam Dünyası’nın zenginlikleridir. Bir diğeri ise skolastik düşünce içerisinde kıvranan kilise ile feodal beylerin tahakkümü altında ezilen Avrupa’dır.

Bu durumun en açık göstergesi olarak; Kudüs’ü hedef olarak gösteren Haçlı Avrupa’sının asıl amacının İslam Dünyası’ndaki zenginlikleri ele geçirebilme hedefleri olarak gösterilebilir. Nitekim Haçlı Seferleri sonucunda, Avrupa’nın İslam topraklarını işgali ve tanıma sonrası kültürel, ekonomik ve ticari olarak harekete geçerek Yeniçağ Avrupa’sı için zemin oluşturması gösterilebilir.

Yeniçiğda da Osmanlı Devleti fethettiği topraklara kuruluşundan itibaren uyguladığı barış ve hoşgörü politikası sayesinde asırlar boyu sorunsuz bir şekilde hükmetmiştir. Ankara Savaşı(1402) sonrasındaki fetret devrinde Balkan ülkelerinde hemen hemen hiç toprak kaybedilmemesi hatta herhangi bir ayaklanma dahi çıkmaması Osmanlı’nın barış ve hoşgörü politikasının bir sonucudur. Daha sonraları da başta İstanbul’un fethinde olmak üzere pek çok dönemde barış politikası izleyerek bunun verimini de almıştır.

Yakınçağda ise çeşitli zamanlarda barış ve hoşgörü gündeme gelse de hiçbiri Türk İslam devletlerinin uyguladığı barış ve hoşgörüye ulaşamamıştır. Sorunlar genel olarak savaş ve şiddet yoluyla çözüme kavuşturulmaya çalışılmış fakat gelinen nokta ve alınan sonuçlar, eskisinden daha fazla problemi de beraberinde getirmiştir.

Bu durumun bir tezahürü olarak dünyamızın farklı kıtalarında, farklı ülkelerinde ve farklı noktalarında cereyan eden savaşlar ve çatışmalar örnek olarak gösterilebilir. Tek kutuplu dünyada egemen güçlerin barış, demokrasi ve hoşgörü göstermek amacıyla işgal edilen ülkeler ve ezilen halklar amaca ulaşamamanın bariz göstergelerindendir.

Tüm bu olanlara rağmen barışa ulaşmak adına en pasif dönem çağımızdır. ne dersiniz; barış kelimesinin ağızlara sakız edidiği günümüzde biz barışın neresindeyiz acaba?

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Tarihin tozlu yollarında!/Kültür - Sanat/milliyet blog




Aman Tanrım!..Ne kadar az şey biliyormuşum meğer. Birkaç gün önce bu gerçek bir tokat gibi indi yüzüme. İnsan sorularla karşılaşmayınca bazen es geçebiliyormuş gerçeği. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesini gezerken hiç böyle hissetmemiştim. Çünkü yanımda her gördüğünü soran birisi yoktu.

Oğlumun tatil, benim izin günlerimin sonuna yaklaştığımız günlerde, gene rahat ve özgürce zamanı kullanmanın tadını çıkararak keyifli bir kahvaltının ardından attık kendimizi dışarıya. Bu sefer de tarihin tozuna toprağına, taşına çömleğine karışalım istedik.

Yolumuz İzmir Tarih ve Sanat Müzesi’ne düştü. Üç ayrı bölümden oluşan müzenin kapısından girerken, oğlumun tepkisi hakkında hiçbir fikrim yoktu. İlgisini çekecek miydi, sıkılacak mıydı saatlerce içeride gezinmekten, ürkecek miydi o kendine has sessizliğinde ve havasında, sevecek miydi acaba çok uzaklardaki insanlarla ve olaylarla tanışmayı. Onun hayatına yeni pencereler açmaktı, ufkuna farklı gökyüzleri eklemekti bu gezi. Böyle anları, onun hayatına dair beraber attığımız bu ilk adımları seviyorum. Çünkü o kendini keşfederken, ben de iyi bir gözlemci olup, oğlumun gelişimine tanık oluyorum. Onu bu değişimin içinde kaybetmeden, yenilenmiş bir adım daha gelişmiş haliyle tanıma fırsatı buluyorum.

Taş Eserler Bölümünün girişinde iki kocaman aslanın arasında ihtişamlı bir erkek heykeli karşılıyordu kapıdan girenleri. İlk şaşkınlığı atlattıktan sonra, dalmıştık kendimizce tarihin sayfalarına. İşte tam da bu noktada başım belaya girmeye başlamıştı. Hiç beklemediğim şekilde detaylara dalıyordu oğlum ve her gördüğü büstü, heykeli, yazıtı, mezarı soruyordu(bilseydim biraz tarih çalışır giderdim). “ Yazıt ne anne? Apollon kim anne? Afrodit kim anne? Tanrıça ne demek anne? Sağlık tanrısı da ne oluyor anne? Lahit ne anne“ Aman tanrım bu soruların sonu gelmeyecek mi?

Hangi birini cevaplayacağımı şaşırmış halde bildiğim kadar, dilimin döndüğünce anlatıyordum. Bir zamanlar insanların bir çok tanrı olduğuna inandığını ve onların heykellerini yapıp tapındıklarından kısaca bahsedip geçmeye çalışıyordum. Bu sefer de baş tarafı insan gerisi hayvan olan kabartmaları görüp soruyordu “bunlar insan mı, hayvan mı? “diye. Şimdi de evrim teorisi bilgilerine kısa dalış yapmak zorunda hissediyordum kendimi. Bu küçücük beyinlerde, bunları anlamanın ne kadar zor olduğunu oğlumun bakışlarında görmüş ve olayı daha çok büyütmeden geçiştirmeyi başarmıştım.

Benden bağımsız dilediğince gezmesine özen gösterdiğim oğlum, olimpiyat oyunlarının resmedildiği bölümü es geçmişti. Sporla bu kadar ilgili bir çocuğun bu bölümü es geçmesi ilginç geldi. Özellikle ilgisini çekmek istemiştim ta o dönemde bile insanların spor yapmış olduklarına. Ama sonra anladım ki, insan figürleri çıplak olarak resmedilmişti bu bölümde. Disk atıyorlar, koşuyorlar, güreşiyorlardı ama üzerlerinde hiçbir şey yoktu, ne kadar da doğaldılar. O kısacık anda ne çok şey düşündüm insanların gelişimine dair. Beraberce bu bölümü gezip, gladyatörlerin anlatıldığı bölüme geldiğimizde, gladyatör kelimesinin anlamını öğrenir öğrenmez, oğlum Truva filmine gönderme yaparak hafızasında kalanları anlatıyordu. O zaman filmlerin öğrenmede ne kadar etkili ve önemli olduğunu düşündüm.

Bu bölümdeki taşları oymadaki işçilik bayağı insanın kafasını karıştırıyor doğrusu. Çağlar öncesinde hangi alet, edevatla taşlar bu kadar özenle oyulmuştu. Kimi dönemlerde daha taş ve topraktan başka hammadde bile bilinmiyordu. Ya o insan figürlerinin muntazam suratları inanılmazdı. Gerçi oğlum Afroditi beğenmedi, şimdi daha güzelleri var dedi ama olsun, hakkını yememek lazım güzeldiler. Bütün bu muhteşem eserler insanda inanılmaz beyin fırtınaları estiriyor doğrusu.

İkinci bölüm olan Seramik Eserler Bölümüne girdiğimizde, burada amforaları öğrendik. Amforalar, kıyılarda gemi ticaretinde değiş tokuşu yapılan malların taşındığı altı sivri küplerdi. Gemilere daha iyi istiflenip, daha çok mal taşıyabilmek için altları sivri yapılırmış. Buradaki kandiller, tabaklar, tavalar bir sürü düşünceye salıyor insanı. Ticarette en çok ilgi gören ürünler; tahıl, zeytin, zeytinyağı, parfüm diye kalmış aklımda.

En son bölüm ise, Kıymetli Eserler Bölümü idi. Bu bölümde artık sikkeler tarih sayfasında boy göstermeye başlamışlardı. Hanımlar o zaman da süslülermiş :) Takıları görünce bu anlaşılıyordu. En az zamanımızı alan bu bölümden çıktığımızda, oğlum şunları söylüyordu “en çok ilgimi çekeceğini ve en çok zamanı alacağını sandığım yer en az ilgimi çekti ne ilginç” Evet bu yorum ilginçti. Ben de, oğlum demek ki maddiyata gerektiğinden fazla değer ve zaman vermeyecek diye umut ettim geleceğe dair. : -)

Müzenin o gizemli havasında, kendi bildiğince eserlere dalmak, o sessizlikte onların sesini dinlemek çok farklı bir duygu. İnsan nasıl da ben merkezcilikten kurtulup, evren üzerine düşüncelere dalıyor..

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

İskender olmasaydınız kim olurdunuz?/Kültür - Sanat/milliyet blog



İnsanların, uygarlıkların kendi gibi olmayan, öteki olan, farklı olana yaklaşımları hep farklı olmuştur.Tümden reddetmekten tutun, farklı olanının içine girip onu kendi bünyesine katmaya kadar değişik tepkiler vardır böyle bir durumda.

Eğer gecekondu mahallesinde doğup büyümüş biriyseniz, çocukluğunuzun çiçeği mahrumiyetler ağacında açmışsa, gençliğinizi bakıp da mahrum kalma duvarlarına tırmanarak geçirmişseniz bu durumda sahip olamadığınız maddi zenginlikler sizi kuşatıp benliğinizi içine alabilir.Sahip olamadığınız bu zenginlikleri bir obje ile bütünleştirip tüm enerjinizi ona ulaşma yoluna dökersiniz.Zengin fakat iletişimsiz, sevgisiz bir evin çocuğu olmuşsanız sokakta gülerek oynayan üstü başı yırtık içindeki çocuklarda sizi bir şeyler çeker.İstediğiniz şeyin kısa bir sürede emrinize girmesi de azaltamaz o çocuklarda olup da sizde olmayan şey ile aranızdaki mesafeyi.

Farklı kutuplar arasındaki çelişki insanlık tarihi boyunca düşünen adamların kafasını meşgul etti.Pratikte bulunan cevaplar teoride de bulundu.Birileri dedi ki mutluluk bedensel ve dünyasal zevkleri yadsımaktan geçer.Ne kadar az istersen o kadar çok mutlu olursun.Kimi de dedi ki madem kısacık bir konukluğumuz var bu fani dünyada, olabildiğince doyur bedenini hazza, insanları, kıtaları boyun eğdirerek tatmin et egonu.Birinci görüşü savunanlar çilekeşler, filozoflar ve adı sanı duyulmamış sıradan insanlar olarak geçtiler bu dünyadan.İkincisini savunanlar krallar, fatihler, zenginler olarak biliniyor diğer insanlar tarafından.İki kanadın birer temsilcisinin ilginç bir buluşması vardır, siz de bilirsiniz.Büyük fatih İskender Sinoplu filozof Diogenes’in yanına gelip “Dile benden ne dilersen” dediğinde Diogenes’in verdiği o cevaptır bu karşılaşmayı hafızalara kazıyan: “Gölge etme başka ihsan istemem.”

Kendisine sonsuz ün sağlayacak sefere gitmeden önce Yunanlı kahraman Akhilleus annesiyle yaptığı konuşmada şöyle bir yol ayrımında buldu kendini: Ya evinde kalıp karısını mutlu edecek, çocuklarını büyütecek ve başında olduğu topluluğu yöneterek geçirecekti yıllarını, ve karşılığında mutlu bir hayatı olacaktı, ya da savaşa gidip kelleler düşürüp kara toprağa ismini ebediyen kazıyacaktı belleklere.Ama bunun bedeli de kısa bir hayat olacaktı.

Akhilleus insanlar arasında adının hatırlanmasını seçti.Bu özelliğiyle sonsuz kibirin, gururun ve aşırı hırsın insani cisimleşmesi de oldu aynı zamanda.İki aşırı uçtan sakınarak orta yolu tutmanın insana mutluluk getireceğini benimseyenler onu örnek verdiler hep.

Ne var ki insan doğası değişmiyor.Akhilleus yapar da başka bir ölümlü yapamaz mı?Onun seçimini haklı bulanlar hep olacaktı.Dünyayı biz ve onlar diye gören ve onları zapt ederek bizleştirmek isteyen Büyük İskender kasırgayı andıran seferine çıkmadan önce karşılaştı Sinoplu Diogenes’le.İstediği her şeyi alabilecekken sadece gölge almakla yetinen Diogenes’in cevabını “Senden bir şey alacak kadar aşağıda değilim” şeklinde bir gurur belirtisi olarak anlayan İskender aldığı cevaptan sonra yakınındakilere “İskender olmasaydım Diogenes olurdum” demiş. Oysa Diogenes ona “Bana dünyanın mutluluk getiren hangi nimetini verebilirsin ki” demek istemişti. “İstemem eksik kalsın, ben kendimle mutluyum.”

Yola çıkmayan, karşıdakine yaklaşmak için bir adım atmayan kişi için bu iki uç tepki bir arada olamayacak kadar zıttır birbirine.Bu yüzdendir kültürlerin, milletlerin kendine benzemeyeni barbar sayması, içine almaya isteksiz olması. Uzaktan bakan bir Avrupalı geri kalmış saydığı Türkiyeliyi bu yüzden Avrupa Birliği’ne almakta nazlanıyor olmalı.İskender’in kültürü tüm doğuyu barbar sayıyordu, ancak batı kültürü sayesinde doğu uygarlaşabilirdi. Bireysel ölümsüzlük hayaline bir kılıf bulmuştu İskender: Doğuya uygarlık götürecekti. Henüz daha yarı yola gelmişti ki, Murathan Mungan’ın dediği doğru çıktı: “Yola çıkan aynı dönmez ki geriye”.Gerçi İskender geriye hiç dönemedi ama yarı yolda artık değişmişti.Öteki saydığı ulusların dinini, giyim tarzlarını benimseyecek, doğulu bir prensesle evlenecek kadar değişmişti.Artık o eski İskender değildi.Doğuyu Batılılaştırmak niyetinde değildi artık.Amacını düzeltti: Doğu ile Batıyı uyumlu bir hale getirmek, ‘Altın Orta’ da buluşturmak.

Hayatta isteklerin, başarı koşusunun sonu olmadığını, insani hırsların sonunun gelmeyeceğini, doğulu insanın az isteyerek de mutlu olabildiğini gördüğü andır belki de İskender’in Diogenes’i en iyi anlayabildiği an.Evlendiği İran kralının kızıyla geçirdiği mutlu saatlerde belki fark etmiştir, barbar sayarak dışladığı öteki’nin aslında ne kadar da uygar ve kendine benzer olduğunu.Kendisiyle aynı gün ölen Sinoplu Diogenes’e herhalde öte tarafta ilk söylediği söz “Haklıymışsın” olmuştur.

Üzüm üzüme baka baka kararır.Köpeklerin bile sahiplerinin huylarını aldıkları söylenir. Zıttınla etkileşime girdiğinde doğa kanunu gereği mutlaka biraz ona yaklaşırsın, o da sana.Etkileşime girip yola çıktın mı aynı halinizle dönemezsiniz geriye.

Günlük yaşam insan beynine hazır verilmiş kararlar üzerinden iş görmesini dayatıyor.Yargı kalıpları, değer kalıpları bunlar.Daha önce karşılaştığımız bir durumdan çıkardığımız sonuç beynimizde yer ediyor ve bir sonraki benzer durumda o sonuç yeni kararımıza etki ediyor.Bireyler böyle kalıplarla davrandığı için bireyleri oluşturan uluslar da diğer uluslara bu kalıplar ışığında bakıyorlar.Zaman oluyor iki uç arasında bir etkileşim için fırsat doğuyor.O dönemlerde iki taraf da birbirinden bir şeyler alıp değişiyor ve diğerinin sandığı kadar şeytan olmadığını anlıyor.İskender’in seferi ve Haçlı seferleri böyle fırsat dönemleri oldu tarihte.Günlük hayatta karşıtımıza değişik bir açıdan bakabilme fırsatını çok yaratabilen insanlar hoşgörülü, yaratmak istemeyenler de önyargılı sıfatını haklı olarak üstleniyorlar.

İskender yanlış anlayarak söylediği “İskender olmasaydım Diogenes olurdum “ sözüne sonradan çok hak vereceğini bilemezdi.Pek ya siz hiç İskenderlikten çıkıp başka birisi olmaya çalışıyor musunuz?Kendiniz olmaktan çıksanız hangi tarafa yaklaşırdınız?

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Çatalhöyük ve tarihi hissetmek/Kültür - Sanat/milliyet blog




Tarih beni her zaman çok heyecanlandırır, sadece okumak değil, onu hissetmek heyecanlandırır. Bir an 9000 yıllık bir nesne ile karşılaştığımı düşünüyorum da, neler hissederdim? Aslında çok heyecanlanacağımı biliyorum. Karşımda duran nesneler bu kadar

Ne sen bâkî ne ben bâkî


Ne sen bâkî ne ben bâkî


Kanunî Sultan Süleyman AbdülBâkî gibi bir kabiliyeti bulup çıkarıp itibar eylemesini, padişahlığının çok haz duyduğu birkaç olayından biri olarak gördüğünü söylemiştir.

Yazdığı her nazireden sonra da şaire sık sık lütuf ve ihsanlarda bulunuyordu.

Nitekim Şair Nev’i bu duruma işaretle bir şiirinde şöyle demiştir:

Bâkî’yi Sultan Süleyman etti Selman-ı zaman

Bâkî neşeli, zarif, hoş-sohbet, nükteci, şakacı, bir şahsiyete sahipti. Nerede olursa olsun doğruyu söylemekten çekinmez biriydi. Bu itibarla bazen kırıcı olabiliyordu. Nitekim bir defasında Kanunî Sultan Süleyman da kendisine kırılmış ve onu Bursa’ya sürmüştü. Padişah bu kıymetli şaire haber gönderirken maksadını da şairce bildirmişti.

Bâkî bed Bursa’ya red

Nefy-i ebed

Azm-i bülend

Açıklaması: Huyu kötü olan Bâkî’yi Bursa’ya sürdüm. Orada devamlı kalsın. Yüksek kararım budur.

Fakat padişahın bu hükümdarca ifadeleri şiirin sultanına çarpmıştı. Bâkî bu ağır ifadelere karşı derhal şu dörtlükle mukâbelede bulundu:

N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâkî

Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî

Şahâ! Azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ

Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî

Açıklaması:

“Şâir öncelikle kendine hitâben nasîhat ve tesellî makâmında şöyle demektedir: Üzme kendini ey Bâkî! Padişahın yüksek kararı senin Âsitâne’den, Cihan hakanının yanından uzaklaştırılman yönünde olsa ne olur ki…

Zira açıkca biliyorsun ki bu dünya Hazret-i Süleyman aleyhisselama bile kalmadı. (Bu Süleymân’a mı kalacak? Bu isim benzerliği hatırlanmasa da muhatabın doğrudan padişah olacağı açıktır).

Ey Padişahım! Kararınızda -sıklıkla vâkî olduğu üzere- celâliniz, gazabınız pek sarih biçimde görülüyor amma! Unutmayın ki bu dünya geçicidir, bana kalmadığı gibi, size de kalmaz.

” Şairler Sultanı Bâkî’ nin fermanı tebellüğ ettiği anda irticâlen söylediği bu dört mısra birisi tarafından not edilip padişaha takdim edildiğinde; ferman geri alınmış ve Bâkî çok sevdiği padişahından ve ilim çevresinden ayrı düşmemiştir.

Şirketi Hayriye Vapurlarının Geç Kalkmasının Üç Sebebi


Fatih Sultan Mehmed devrinde buraya yerleşen Kuzgun Baba adlı bir veliden ismini alan bu semt, gayrimüslim ve Müslümanların birlikte oturdukları bir sahil köyüdür. Fethi Paşa Korusu, semtin en önemli mesire yeridir.

Bu Sahilde çalışan Şirket-i Hayriye vapurları hep rötarlı dönermiş. Bu yüzden de gemi kaptanları tenkit edilirmiş. Bu tenkitlerden bıkan kaptanın biri; “ Çengelköy’ün zerzevatı, Beylerbeyinin teşrifatı, Kuzguncuk’un haşeratı oldukça bu vapurlar hep tehirle kalkar.” diye cevap vermiş. Buradan da Çengelköy’ün zerzevatının yüklenirken vakit alması, Beylerbeyi’nde oturan eski paşaların ve devlet ricalinin vapura binerken birbirine önce siz buyurun diyerek iltifat etmeleri ve Kuzguncuk’ta oturan gayrimüslimlerin itiş-kakış vapura binmeleri, vapurların gecikmeli kalkmasına sebep olan olaylar olduğu anlaşılmaktadır.

İnsan Boğaziçi’nin bu güzel, yeşil korularında gezerken ferahlamaktadır. Zira üç şey insanın gamını izale eder: Yeşillik, akarsu ve insanın sevdikleriyle beraber bulunması. İşte bu üç şey bir arada bulunduğu zaman insanda gam ve kasvet izale olmaktadır.

Kuzguncuğun dikkate değer ve dünyada eşi olmayan bir yapısı da; cami ve kilisenin yan yana bulunmasıdır. Bu da Müslüman Türklerin dinlere karşı hoşgörüsünün bir delilidir.

Ziya Burcuoğlu

Hazarlar, şamanlığı bırakıp Musevî dinini kabul ediyorlar


Hazarlar, şamanlığı bırakıp Musevî dinini kabul ediyorlar


Bir süre sonra, 740 tarihinde, Hazar İmparatoru ve saray çevresi başta olmak üzere tüm yönetici ve askerî sınıf, Musevî dinini kabul ettiler ve çok geçmeden de bu yeni din, Şamanlığın yerine resmî din sıfatını aldı. Bugün bile böyle bir olay nasıl çarpıcı ve olağanüstü gözüküyorsa o zaman da bu kararın aynı şekilde şaşırtıcı olduğunu Bizans, Arap, Rus ve İbranî kaynaklardan saptamak mümkün. Çağdaş Macar tarihçisi Anthal Bartha’nın 1968’de yazdığı ve VIII ila IX. yüzyıllardaki Macar toplumunu inceleyen bir eserinde birkaç bölüm Hazar Türklerine ayrılmış bulunuyor. Bu yüzyıllarda Macarlar Hazarların himayesinde olmalarına rağmen, kitapta Hazarların Musevî dinini kabul etmelerine sadece bir paragrafta değinmesi yazarın bu tarihi olgu karşısında ne derece rahatsızlık duyduğunu sezinlemek için yeterli:

“Fikir tarihiyle ilgili sorunlar konumuz dışında olmasına rağmen Hazar krallığının devlet dini meselesine dikkat çekmek zorundayız. Musevî dini toplumun yönetici sınıflarının kabulü ile resmi din oluyor. Etnik olarak Yahudi olmayan bir halkın Museviliği din olarak kabul etmesi doğal olarak ilginç spekülasyonlar yaratabilir. Bizans’ın Hıristiyanlığı yayma misyonuna karşı olduğu kadar Arapların İslamî yayılmacılığına da bir çeşit meydan okuma mahiyetinde olan Hazarların din değiştirmeleri, üstelik de sözünü ettiğimiz iki imparatorluğun siyasal baskıları altında olmasına rağmen Musevilik gibi, tektanrılı bir din olmakla beraber hiçbir dış siyasal desteğe sahip olmayan, tam tersine her tarafta baskılara uğrayan bir dini kabul etmeleri bu konularda araştırmalarda bulunan tüm tarihçileri hayretler içerisinde bırakmıştır. Hazarların bu seçimlerinde güttükleri amaç siyasal bağımsızlık iradesinin ifadesinden başka bir şekilde açıklanamaz”.

Hazar Türkleri Neden Museviliği Seçti? Tarih, Derin Tarih, Din Tarihi, Türkler ve Din, Musevilik, Hazarlar,




Hazar Türkleri Neden Museviliği Seçti?
“Batı Avrupa’da Charlemagne imparatorluk tacını giydiği tarihlerde, Avrupa’nın doğusunda, Kafkasya ile Volga arasında Hazar İmparatorluğu adı altında tanınan bir Musevi Devleti hüküm sürüyordu ...” sözleriyle başlayan Arthur Koestler’in 13. Kabile adlı eserini, tarihin en muhteşem ve en gizemli konularından biri hakkında eşi bulunmayan bir eser olarak niteleyebiliriz. Koestler Hazarlar üzerine araştırma yapmış bütün tarihçilerin eserlerini birbirleriyle karşılaştırıp son derece akılcı bir yaklaşımla, unutulmuş veya unutturulmuş olan bu tarihi çözümleyerek günümüzü anlamaya çalışıyor ve belli tabuları zorluyor. Günümüz Musevilerinin çoğunluğunu oluşturan Aşkenazların etnik kökenlerinin Sami ve İbrani olmadığını, Ben-i İsrailoğullarının 12 kabilesinin dışından Türk kökenli Hazarlar’dan yani bir 13. kabileden geldikleri iddialarını ispatlıyor. Üstelik de dünya üzerindeki Musevilerin ezici çoğunluğunun Aşkenaz olmaları oldukça düşündürücü. XV. ve XVI. yüzyıllara kadar Hazarlar üzerine oldukça ihtiraslı tartışmalar yapılmış olmasına rağmen sonra uzun bir zaman tamamen ortadan kalkmış olduğunu görüyoruz. XX. yüzyılın kinci yarısında tekrar alevlenmekle beraber, her ne kadar sadece konulara vakıf kısıtlı çevrelerde polemik konusu olduysa da çeşitli “resmi tarih”lere de ters düştüğü için olmalı, hiçbir zaman yeterince medyatikleşmediğine şahit oluyoruz.

Hazar’lar Türk kökenliydiler, güçlü bir medeniyete sahiptiler ve bilinmeyen sebeplerden dolayı Museviliği resmi din olarak kabul etmişlerdi. Hazar Denizi ile Karadeniz arasında V. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar hüküm süren Hazarlar bir soykırıma uğramadan tarih sahnesinden çekildiler. Onlardan kalan izler neler? Kimdiler? Musevilik tarih boyunca İbranilerden başka hiçbir kavim, hiçbir millet tarafından kabul görmediği halde ve diğer tek Tanrılı dinlerin tam tersine İsrailoğulları kendi dinlerini başkalarına ne dayatarak, ne de gönül rızasıyla hiçbir zaman yayma çabası göstermemiş olmalarına rağmen, nasıl oluyor da bu kuralın tek istisnasını bir Türk kavmi oluşturuyor? Acaba bugünkü Doğu Avrupa Musevilerinin önemli bir kısmının kökeni Hazarlardan mı geliyor? Nazilerin soykırımına uğrayan “İsrailoğulları”nın ataları aynı zamanda da arî ırkın beşiği olan Kafkasya’da ortaya çıkan bu 13. kabileden mi geliyorlar? Arthur Koestler’e göre “antisemitizm” bu verilere göre anlamını yitiriyor. Koestler, “bu tez aynı zamanda hem cellatların hem de kurbanların ister istemez içine düştükleri trajik bir yanılgıyı ortaya koyuyor, belki de tarihin en acı yanılgısını” demekten kendini alamıyor. Sonuç olarak, Arthur Koestler’in belgelediği gibi, Hitler’in Yahudi soykırımında Macaristan, Polonya ve Rusya’da yaşayan Hazar Türklerinin torunları ne yazık ki nasibini aldı ve toplama kamplarına gönderilerek yokedildi.

Batı Avrupa’da Charlemagne’ın imparatorluk tacını giydiği tarihlerde, Avrupa’nın doğusunda, Kafkasya ile Volga arasında Hazar İmparatorluğu adıyla tanınan bir Musevî Devleti hüküm sürüyordu. Altın çağına VII. ve X. yüzyıllarda erişen bu devlet, ortaçağ Avrupa’sının, dolayısıyla modern Avrupa’nın da biçimlenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bunun en fazla farkında olanların başında, aynı zamanda da iyi bir tarihçi olarak tanınan Bizans İmparatoru VII. Konstantin Porphyrogenitos (901-959) geliyordu. “De Cerimoniis-Törenler Kitabı” adlı eserinde, Roma’daki Papa’ya ya da Batı Roma İmparatoru’na gönderilecek bir mektup için iki sikkelik altın damga yeterken, Hazar kralına gönderilecek bir mektuba ancak üç sikkelik altın damga gerekir diye bir not düşmüştü. Bunun bir iltifattan çok bir realpolitik gereği olduğunu anlıyoruz. IX. yüzyılda, Bizans İmparatorluğu için büyük bir olasılıkla Hazar Kağan’ının önemi, Charlemagne ve onun soyundan gelenlerinkinden daha az değildi hattâ belki de daha fazlaydı. Uzun bir süre, doğudaki en güçlü devletler olan Bizans ve Abbasiler’le boy ölçüşebilecek Hazarlar’dan başka bir güç bulunmuyor.

Etnik yapı açısından Türkler’den oluşan Hazar ülkesi, Hazar denizi ile Karadeniz arasında, zamanın büyük güçlerinin ısrarla denetimleri altına almaya çalıştıkları ve son derece hayatî ticaret yollarının kesiştiği bir bölgede yer aldığı için önemli bir stratejik konumdaydı. Bizans açısından bir tampon devlet rolü oynuyor ve Doğu Roma İmparatorluğu’nu, önce Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, daha sonra da Vikingler ve Rûslar gibi kuzey steplerinin amansız savaşçı barbar kavimlerinin istilâ tehlikesinden koruyordu. Bizans diplomasisi açısından olduğu kadar Avrupa tarihi açısından da önem taşıyan noktaysa, Hazarların güneyden bir çığ gibi gelen Arap istila dalgalarını durdurup püskürtmesi ve Arap akınlarının İran üzerinden Orta Asya’ya doğru yönelmesine sebep olmasıdır. Batıdan ilerleyerek Avrupa’yı istila eden Arap ordularının Fransa’da Poitier bölgesinde Charles Martel tarafından zorlukla durdurulabilmesine karşın, doğu cephesinde Hazarlar Doğu ve Orta Avrupa’nın Araplarca istilasını engellemişler ve onlara Kafkasya kapılarını kapamışlardı.

Tarihin bu çok az bilinen bölümü hakkında Hazar tarihinin en önemli uzmanlarından biri olan Prof. D. M. Dunlop(1) 1954’te yazdığı “The History of Jewish Khazars” adlı kitabında şöyle der: “Hazarlar olmasaydı Doğu’daki Avrupa uygarlığının kalesi olan Bizans, Arapların karşısında çok uzun süre dayanamazdı. Büyük bir ihtimalle bunun doğal sonucu olarak Hıristiyan ve İslâm dünyalarının tarihi de bugünkünden çok daha farklı olurdu”.

Hazar Türkleri’nin Arap akınları karşısında böylesine bir zafer kazanmasının yarattığı yankıların bir sonucu olarak, ilerde V. Konstantin adıyla tahta çıkacak olan Bizans prensi, bir Hazar prensesi ile evlendi. İmparatoriçe Irena adını alacak bu prensesin İstanbul’a getirdiği giysiler saray çevresinde öylesine hayranlık yaratıp moda oluyor ki bunlara “Tzitzakion” adı veriliyor; bu sözcük de prensesin kendi isminden geliyor; “Çiçak” [yani günümüz Türkçesindeki çiçek, ç.n.]. Bu evlilikten doğan ve de Hazar lâkabını taşıyarak imparator olan IV. Leon, 775-780 tarihleri arasında hüküm sürecekti.

Hazar Kağanı’nın gücünün VIII. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nun Kafkasya üzerinden geçen ticaret yollarının Müslüman akınlarına karşı güvenliğini sağlamaktan öte, Bizans’ın saray entrikalarına müdahale edip imparator tayin edilmesinde rol oynayacak kadar arttığını savunan Dunlop’un ifadesinde hiçbir abartma payı yok.(2)

Akl-ı Selim Bir Sultan: “İbrahim Han”



Akl-ı Selim Bir Sultan: “İbrahim Han” Günümüzde insanların büyük bir çoğunluğu; her alanda, hemen hemen her konuda yorum yapar, fikir sunar, bildiklerinin doğruluğundan emin olmadan, savundukları hususlarda ısrar ederler. Spor konusunda, tıp konusunda olduğu 

gibi tarih ilminde de konuşur, hiç kitap okumadan internetten öğrendiği üç beş bilgi ile tarihi yorumlar, hatta şahsiyetleri yargılamaktan çekinmezler. Tarih cahilleri çoğu kez ezbere konuşur, bilmedikleri konularda ısrar eder, yazılanların gerçek olup olmadığını araştırmadan savunmaya geçerler. İşin en acı ve garip yanı da; bahsi geçen kişiyi sevmiyorlarsa, ya da sevmek işlerine gelmiyorsa; belgeye, kaynağa bakmaksızın hakaret ve iftira dolu cümleleri sıralamakta bir mahsur görmezler.

Vakanüvislerimiz bizlere sadece tarih ilmini değil, tarihi şahsiyetlere hakaret etmemeyi de öğrettiler. Velev ki düşmanımız olsun! Önce edeb, illâ edeb! Osmanlı sultanlarına; ayyaş, deli, aptal, züppe, kadın düşkünü, enayi vb. lakaplar (20.yy başlarından itibaren) takıp, ardından onlara lanet okumak da nedir? Ben söyleyeyim; oryantalistlerin attıkları iftiraların sınırlarını zorlamak, edebin zerresine sahip olmamak ve haddi aşmaktır. Bizim her birine dua edip, arkalarından rahmet okuduğumuz Osmanlı Sultanları kendi düşmanlarına bile hakaret etmemiş, edeni hoş görmemişlerdi.

Bugün Ayasofya Camii avlusunda medfun olan ve Osmanlı sultanlarının içinde en çok iftiraya maruz kalan isimlerden biri de Sultan İbrahim Han’dır. Sultan İbrahim Han kendi dönemi dahil, birçok iftiraya maruz kalsa da, ona atılan “deli” iftirası için çok uzağa gitmeye gerek yok. Nitekim bu iftiranın atıldığı tarih daha bir asırı bulmadı. Devlet-i Aliyye’yi, dolayısıyla Osmanlı sultanlarını kötülemek ve onları millete kötü göstermeyi meslek edinen insanlar her bir Osmanlı sultanına lakaplar taktılar. Bunları yaparken yabancı eserleri kaynak gösterdiler. En zayıf rivayetleri bile en güvenilir kaynaklar olarak göstermeyi de ihmal etmediler.

İşte bu iddia ve iftiralardan en bilineni Sultan İbrahim Han’a takılan “deli” lakabı idi. Bu iftira önceleri ders müfredatlarında yerini buldu, daha sonra abartılı romanlara konu oldu… Ardından; 1968 yılında hayal mahsulü bir film çekildi. Adı “Anjelika ve Deli İbrahim” idi. Bu film o kadar abartılıdır ki, bu konuda yazılan oryantalist kitapları geride bırakır. Bu filmi İslam düşmanı Avrupalılar yapmadı, yerli dediğimiz Yeşilçam yaptı! Baştan sona tek bir doğrusu olmayan ve hayal mahsulü olan bu film; tarihe, tarih sevenlere ve ecdadına saygı duyan insanlara büyük bir hakarettir.

Sultan İbrahim Han’a atılan iftiralar ne zaman başladı?

Daha saltanatının ilk senesinde Emir Güneoğlu meselesi ortaya çıkmıştı. Sultan İbrahim Han’ın ağabeyi Dördüncü Murad Han; 1635 yılındaki İran-Revan seferinde, Revan kalesini fethedip, kale kumandanı Emir Güneoğlu (Mirgünoğlu) Yusuf Paşa’yı esir olarak İstanbul’a getirmişti. Burada Dördüncü Murad Han’dan af dileyen Mirgünoğlu, mezhep değiştirerek Osmanlı safına geçtiğini söylemiştir. “Tahmasb-kuli-Han” ismi “Yusuf Paşa”ya çevrilen Mirgünoğlu, şiilik propagandaları yapmaması şartı ile Emirgan’da kendisine bir konak verilerek serbest bırakıldı. Bugün Boğaz’da Emirgan olarak bildiğimiz yer, ismini Emirgüneoğlu’ndan almıştır. Bu Mirgünoğlu, sefahate düşkün bir adamdı. Sultan İbrahim Han dönemine kadar, biraz da sıkıyönetim korkusundan faaliyete geçmeyerek bekledi.

Sultan İbrahim Han tahta geçer geçmez bölücü ve yıkıcı faaliyetlerine başladı, çevresine adamlar toplayıp devlet ve sultan aleyhinde konuşmaya da devam ediyordu. Bu adamın şiilik propagandaları, sefih ve ahlaksız hareketleri tespit edildi ve 15 Temmuz 1641’de idam edildi. Sultan İbrahim Han’ın bu hareketi Mirgünoğlu taraftarlarını kızdırdı, ona ve eşi Turhan Sultan’a birçok iftiralarda bulundular. Mirgünoğlu’nu da “Kesik baş Evliya” diye propagandasını yaptılar.

Sultan İbrahim Han’ı “Deli” ve “Gaddar” lakabı ile anan ve adının öyle yayılması için çalışanlardan büyük bir kısmı da, İbrahim Han’ın, memleketin huzuru için öldürttüğü İranlı şii Kesik baş Mîrgünoğlu’nun adamlarıdır.

Yazımızın başında belirttiğimiz gibi 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde takılan deli lakabı zayıf rivayetlerden ve mesnetsiz iddialardan faydalanarak takılmıştı. Örneğin; Mirgünoğlu hadisesinde, Şiilerin iddia ve iftiraları muteber midir?

Gerçekleri araştırmak ve bulmak yerine, deli olmasına kanıt arayan, kılıfına uydurmak isteyen o kötü niyetlilerin bir diğer faydalandıkları kaynak ise: “Zeyl-i Ravzat-ül Ebrâr” isimli kitaptır. Kitabın müellifi de Sultan İbrahim Han’ı tahttan indirenlerin başında gelen Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’dir. Tahttan indirmek için bir takım bahanelere ihtiyaç vardı. Yoksa hangi gerekçe ile, sekiz sene koca devleti yöneten bir sultanı tahttan indirip şehit edeceklerdi? Halka bu nasıl yansıyacaktı? İşte bu kitapta da, tahttan indirilmesine bahane olarak; rahatsız olduğu ve devlet yönetiminde zayıflıklar gösterdiği yazar. Fakat bunu, yani akli muvazenesinin bozuk olduğunu iddia eden tek kitaptır.

Evliya Çelebi; seyahatnamesinde, Sultan İbrahim Han için “Şehit Sultan İbrahim Han” diyerek bahseder. Peki, son yüzyılda atılan iftiralardan, ona takılan deli lakabından ve nesillere yanlış anlatıldığından bahsetmişken, bizim arşivlerimiz, kaynaklarımız, eserlerimiz bu konu hakkında ve Sultan İbrahim Han hakkında ne yazıyorlar, bir de buna bakalım. Osmanlı’nın ilk resmi tarihçisi; “Mustafa Naima Efendi” eserinde anlattığı hususlar bize onun bir deli değil, tam aksine akl-ı selim ve milletini düşünen bir sultan olduğunu kanıtlıyor. Örnek verecek olursak;

“Sultan İbrahim Han’ın devlet işlerini yürütmekte ağabeyi Sultan Murad kadar hiddetli olmayıp bazı konularda olayların iç yüzünü öğrenmeye çalıştığı görülür. Mesela Yusuf Paşa ile Sadrazam Sultanzade Mehmed Paşa arasındaki anlaşmazlıklara her ikisini de huzura alıp dinlemiş ve kararını ondan sonra vermiştir.” (Naima, c.4, s.1719.)

     Mustafa Naima efendinin yazmış olduğu bu hadise bile Sultan İbrahim Han’ın ne derece aklı başında olduğunun ve mantıklı kararlar verdiğinin bir kanıtı değil midir? Burada olayın iç yüzünü öğrenmek için her iki tarafı da dinlediği ve kararını daha sonra verdiği aktarılıyor…

Gayet aklı başında bir insana “deli” lakabını takmak için bambaşka bahaneler de bulmuşlardı. Bunlardan biri Sultan İbrahim Han’ın “Samur Kürk” merakının olması. Dönemin koşullarını, saray halkının ve toplumun giydiği kıyafetleri bilmeyenler bu tuzağa kolay düşmektedirler. Önce dönemin çok sert geçen kışı ve insanların çektikleri sıkıntıları bir anlatalım…

1621 yılında, Sultan İbrahim Han o zamanlar altı yaşında iken yoğun bir kar yağışı günlerce sürmüş, şiddetli kış hayat şartlarını olumsuz yönde etkilemişti. Öyle ki; 9 Şubat günü İstanbul Boğazı donmuş, insanlar Eminönü’nden Üsküdar’a yürüyerek gidip geliyorlardı. Bu şiddetli geçen kış sonraki yıllarda da devam etti. Gerek sarayda, gerek toplumda samur kürke rağbet artmış, insanlar için bu artık ihtiyaç haline gelmişti.  1655-1656’da Türkiye’yi gezen J. Thevenot gördüklerini kaleme aldığı seyahatnamesinde; “İstanbul’daki insanların manto üzerine kürk giydiklerini ve orta halli olanların dahi samur bir kürke sahip olmak için seve seve dört veya beş yüz kuruş sarf ettiklerini” yazmıştır.

Görüldüğü üzere samur kürk alımı merak veya gösterişten değil, mecburiyetten idi. Topkapı Sarayı; İstanbul’un, birinci ve en önemli tepesinde bulunmaktadır. Sarayburnu kıyısından yükselen tepenin üzerinde, yoğun kış şartlarında, rutubetli bir ortamda yaşamak anlatıldığı gibi basit değildir. Ayrıca Sultan İbrahim Han Samur kürklerin tamamını kendisi için değil, saray halkı için aldırmıştı. Bu kürk olayını da deliliğine bağlayacak kadar akıl sağlığı yerinde olmayan insanlar var ne yazık ki…


Deliliğine kılıf arayanların diğer bir iddiası da ortalığa para saçması idi. Bu Avrupalı toplumlarda deliliktir. Biz de ise bir merasimdi ve bu merasim sadece Sultan İbrahim Han’a has bir durum da değildi. Sultanların birçoğu bu adeti yerine getirmişti. Sefer dönüşünde, sünnet ve düğün merasimlerinde sultanlar para saçarlar, öğrenciler yerlerden bu paraları toplarlardı. Bu bizim kültürümüzde, yani toplumda da var olan bir uygulamadır. Damatlar da düğünlerinde para saçarlar, çocuklar o paraları yerlerden toplar… Tabii kültürümüzden uzaklaşıp Avrupalı gibi yaşadığımız bu zamanlarda, bu tarz güzel uygulamaları da yavaş yavaş unutuyoruz ne yazık ki…

Bir de günümüzde çok konuşulan bir husus var. Neymiş efendim? Sultan İbrahim Han ve Birinci Mustafa Han akli dengeleri bozuk olduğundan Ayasofya’nın vaftizhanesine defnedilmişler. Bunu ilk duyduğumda epey bir gülmüştüm. 1453 yılında camiye çevrilen bir mabedin içinde vaftizhaneden bahsedilir mi? Ayasofya Camii kapısının yanına defnedildiğini söylemek daha doğru olur. Üstelik diğer Osmanlı Sultanları arasında Ayasofya gibi bir mabede en yakın defnedilen iki sultandır.

Sultan İbrahim Han kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre çok cömert; adil ve merhametli bir sultandı. Milletini düşünür, haksızlıklara karşı asla sessiz kalmazdı. Topkapı Sarayı’nın Haliç’e bakan avlusuna bir “Kameriye” yaptırıp, eşi Turhan Sultan ile birlikte iftarını açacak kadar nazik, düşünceli bir insana atılan deli iftirası ve bu iftiralara arka çıkarak savunanlar nasıl hesap vereceklerini bir dakika olsun düşünmüyorlar mı?

Biz üzerimize düşeni yerine getirip akl-ı selim ve adil bir insan olan Sultan İbrahim Han’ı size kısa da olsa anlatmış olduk. Lütfen ön yargılı düşüncelerimizden, batının bize dayattığı palavralardan ve kaynaksız konuşmaktan artık vazgeçelim…

Selam ve muhabbetlerimle…

Günümüzün Tarih Cahilleri, Tarihi Nasıl Anlamakta?

Günümüzde insanların büyük bir çoğunluğu; her alanda, hemen hemen her konuda yorum yapar, fikir sunar, bildiklerinin doğruluğundan emin olmadan, savundukları hususlarda ısrar ederler. Spor konusunda, tıp konusunda olduğu gibi tarih ilminde de konuşur, hiç kitap okumadan internetten öğrendiği üç beş bilgi ile tarihi yorumlar, hatta şahsiyetleri yargılamaktan çekinmezler. Tarih cahilleri çoğu kez ezbere konuşur, bilmedikleri konularda ısrar eder, yazılanların gerçek olup olmadığını araştırmadan savunmaya geçerler. İşin en acı ve garip yanı da; bahsi geçen kişiyi sevmiyorlarsa, ya da sevmek işlerine gelmiyorsa; belgeye, kaynağa bakmaksızın hakaret ve iftira dolu cümleleri sıralamakta bir mahsur görmezler.

Osmanlı sultanlarına; ayyaş, deli, aptal, züppe, kadın düşkünü, enayi mi? Değil mi?

Vakanüvislerimiz bizlere sadece tarih ilmini değil, tarihi şahsiyetlere hakaret etmemeyi de öğrettiler. Velev ki düşmanımız olsun! Önce edeb, illâ edeb! 

Osmanlı sultanlarına; ayyaş, deli, aptal, züppe, kadın düşkünü, enayi

 vb. lakaplar (20.yy başlarından itibaren) takıp, ardından onlara lanet okumak da nedir? Ben söyleyeyim; oryantalistlerin attıkları iftiraların sınırlarını zorlamak, edebin zerresine sahip olmamak ve haddi aşmaktır. Bizim her birine dua edip, arkalarından rahmet okuduğumuz Osmanlı Sultanları kendi düşmanlarına bile hakaret etmemiş, edeni hoş görmemişlerdi.

Sultan İbrahim Han’a Atılan iftiralar, Emir Güneoğlu Sorunu, Emirgan Semti Adını Nerden Alır? Kesik baş Evliya Kimdir?

Daha saltanatının ilk senesinde Emir Güneoğlu meselesi ortaya çıkmıştı. Sultan İbrahim Han’ın ağabeyi Dördüncü Murad Han; 1635 yılındaki İran-Revan seferinde, Revan kalesini fethedip, kale kumandanı Emir Güneoğlu (Mirgünoğlu) Yusuf Paşa’yı esir olarak İstanbul’a 

getirmişti. Burada Dördüncü Murad Han’dan af dileyen Mirgünoğlu, mezhep değiştirerek Osmanlı safına geçtiğini söylemiştir. “Tahmasb-kuli-Han” ismi “Yusuf Paşa”ya çevrilen Mirgünoğlu, şiilik propagandaları yapmaması şartı ile Emirgan’da kendisine bir konak verilerek serbest bırakıldı. Bugün Boğaz’da Emirgan olarak bildiğimiz yer, ismini Emirgüneoğlu’ndan almıştır. Bu Mirgünoğlu, sefahate düşkün bir adamdı. Sultan İbrahim Han dönemine kadar, biraz da sıkıyönetim korkusundan faaliyete geçmeyerek bekledi.

Sultan İbrahim Han tahta geçer geçmez bölücü ve yıkıcı faaliyetlerine başladı, çevresine adamlar toplayıp devlet ve sultan aleyhinde konuşmaya da devam ediyordu. Bu adamın şiilik propagandaları, sefih ve ahlaksız hareketleri tespit edildi ve 15 Temmuz 1641’de idam edildi. Sultan İbrahim Han’ın bu hareketi Mirgünoğlu taraftarlarını kızdırdı, ona ve eşi Turhan Sultan’a birçok iftiralarda bulundular. Mirgünoğlu’nu da “Kesik baş Evliya” diye propagandasını yaptılar.

Sultan İbrahim Han’ı “Deli” ve “Gaddar” lakabı ile anan ve adının öyle yayılması için çalışanlardan büyük bir kısmı da, İbrahim Han’ın, memleketin huzuru için öldürttüğü İranlı şii Kesik baş Mîrgünoğlu’nun adamlarıdır.

Sultan İbrahim Han ve Samur Kürk Olayı, Sert ve Soğuk Kış, İstanbul Boğazı Ne Zaman Donmuştur?

Sultan İbrahim Han’ın “Samur Kürk” merakının olması. Dönemin koşullarını, saray halkının ve toplumun giydiği kıyafetleri bilmeyenler bu tuzağa kolay düşmektedirler. Önce dönemin çok sert geçen kışı ve insanların çektikleri sıkıntıları bir anlatalım…

1621 yılında, Sultan İbrahim Han o zamanlar altı yaşında iken yoğun bir kar yağışı günlerce sürmüş, şiddetli kış hayat şartlarını olumsuz yönde etkilemişti. Öyle ki; 9 Şubat günü İstanbul Boğazı donmuş, insanlar Eminönü’nden Üsküdar’a yürüyerek gidip geliyorlardı. Bu şiddetli geçen kış sonraki yıllarda da devam etti. Gerek sarayda, gerek toplumda samur kürke rağbet artmış, insanlar için bu artık ihtiyaç haline gelmişti.  1655-1656’da Türkiye’yi gezen J. Thevenot gördüklerini kaleme aldığı seyahatnamesinde; “İstanbul’daki insanların manto üzerine kürk giydiklerini ve orta halli olanların dahi samur bir kürke sahip olmak için seve seve dört veya beş yüz kuruş sarf ettiklerini” yazmıştır.

Görüldüğü üzere samur kürk alımı merak veya gösterişten değil, mecburiyetten idi. Topkapı Sarayı; İstanbul’un, birinci ve en önemli tepesinde bulunmaktadır. Sarayburnu kıyısından yükselen tepenin üzerinde, yoğun kış şartlarında, rutubetli bir ortamda yaşamak anlatıldığı gibi basit değildir. Ayrıca Sultan İbrahim Han Samur kürklerin tamamını kendisi için değil, saray halkı için aldırmıştı. Bu kürk olayını da deliliğine bağlayacak kadar akıl sağlığı yerinde olmayan insanlar var ne yazık ki…

Sultan İbrahim Han ve Para Saçma İftirası

Deliliğine kılıf arayanların diğer bir iddiası da ortalığa para saçması idi. Bu Avrupalı toplumlarda deliliktir. Biz de ise bir merasimdi ve bu merasim sadece Sultan İbrahim Han’a has bir durum da değildi. Sultanların birçoğu bu adeti yerine getirmişti. Sefer dönüşünde, sünnet ve düğün merasimlerinde sultanlar para saçarlar, öğrenciler yerlerden bu paraları toplarlardı. Bu bizim kültürümüzde, yani toplumda da var olan bir uygulamadır. Damatlar da düğünlerinde para saçarlar, çocuklar o paraları yerlerden toplar… Tabii kültürümüzden uzaklaşıp Avrupalı gibi yaşadığımız bu zamanlarda, bu tarz güzel uygulamaları da yavaş yavaş unutuyoruz ne yazık ki…

Sultan İbrahim Han nereye gömüldü? Ayasofya vaftizhanesi iftirası

Bir de günümüzde çok konuşulan bir husus var. Neymiş efendim? Sultan İbrahim Han ve Birinci Mustafa Han akli dengeleri bozuk olduğundan Ayasofya’nın vaftizhanesine defnedilmişler. Bunu ilk duyduğumda epey bir gülmüştüm. 1453 yılında camiye çevrilen bir mabedin içinde vaftizhaneden bahsedilir mi? Ayasofya Camii kapısının yanına defnedildiğini söylemek daha doğru olur. Üstelik diğer Osmanlı Sultanları arasında Ayasofya gibi bir mabede en yakın defnedilen iki sultandır.