Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Derin Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Derin Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ne sen bâkî ne ben bâkî


Ne sen bâkî ne ben bâkî


Kanunî Sultan Süleyman AbdülBâkî gibi bir kabiliyeti bulup çıkarıp itibar eylemesini, padişahlığının çok haz duyduğu birkaç olayından biri olarak gördüğünü söylemiştir.

Yazdığı her nazireden sonra da şaire sık sık lütuf ve ihsanlarda bulunuyordu.

Nitekim Şair Nev’i bu duruma işaretle bir şiirinde şöyle demiştir:

Bâkî’yi Sultan Süleyman etti Selman-ı zaman

Bâkî neşeli, zarif, hoş-sohbet, nükteci, şakacı, bir şahsiyete sahipti. Nerede olursa olsun doğruyu söylemekten çekinmez biriydi. Bu itibarla bazen kırıcı olabiliyordu. Nitekim bir defasında Kanunî Sultan Süleyman da kendisine kırılmış ve onu Bursa’ya sürmüştü. Padişah bu kıymetli şaire haber gönderirken maksadını da şairce bildirmişti.

Bâkî bed Bursa’ya red

Nefy-i ebed

Azm-i bülend

Açıklaması: Huyu kötü olan Bâkî’yi Bursa’ya sürdüm. Orada devamlı kalsın. Yüksek kararım budur.

Fakat padişahın bu hükümdarca ifadeleri şiirin sultanına çarpmıştı. Bâkî bu ağır ifadelere karşı derhal şu dörtlükle mukâbelede bulundu:

N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâkî

Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî

Şahâ! Azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ

Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî

Açıklaması:

“Şâir öncelikle kendine hitâben nasîhat ve tesellî makâmında şöyle demektedir: Üzme kendini ey Bâkî! Padişahın yüksek kararı senin Âsitâne’den, Cihan hakanının yanından uzaklaştırılman yönünde olsa ne olur ki…

Zira açıkca biliyorsun ki bu dünya Hazret-i Süleyman aleyhisselama bile kalmadı. (Bu Süleymân’a mı kalacak? Bu isim benzerliği hatırlanmasa da muhatabın doğrudan padişah olacağı açıktır).

Ey Padişahım! Kararınızda -sıklıkla vâkî olduğu üzere- celâliniz, gazabınız pek sarih biçimde görülüyor amma! Unutmayın ki bu dünya geçicidir, bana kalmadığı gibi, size de kalmaz.

” Şairler Sultanı Bâkî’ nin fermanı tebellüğ ettiği anda irticâlen söylediği bu dört mısra birisi tarafından not edilip padişaha takdim edildiğinde; ferman geri alınmış ve Bâkî çok sevdiği padişahından ve ilim çevresinden ayrı düşmemiştir.

Hazarlar, şamanlığı bırakıp Musevî dinini kabul ediyorlar


Hazarlar, şamanlığı bırakıp Musevî dinini kabul ediyorlar


Bir süre sonra, 740 tarihinde, Hazar İmparatoru ve saray çevresi başta olmak üzere tüm yönetici ve askerî sınıf, Musevî dinini kabul ettiler ve çok geçmeden de bu yeni din, Şamanlığın yerine resmî din sıfatını aldı. Bugün bile böyle bir olay nasıl çarpıcı ve olağanüstü gözüküyorsa o zaman da bu kararın aynı şekilde şaşırtıcı olduğunu Bizans, Arap, Rus ve İbranî kaynaklardan saptamak mümkün. Çağdaş Macar tarihçisi Anthal Bartha’nın 1968’de yazdığı ve VIII ila IX. yüzyıllardaki Macar toplumunu inceleyen bir eserinde birkaç bölüm Hazar Türklerine ayrılmış bulunuyor. Bu yüzyıllarda Macarlar Hazarların himayesinde olmalarına rağmen, kitapta Hazarların Musevî dinini kabul etmelerine sadece bir paragrafta değinmesi yazarın bu tarihi olgu karşısında ne derece rahatsızlık duyduğunu sezinlemek için yeterli:

“Fikir tarihiyle ilgili sorunlar konumuz dışında olmasına rağmen Hazar krallığının devlet dini meselesine dikkat çekmek zorundayız. Musevî dini toplumun yönetici sınıflarının kabulü ile resmi din oluyor. Etnik olarak Yahudi olmayan bir halkın Museviliği din olarak kabul etmesi doğal olarak ilginç spekülasyonlar yaratabilir. Bizans’ın Hıristiyanlığı yayma misyonuna karşı olduğu kadar Arapların İslamî yayılmacılığına da bir çeşit meydan okuma mahiyetinde olan Hazarların din değiştirmeleri, üstelik de sözünü ettiğimiz iki imparatorluğun siyasal baskıları altında olmasına rağmen Musevilik gibi, tektanrılı bir din olmakla beraber hiçbir dış siyasal desteğe sahip olmayan, tam tersine her tarafta baskılara uğrayan bir dini kabul etmeleri bu konularda araştırmalarda bulunan tüm tarihçileri hayretler içerisinde bırakmıştır. Hazarların bu seçimlerinde güttükleri amaç siyasal bağımsızlık iradesinin ifadesinden başka bir şekilde açıklanamaz”.

Hazar Türkleri Neden Museviliği Seçti? Tarih, Derin Tarih, Din Tarihi, Türkler ve Din, Musevilik, Hazarlar,




Hazar Türkleri Neden Museviliği Seçti?
“Batı Avrupa’da Charlemagne imparatorluk tacını giydiği tarihlerde, Avrupa’nın doğusunda, Kafkasya ile Volga arasında Hazar İmparatorluğu adı altında tanınan bir Musevi Devleti hüküm sürüyordu ...” sözleriyle başlayan Arthur Koestler’in 13. Kabile adlı eserini, tarihin en muhteşem ve en gizemli konularından biri hakkında eşi bulunmayan bir eser olarak niteleyebiliriz. Koestler Hazarlar üzerine araştırma yapmış bütün tarihçilerin eserlerini birbirleriyle karşılaştırıp son derece akılcı bir yaklaşımla, unutulmuş veya unutturulmuş olan bu tarihi çözümleyerek günümüzü anlamaya çalışıyor ve belli tabuları zorluyor. Günümüz Musevilerinin çoğunluğunu oluşturan Aşkenazların etnik kökenlerinin Sami ve İbrani olmadığını, Ben-i İsrailoğullarının 12 kabilesinin dışından Türk kökenli Hazarlar’dan yani bir 13. kabileden geldikleri iddialarını ispatlıyor. Üstelik de dünya üzerindeki Musevilerin ezici çoğunluğunun Aşkenaz olmaları oldukça düşündürücü. XV. ve XVI. yüzyıllara kadar Hazarlar üzerine oldukça ihtiraslı tartışmalar yapılmış olmasına rağmen sonra uzun bir zaman tamamen ortadan kalkmış olduğunu görüyoruz. XX. yüzyılın kinci yarısında tekrar alevlenmekle beraber, her ne kadar sadece konulara vakıf kısıtlı çevrelerde polemik konusu olduysa da çeşitli “resmi tarih”lere de ters düştüğü için olmalı, hiçbir zaman yeterince medyatikleşmediğine şahit oluyoruz.

Hazar’lar Türk kökenliydiler, güçlü bir medeniyete sahiptiler ve bilinmeyen sebeplerden dolayı Museviliği resmi din olarak kabul etmişlerdi. Hazar Denizi ile Karadeniz arasında V. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar hüküm süren Hazarlar bir soykırıma uğramadan tarih sahnesinden çekildiler. Onlardan kalan izler neler? Kimdiler? Musevilik tarih boyunca İbranilerden başka hiçbir kavim, hiçbir millet tarafından kabul görmediği halde ve diğer tek Tanrılı dinlerin tam tersine İsrailoğulları kendi dinlerini başkalarına ne dayatarak, ne de gönül rızasıyla hiçbir zaman yayma çabası göstermemiş olmalarına rağmen, nasıl oluyor da bu kuralın tek istisnasını bir Türk kavmi oluşturuyor? Acaba bugünkü Doğu Avrupa Musevilerinin önemli bir kısmının kökeni Hazarlardan mı geliyor? Nazilerin soykırımına uğrayan “İsrailoğulları”nın ataları aynı zamanda da arî ırkın beşiği olan Kafkasya’da ortaya çıkan bu 13. kabileden mi geliyorlar? Arthur Koestler’e göre “antisemitizm” bu verilere göre anlamını yitiriyor. Koestler, “bu tez aynı zamanda hem cellatların hem de kurbanların ister istemez içine düştükleri trajik bir yanılgıyı ortaya koyuyor, belki de tarihin en acı yanılgısını” demekten kendini alamıyor. Sonuç olarak, Arthur Koestler’in belgelediği gibi, Hitler’in Yahudi soykırımında Macaristan, Polonya ve Rusya’da yaşayan Hazar Türklerinin torunları ne yazık ki nasibini aldı ve toplama kamplarına gönderilerek yokedildi.

Batı Avrupa’da Charlemagne’ın imparatorluk tacını giydiği tarihlerde, Avrupa’nın doğusunda, Kafkasya ile Volga arasında Hazar İmparatorluğu adıyla tanınan bir Musevî Devleti hüküm sürüyordu. Altın çağına VII. ve X. yüzyıllarda erişen bu devlet, ortaçağ Avrupa’sının, dolayısıyla modern Avrupa’nın da biçimlenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bunun en fazla farkında olanların başında, aynı zamanda da iyi bir tarihçi olarak tanınan Bizans İmparatoru VII. Konstantin Porphyrogenitos (901-959) geliyordu. “De Cerimoniis-Törenler Kitabı” adlı eserinde, Roma’daki Papa’ya ya da Batı Roma İmparatoru’na gönderilecek bir mektup için iki sikkelik altın damga yeterken, Hazar kralına gönderilecek bir mektuba ancak üç sikkelik altın damga gerekir diye bir not düşmüştü. Bunun bir iltifattan çok bir realpolitik gereği olduğunu anlıyoruz. IX. yüzyılda, Bizans İmparatorluğu için büyük bir olasılıkla Hazar Kağan’ının önemi, Charlemagne ve onun soyundan gelenlerinkinden daha az değildi hattâ belki de daha fazlaydı. Uzun bir süre, doğudaki en güçlü devletler olan Bizans ve Abbasiler’le boy ölçüşebilecek Hazarlar’dan başka bir güç bulunmuyor.

Etnik yapı açısından Türkler’den oluşan Hazar ülkesi, Hazar denizi ile Karadeniz arasında, zamanın büyük güçlerinin ısrarla denetimleri altına almaya çalıştıkları ve son derece hayatî ticaret yollarının kesiştiği bir bölgede yer aldığı için önemli bir stratejik konumdaydı. Bizans açısından bir tampon devlet rolü oynuyor ve Doğu Roma İmparatorluğu’nu, önce Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, daha sonra da Vikingler ve Rûslar gibi kuzey steplerinin amansız savaşçı barbar kavimlerinin istilâ tehlikesinden koruyordu. Bizans diplomasisi açısından olduğu kadar Avrupa tarihi açısından da önem taşıyan noktaysa, Hazarların güneyden bir çığ gibi gelen Arap istila dalgalarını durdurup püskürtmesi ve Arap akınlarının İran üzerinden Orta Asya’ya doğru yönelmesine sebep olmasıdır. Batıdan ilerleyerek Avrupa’yı istila eden Arap ordularının Fransa’da Poitier bölgesinde Charles Martel tarafından zorlukla durdurulabilmesine karşın, doğu cephesinde Hazarlar Doğu ve Orta Avrupa’nın Araplarca istilasını engellemişler ve onlara Kafkasya kapılarını kapamışlardı.

Tarihin bu çok az bilinen bölümü hakkında Hazar tarihinin en önemli uzmanlarından biri olan Prof. D. M. Dunlop(1) 1954’te yazdığı “The History of Jewish Khazars” adlı kitabında şöyle der: “Hazarlar olmasaydı Doğu’daki Avrupa uygarlığının kalesi olan Bizans, Arapların karşısında çok uzun süre dayanamazdı. Büyük bir ihtimalle bunun doğal sonucu olarak Hıristiyan ve İslâm dünyalarının tarihi de bugünkünden çok daha farklı olurdu”.

Hazar Türkleri’nin Arap akınları karşısında böylesine bir zafer kazanmasının yarattığı yankıların bir sonucu olarak, ilerde V. Konstantin adıyla tahta çıkacak olan Bizans prensi, bir Hazar prensesi ile evlendi. İmparatoriçe Irena adını alacak bu prensesin İstanbul’a getirdiği giysiler saray çevresinde öylesine hayranlık yaratıp moda oluyor ki bunlara “Tzitzakion” adı veriliyor; bu sözcük de prensesin kendi isminden geliyor; “Çiçak” [yani günümüz Türkçesindeki çiçek, ç.n.]. Bu evlilikten doğan ve de Hazar lâkabını taşıyarak imparator olan IV. Leon, 775-780 tarihleri arasında hüküm sürecekti.

Hazar Kağanı’nın gücünün VIII. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nun Kafkasya üzerinden geçen ticaret yollarının Müslüman akınlarına karşı güvenliğini sağlamaktan öte, Bizans’ın saray entrikalarına müdahale edip imparator tayin edilmesinde rol oynayacak kadar arttığını savunan Dunlop’un ifadesinde hiçbir abartma payı yok.(2)

Akl-ı Selim Bir Sultan: “İbrahim Han”



Akl-ı Selim Bir Sultan: “İbrahim Han” Günümüzde insanların büyük bir çoğunluğu; her alanda, hemen hemen her konuda yorum yapar, fikir sunar, bildiklerinin doğruluğundan emin olmadan, savundukları hususlarda ısrar ederler. Spor konusunda, tıp konusunda olduğu 

gibi tarih ilminde de konuşur, hiç kitap okumadan internetten öğrendiği üç beş bilgi ile tarihi yorumlar, hatta şahsiyetleri yargılamaktan çekinmezler. Tarih cahilleri çoğu kez ezbere konuşur, bilmedikleri konularda ısrar eder, yazılanların gerçek olup olmadığını araştırmadan savunmaya geçerler. İşin en acı ve garip yanı da; bahsi geçen kişiyi sevmiyorlarsa, ya da sevmek işlerine gelmiyorsa; belgeye, kaynağa bakmaksızın hakaret ve iftira dolu cümleleri sıralamakta bir mahsur görmezler.

Vakanüvislerimiz bizlere sadece tarih ilmini değil, tarihi şahsiyetlere hakaret etmemeyi de öğrettiler. Velev ki düşmanımız olsun! Önce edeb, illâ edeb! Osmanlı sultanlarına; ayyaş, deli, aptal, züppe, kadın düşkünü, enayi vb. lakaplar (20.yy başlarından itibaren) takıp, ardından onlara lanet okumak da nedir? Ben söyleyeyim; oryantalistlerin attıkları iftiraların sınırlarını zorlamak, edebin zerresine sahip olmamak ve haddi aşmaktır. Bizim her birine dua edip, arkalarından rahmet okuduğumuz Osmanlı Sultanları kendi düşmanlarına bile hakaret etmemiş, edeni hoş görmemişlerdi.

Bugün Ayasofya Camii avlusunda medfun olan ve Osmanlı sultanlarının içinde en çok iftiraya maruz kalan isimlerden biri de Sultan İbrahim Han’dır. Sultan İbrahim Han kendi dönemi dahil, birçok iftiraya maruz kalsa da, ona atılan “deli” iftirası için çok uzağa gitmeye gerek yok. Nitekim bu iftiranın atıldığı tarih daha bir asırı bulmadı. Devlet-i Aliyye’yi, dolayısıyla Osmanlı sultanlarını kötülemek ve onları millete kötü göstermeyi meslek edinen insanlar her bir Osmanlı sultanına lakaplar taktılar. Bunları yaparken yabancı eserleri kaynak gösterdiler. En zayıf rivayetleri bile en güvenilir kaynaklar olarak göstermeyi de ihmal etmediler.

İşte bu iddia ve iftiralardan en bilineni Sultan İbrahim Han’a takılan “deli” lakabı idi. Bu iftira önceleri ders müfredatlarında yerini buldu, daha sonra abartılı romanlara konu oldu… Ardından; 1968 yılında hayal mahsulü bir film çekildi. Adı “Anjelika ve Deli İbrahim” idi. Bu film o kadar abartılıdır ki, bu konuda yazılan oryantalist kitapları geride bırakır. Bu filmi İslam düşmanı Avrupalılar yapmadı, yerli dediğimiz Yeşilçam yaptı! Baştan sona tek bir doğrusu olmayan ve hayal mahsulü olan bu film; tarihe, tarih sevenlere ve ecdadına saygı duyan insanlara büyük bir hakarettir.

Sultan İbrahim Han’a atılan iftiralar ne zaman başladı?

Daha saltanatının ilk senesinde Emir Güneoğlu meselesi ortaya çıkmıştı. Sultan İbrahim Han’ın ağabeyi Dördüncü Murad Han; 1635 yılındaki İran-Revan seferinde, Revan kalesini fethedip, kale kumandanı Emir Güneoğlu (Mirgünoğlu) Yusuf Paşa’yı esir olarak İstanbul’a getirmişti. Burada Dördüncü Murad Han’dan af dileyen Mirgünoğlu, mezhep değiştirerek Osmanlı safına geçtiğini söylemiştir. “Tahmasb-kuli-Han” ismi “Yusuf Paşa”ya çevrilen Mirgünoğlu, şiilik propagandaları yapmaması şartı ile Emirgan’da kendisine bir konak verilerek serbest bırakıldı. Bugün Boğaz’da Emirgan olarak bildiğimiz yer, ismini Emirgüneoğlu’ndan almıştır. Bu Mirgünoğlu, sefahate düşkün bir adamdı. Sultan İbrahim Han dönemine kadar, biraz da sıkıyönetim korkusundan faaliyete geçmeyerek bekledi.

Sultan İbrahim Han tahta geçer geçmez bölücü ve yıkıcı faaliyetlerine başladı, çevresine adamlar toplayıp devlet ve sultan aleyhinde konuşmaya da devam ediyordu. Bu adamın şiilik propagandaları, sefih ve ahlaksız hareketleri tespit edildi ve 15 Temmuz 1641’de idam edildi. Sultan İbrahim Han’ın bu hareketi Mirgünoğlu taraftarlarını kızdırdı, ona ve eşi Turhan Sultan’a birçok iftiralarda bulundular. Mirgünoğlu’nu da “Kesik baş Evliya” diye propagandasını yaptılar.

Sultan İbrahim Han’ı “Deli” ve “Gaddar” lakabı ile anan ve adının öyle yayılması için çalışanlardan büyük bir kısmı da, İbrahim Han’ın, memleketin huzuru için öldürttüğü İranlı şii Kesik baş Mîrgünoğlu’nun adamlarıdır.

Yazımızın başında belirttiğimiz gibi 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde takılan deli lakabı zayıf rivayetlerden ve mesnetsiz iddialardan faydalanarak takılmıştı. Örneğin; Mirgünoğlu hadisesinde, Şiilerin iddia ve iftiraları muteber midir?

Gerçekleri araştırmak ve bulmak yerine, deli olmasına kanıt arayan, kılıfına uydurmak isteyen o kötü niyetlilerin bir diğer faydalandıkları kaynak ise: “Zeyl-i Ravzat-ül Ebrâr” isimli kitaptır. Kitabın müellifi de Sultan İbrahim Han’ı tahttan indirenlerin başında gelen Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’dir. Tahttan indirmek için bir takım bahanelere ihtiyaç vardı. Yoksa hangi gerekçe ile, sekiz sene koca devleti yöneten bir sultanı tahttan indirip şehit edeceklerdi? Halka bu nasıl yansıyacaktı? İşte bu kitapta da, tahttan indirilmesine bahane olarak; rahatsız olduğu ve devlet yönetiminde zayıflıklar gösterdiği yazar. Fakat bunu, yani akli muvazenesinin bozuk olduğunu iddia eden tek kitaptır.

Evliya Çelebi; seyahatnamesinde, Sultan İbrahim Han için “Şehit Sultan İbrahim Han” diyerek bahseder. Peki, son yüzyılda atılan iftiralardan, ona takılan deli lakabından ve nesillere yanlış anlatıldığından bahsetmişken, bizim arşivlerimiz, kaynaklarımız, eserlerimiz bu konu hakkında ve Sultan İbrahim Han hakkında ne yazıyorlar, bir de buna bakalım. Osmanlı’nın ilk resmi tarihçisi; “Mustafa Naima Efendi” eserinde anlattığı hususlar bize onun bir deli değil, tam aksine akl-ı selim ve milletini düşünen bir sultan olduğunu kanıtlıyor. Örnek verecek olursak;

“Sultan İbrahim Han’ın devlet işlerini yürütmekte ağabeyi Sultan Murad kadar hiddetli olmayıp bazı konularda olayların iç yüzünü öğrenmeye çalıştığı görülür. Mesela Yusuf Paşa ile Sadrazam Sultanzade Mehmed Paşa arasındaki anlaşmazlıklara her ikisini de huzura alıp dinlemiş ve kararını ondan sonra vermiştir.” (Naima, c.4, s.1719.)

     Mustafa Naima efendinin yazmış olduğu bu hadise bile Sultan İbrahim Han’ın ne derece aklı başında olduğunun ve mantıklı kararlar verdiğinin bir kanıtı değil midir? Burada olayın iç yüzünü öğrenmek için her iki tarafı da dinlediği ve kararını daha sonra verdiği aktarılıyor…

Gayet aklı başında bir insana “deli” lakabını takmak için bambaşka bahaneler de bulmuşlardı. Bunlardan biri Sultan İbrahim Han’ın “Samur Kürk” merakının olması. Dönemin koşullarını, saray halkının ve toplumun giydiği kıyafetleri bilmeyenler bu tuzağa kolay düşmektedirler. Önce dönemin çok sert geçen kışı ve insanların çektikleri sıkıntıları bir anlatalım…

1621 yılında, Sultan İbrahim Han o zamanlar altı yaşında iken yoğun bir kar yağışı günlerce sürmüş, şiddetli kış hayat şartlarını olumsuz yönde etkilemişti. Öyle ki; 9 Şubat günü İstanbul Boğazı donmuş, insanlar Eminönü’nden Üsküdar’a yürüyerek gidip geliyorlardı. Bu şiddetli geçen kış sonraki yıllarda da devam etti. Gerek sarayda, gerek toplumda samur kürke rağbet artmış, insanlar için bu artık ihtiyaç haline gelmişti.  1655-1656’da Türkiye’yi gezen J. Thevenot gördüklerini kaleme aldığı seyahatnamesinde; “İstanbul’daki insanların manto üzerine kürk giydiklerini ve orta halli olanların dahi samur bir kürke sahip olmak için seve seve dört veya beş yüz kuruş sarf ettiklerini” yazmıştır.

Görüldüğü üzere samur kürk alımı merak veya gösterişten değil, mecburiyetten idi. Topkapı Sarayı; İstanbul’un, birinci ve en önemli tepesinde bulunmaktadır. Sarayburnu kıyısından yükselen tepenin üzerinde, yoğun kış şartlarında, rutubetli bir ortamda yaşamak anlatıldığı gibi basit değildir. Ayrıca Sultan İbrahim Han Samur kürklerin tamamını kendisi için değil, saray halkı için aldırmıştı. Bu kürk olayını da deliliğine bağlayacak kadar akıl sağlığı yerinde olmayan insanlar var ne yazık ki…


Deliliğine kılıf arayanların diğer bir iddiası da ortalığa para saçması idi. Bu Avrupalı toplumlarda deliliktir. Biz de ise bir merasimdi ve bu merasim sadece Sultan İbrahim Han’a has bir durum da değildi. Sultanların birçoğu bu adeti yerine getirmişti. Sefer dönüşünde, sünnet ve düğün merasimlerinde sultanlar para saçarlar, öğrenciler yerlerden bu paraları toplarlardı. Bu bizim kültürümüzde, yani toplumda da var olan bir uygulamadır. Damatlar da düğünlerinde para saçarlar, çocuklar o paraları yerlerden toplar… Tabii kültürümüzden uzaklaşıp Avrupalı gibi yaşadığımız bu zamanlarda, bu tarz güzel uygulamaları da yavaş yavaş unutuyoruz ne yazık ki…

Bir de günümüzde çok konuşulan bir husus var. Neymiş efendim? Sultan İbrahim Han ve Birinci Mustafa Han akli dengeleri bozuk olduğundan Ayasofya’nın vaftizhanesine defnedilmişler. Bunu ilk duyduğumda epey bir gülmüştüm. 1453 yılında camiye çevrilen bir mabedin içinde vaftizhaneden bahsedilir mi? Ayasofya Camii kapısının yanına defnedildiğini söylemek daha doğru olur. Üstelik diğer Osmanlı Sultanları arasında Ayasofya gibi bir mabede en yakın defnedilen iki sultandır.

Sultan İbrahim Han kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre çok cömert; adil ve merhametli bir sultandı. Milletini düşünür, haksızlıklara karşı asla sessiz kalmazdı. Topkapı Sarayı’nın Haliç’e bakan avlusuna bir “Kameriye” yaptırıp, eşi Turhan Sultan ile birlikte iftarını açacak kadar nazik, düşünceli bir insana atılan deli iftirası ve bu iftiralara arka çıkarak savunanlar nasıl hesap vereceklerini bir dakika olsun düşünmüyorlar mı?

Biz üzerimize düşeni yerine getirip akl-ı selim ve adil bir insan olan Sultan İbrahim Han’ı size kısa da olsa anlatmış olduk. Lütfen ön yargılı düşüncelerimizden, batının bize dayattığı palavralardan ve kaynaksız konuşmaktan artık vazgeçelim…

Selam ve muhabbetlerimle…

Günümüzün Tarih Cahilleri, Tarihi Nasıl Anlamakta?

Günümüzde insanların büyük bir çoğunluğu; her alanda, hemen hemen her konuda yorum yapar, fikir sunar, bildiklerinin doğruluğundan emin olmadan, savundukları hususlarda ısrar ederler. Spor konusunda, tıp konusunda olduğu gibi tarih ilminde de konuşur, hiç kitap okumadan internetten öğrendiği üç beş bilgi ile tarihi yorumlar, hatta şahsiyetleri yargılamaktan çekinmezler. Tarih cahilleri çoğu kez ezbere konuşur, bilmedikleri konularda ısrar eder, yazılanların gerçek olup olmadığını araştırmadan savunmaya geçerler. İşin en acı ve garip yanı da; bahsi geçen kişiyi sevmiyorlarsa, ya da sevmek işlerine gelmiyorsa; belgeye, kaynağa bakmaksızın hakaret ve iftira dolu cümleleri sıralamakta bir mahsur görmezler.

Osmanlı sultanlarına; ayyaş, deli, aptal, züppe, kadın düşkünü, enayi mi? Değil mi?

Vakanüvislerimiz bizlere sadece tarih ilmini değil, tarihi şahsiyetlere hakaret etmemeyi de öğrettiler. Velev ki düşmanımız olsun! Önce edeb, illâ edeb! 

Osmanlı sultanlarına; ayyaş, deli, aptal, züppe, kadın düşkünü, enayi

 vb. lakaplar (20.yy başlarından itibaren) takıp, ardından onlara lanet okumak da nedir? Ben söyleyeyim; oryantalistlerin attıkları iftiraların sınırlarını zorlamak, edebin zerresine sahip olmamak ve haddi aşmaktır. Bizim her birine dua edip, arkalarından rahmet okuduğumuz Osmanlı Sultanları kendi düşmanlarına bile hakaret etmemiş, edeni hoş görmemişlerdi.

Sultan İbrahim Han’a Atılan iftiralar, Emir Güneoğlu Sorunu, Emirgan Semti Adını Nerden Alır? Kesik baş Evliya Kimdir?

Daha saltanatının ilk senesinde Emir Güneoğlu meselesi ortaya çıkmıştı. Sultan İbrahim Han’ın ağabeyi Dördüncü Murad Han; 1635 yılındaki İran-Revan seferinde, Revan kalesini fethedip, kale kumandanı Emir Güneoğlu (Mirgünoğlu) Yusuf Paşa’yı esir olarak İstanbul’a 

getirmişti. Burada Dördüncü Murad Han’dan af dileyen Mirgünoğlu, mezhep değiştirerek Osmanlı safına geçtiğini söylemiştir. “Tahmasb-kuli-Han” ismi “Yusuf Paşa”ya çevrilen Mirgünoğlu, şiilik propagandaları yapmaması şartı ile Emirgan’da kendisine bir konak verilerek serbest bırakıldı. Bugün Boğaz’da Emirgan olarak bildiğimiz yer, ismini Emirgüneoğlu’ndan almıştır. Bu Mirgünoğlu, sefahate düşkün bir adamdı. Sultan İbrahim Han dönemine kadar, biraz da sıkıyönetim korkusundan faaliyete geçmeyerek bekledi.

Sultan İbrahim Han tahta geçer geçmez bölücü ve yıkıcı faaliyetlerine başladı, çevresine adamlar toplayıp devlet ve sultan aleyhinde konuşmaya da devam ediyordu. Bu adamın şiilik propagandaları, sefih ve ahlaksız hareketleri tespit edildi ve 15 Temmuz 1641’de idam edildi. Sultan İbrahim Han’ın bu hareketi Mirgünoğlu taraftarlarını kızdırdı, ona ve eşi Turhan Sultan’a birçok iftiralarda bulundular. Mirgünoğlu’nu da “Kesik baş Evliya” diye propagandasını yaptılar.

Sultan İbrahim Han’ı “Deli” ve “Gaddar” lakabı ile anan ve adının öyle yayılması için çalışanlardan büyük bir kısmı da, İbrahim Han’ın, memleketin huzuru için öldürttüğü İranlı şii Kesik baş Mîrgünoğlu’nun adamlarıdır.

Sultan İbrahim Han ve Samur Kürk Olayı, Sert ve Soğuk Kış, İstanbul Boğazı Ne Zaman Donmuştur?

Sultan İbrahim Han’ın “Samur Kürk” merakının olması. Dönemin koşullarını, saray halkının ve toplumun giydiği kıyafetleri bilmeyenler bu tuzağa kolay düşmektedirler. Önce dönemin çok sert geçen kışı ve insanların çektikleri sıkıntıları bir anlatalım…

1621 yılında, Sultan İbrahim Han o zamanlar altı yaşında iken yoğun bir kar yağışı günlerce sürmüş, şiddetli kış hayat şartlarını olumsuz yönde etkilemişti. Öyle ki; 9 Şubat günü İstanbul Boğazı donmuş, insanlar Eminönü’nden Üsküdar’a yürüyerek gidip geliyorlardı. Bu şiddetli geçen kış sonraki yıllarda da devam etti. Gerek sarayda, gerek toplumda samur kürke rağbet artmış, insanlar için bu artık ihtiyaç haline gelmişti.  1655-1656’da Türkiye’yi gezen J. Thevenot gördüklerini kaleme aldığı seyahatnamesinde; “İstanbul’daki insanların manto üzerine kürk giydiklerini ve orta halli olanların dahi samur bir kürke sahip olmak için seve seve dört veya beş yüz kuruş sarf ettiklerini” yazmıştır.

Görüldüğü üzere samur kürk alımı merak veya gösterişten değil, mecburiyetten idi. Topkapı Sarayı; İstanbul’un, birinci ve en önemli tepesinde bulunmaktadır. Sarayburnu kıyısından yükselen tepenin üzerinde, yoğun kış şartlarında, rutubetli bir ortamda yaşamak anlatıldığı gibi basit değildir. Ayrıca Sultan İbrahim Han Samur kürklerin tamamını kendisi için değil, saray halkı için aldırmıştı. Bu kürk olayını da deliliğine bağlayacak kadar akıl sağlığı yerinde olmayan insanlar var ne yazık ki…

Sultan İbrahim Han ve Para Saçma İftirası

Deliliğine kılıf arayanların diğer bir iddiası da ortalığa para saçması idi. Bu Avrupalı toplumlarda deliliktir. Biz de ise bir merasimdi ve bu merasim sadece Sultan İbrahim Han’a has bir durum da değildi. Sultanların birçoğu bu adeti yerine getirmişti. Sefer dönüşünde, sünnet ve düğün merasimlerinde sultanlar para saçarlar, öğrenciler yerlerden bu paraları toplarlardı. Bu bizim kültürümüzde, yani toplumda da var olan bir uygulamadır. Damatlar da düğünlerinde para saçarlar, çocuklar o paraları yerlerden toplar… Tabii kültürümüzden uzaklaşıp Avrupalı gibi yaşadığımız bu zamanlarda, bu tarz güzel uygulamaları da yavaş yavaş unutuyoruz ne yazık ki…

Sultan İbrahim Han nereye gömüldü? Ayasofya vaftizhanesi iftirası

Bir de günümüzde çok konuşulan bir husus var. Neymiş efendim? Sultan İbrahim Han ve Birinci Mustafa Han akli dengeleri bozuk olduğundan Ayasofya’nın vaftizhanesine defnedilmişler. Bunu ilk duyduğumda epey bir gülmüştüm. 1453 yılında camiye çevrilen bir mabedin içinde vaftizhaneden bahsedilir mi? Ayasofya Camii kapısının yanına defnedildiğini söylemek daha doğru olur. Üstelik diğer Osmanlı Sultanları arasında Ayasofya gibi bir mabede en yakın defnedilen iki sultandır.

Mahmud Zengi Muhteşem Duası “Ya Rabbi Müslümanlar da senin kulun kâfirler de. Ama Müslümanlar dostun, kâfirler ise düşmanın. Düşmanlarına karşı dostlarına yardım et. Ben zafer kazanınca şımaracağım diye Müslümanları zelil etme. Nureddin’i rezil et ama Müslümanları zelil etme!”

Kendisini Allah yolun da öylesine feda etmiş ve hiçliğe bürünmüştü ki, Tel-Harim savaşında şöyle dua etmişti: 

“Ya Rabbi Müslümanlar da senin kulun kâfirler de. Ama Müslümanlar dostun, kâfirler ise düşmanın. 
Düşmanlarına karşı dostlarına yardım et. Ben zafer kazanınca şımaracağım diye Müslümanları zelil etme. Nureddin’i rezil et ama Müslümanları zelil etme!”

Müslümanları zelil etme. Nureddin’i rezil et ama Müslümanları zelil etme!” Mahmud Zengi ve Büyük Duası

Kendisini Allah yolun da öylesine feda etmiş ve hiçliğe bürünmüştü ki, Tel-Harim savaşında şöyle dua etmişti: “Ya Rabbi Müslümanlar da senin kulun kâfirler de. Ama Müslümanlar dostun, kâfirler ise düşmanın. Düşmanlarına karşı dostlarına yardım et. Ben zafer kazanınca şımaracağım diye Müslümanları zelil etme. Nureddin’i rezil et ama Müslümanları zelil etme!”

Müslümanlar dostun, kâfirler ise düşmanın. Düşmanlarına karşı dostlarına yardım et. Mahmud Zengi ve Büyük Duası

Kendisini Allah yolun da öylesine feda etmiş ve hiçliğe bürünmüştü ki, Tel-Harim savaşında şöyle dua etmişti: “Ya Rabbi Müslümanlar da senin kulun kâfirler de. Ama 

Müslümanlar dostun, kâfirler ise düşmanın. Düşmanlarına karşı dostlarına yardım et. 

Ben zafer kazanınca şımaracağım diye Müslümanları zelil etme. Nureddin’i rezil et ama Müslümanları zelil etme!”

Biz yolları hırsızlardan ve yan kesicilerden korumakla görevliyiz

-“Biz yolları hırsızlardan ve yan kesicilerden korumakla görevliyiz. İnsanları, başlarına gelecek diğer şeylerden de muhafaza etmeliyiz. Peki o zaman Allah’ın emirlerine nasıl riayet etmeyiz? Biz Allah’ın kanunlarına aykırı her şeye şiddetle karşı çıkarız. Aslolan bu emirlere uymaktır

Sultan İbrahim Han’a neden deli iftirası atıldı?

20. Yüzyılın ilk çeyreğinde takılan deli lakabı zayıf rivayetlerden ve mesnetsiz iddialardan faydalanarak takılmıştı. Örneğin; Mirgünoğlu hadisesinde, Şiilerin iddia ve iftiraları muteber midir?

Gerçekleri araştırmak ve bulmak yerine, deli olmasına kanıt arayan, kılıfına uydurmak isteyen o kötü niyetlilerin bir diğer faydalandıkları kaynak ise: “Zeyl-i Ravzat-ül Ebrâr” isimli kitaptır. Kitabın müellifi de Sultan İbrahim Han’ı tahttan indirenlerin başında gelen Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’dir. Tahttan indirmek için bir takım bahanelere ihtiyaç vardı. Yoksa hangi gerekçe ile, sekiz sene koca devleti yöneten bir sultanı tahttan indirip şehit edeceklerdi? Halka bu nasıl yansıyacaktı? İşte bu kitapta da, tahttan indirilmesine bahane olarak; rahatsız olduğu ve devlet yönetiminde zayıflıklar gösterdiği yazar. Fakat bunu, yani akli muvazenesinin bozuk olduğunu iddia eden tek kitaptır

Sultan İbrahim Han Deli Değildi? Ona İftira atıldı?

Bugün Ayasofya Camii avlusunda medfun olan ve Osmanlı sultanlarının içinde en çok iftiraya maruz kalan isimlerden biri de Sultan İbrahim Han’dır. Sultan İbrahim Han kendi dönemi dahil, birçok iftiraya maruz kalsa da, 

ona atılan “deli” iftirası için çok uzağa gitmeye gerek yok. Nitekim bu iftiranın atıldığı tarih daha bir asırı bulmadı. Devlet-i Aliyye’yi, dolayısıyla Osmanlı sultanlarını kötülemek ve onları millete kötü göstermeyi meslek edinen insanlar her bir Osmanlı sultanına lakaplar taktılar. Bunları yaparken yabancı eserleri kaynak gösterdiler. En zayıf rivayetleri bile en güvenilir kaynaklar olarak göstermeyi de ihmal etmediler.

İşte bu iddia ve iftiralardan en bilineni Sultan İbrahim Han’a takılan “deli” lakabı idi. Bu iftira önceleri ders müfredatlarında yerini buldu, daha sonra abartılı romanlara konu oldu… Ardından; 1968 yılında hayal mahsulü bir film çekildi. Adı “Anjelika ve Deli İbrahim” idi. Bu film o kadar abartılıdır ki, bu konuda yazılan oryantalist kitapları geride bırakır. Bu filmi İslam düşmanı Avrupalılar yapmadı, yerli dediğimiz Yeşilçam yaptı! Baştan sona tek bir doğrusu olmayan ve hayal mahsulü olan bu film; tarihe, tarih sevenlere ve ecdadına saygı duyan insanlara büyük bir hakarettir.

Nureddin Zengi Rüyası ve Hz Muhammed'i Nasıl Gördü?

Nureddin, 1162 senesinde bir rüyâ görür Peygamber Efendimiz Aleyhisselamı rüyasında kendisine iki adamı işaret ederek,”Nureddin! Bu adamlardan beni kurtar!” diye emreder. Uykudan uyanır, abdest alıp tekrar uyur, aynı rüyayı tekrar görür. Bu hal üç defa tekrar edince, yatağından fırlayan Sultan, bu rüyanın hak olduğunu anlar. Rasülûllah Efendimiz tehlikede olduğunu düşünerek, sabahı beklemeden, süratle giderek on altı günde Medine-i Münevvere’ye varır. Bütün halkı toplarlar, yalnızca o iki kişi gelmemiştir. Onları arattırır ve bulur. Onları sorguya çekince, Katolik olduklarını, Efendimiz Aleyhisselam’ın kabrine tünel kazdıklarını, mübarek naaşlarını alıp kaçıracaklarını itiraf ederler. Efendimiz Aleyhisselam’ın naşını kurtaran Nureddin Zengî surlar yaptırarak muhafazayı kuvvetlendirir.

Kim Hz Muhammed'in Kabrini Çalmaya Çalıştı?

Nureddin, 1162 senesinde bir rüyâ görür Peygamber Efendimiz Aleyhisselamı rüyasında kendisine iki adamı işaret ederek,”Nureddin! Bu adamlardan beni kurtar!” diye emreder. Uykudan uyanır, abdest alıp tekrar uyur, aynı rüyayı tekrar görür. Bu hal üç defa tekrar edince, yatağından fırlayan Sultan, bu rüyanın hak olduğunu anlar. Rasülûllah Efendimiz tehlikede olduğunu düşünerek, sabahı beklemeden, süratle giderek on altı günde Medine-i Münevvere’ye varır. Bütün halkı toplarlar, yalnızca o iki kişi gelmemiştir. Onları arattırır ve bulur. Onları sorguya çekince, Katolik olduklarını, Efendimiz Aleyhisselam’ın kabrine tünel kazdıklarını, mübarek naaşlarını alıp kaçıracaklarını itiraf ederler. Efendimiz Aleyhisselam’ın naşını kurtaran Nureddin Zengî surlar yaptırarak muhafazayı kuvvetlendirir.

Mahmud Zengi'nin Rüyası ve Hz Muhammed'in Kabrini Çalmak İsteyen Katolikler

Nureddin, 1162 senesinde bir rüyâ görür Peygamber Efendimiz Aleyhisselamı rüyasında kendisine iki adamı işaret ederek,”Nureddin! Bu adamlardan beni kurtar!” diye emreder. Uykudan uyanır, abdest alıp tekrar uyur, aynı rüyayı tekrar görür. Bu hal üç defa tekrar edince, yatağından fırlayan Sultan, bu rüyanın hak olduğunu anlar. Rasülûllah Efendimiz tehlikede olduğunu düşünerek, sabahı beklemeden, süratle giderek on altı günde Medine-i Münevvere’ye varır. Bütün halkı toplarlar, yalnızca o iki kişi gelmemiştir. Onları arattırır ve bulur. Onları sorguya çekince, Katolik olduklarını, Efendimiz Aleyhisselam’ın kabrine tünel kazdıklarını, mübarek naaşlarını alıp kaçıracaklarını itiraf ederler. Efendimiz Aleyhisselam’ın naşını kurtaran Nureddin Zengî surlar yaptırarak muhafazayı kuvvetlendirir.

Mahmud Zengi Nasıl Öldü? Şehit mi?

Ömrü boyunca şehid olmayı arzuladığı için harplerde en önde hatta iki elinde ayrı kılıçlarla savaşan Nureddin ömrünün sonuna doğru “çok istediğim halde bana şehidlik nasip olmadı” der ve ağlardı. 11 Şevval 569 (15 Mayıs 1174)’da hastalıktan yatağında vefat etmiş olmasına rağmende İmam Zehebi ondan hep Nureddin eş-Şehid olarak bahsetmiştir