Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Tarihten günümüze barış çağları/Kültür - Sanat/milliyet blog



İlkçağda, peygamber-sultan Hz. Davut ve Hz. Süleyman dönemlerinde barış ve adalet hüküm sürmüştür. Genel olarak savaş ve huzursuzluk kaynağı olan, zorbalık yapan kavimler Hz. Davut döneminde durgunlaşmış, Hz. Süleyman döneminde de tamamen zararsız bir hal almışlarsa da Hz. Süleyman’ın vefatıyla tekrar eski hallerine dönmüşlerdir.

Barış ve hoşgörünün tarihi gelişimini ele aldığımız zaman başlangıcının ne zaman olduğuna kesin bir kanaat getiremeyiz fakat şunu söyleyebiliriz ki barış ve hoş görü birbirinden ayrılmaz kavramlar olduğunu ve insanların neolitik çağda yerleşime geçmesiyle birlikte birbirleriyle olan ilişkileri arttığı için barış ve hoşgörünün de bu zamandan sonra arttığını söyleyebiliriz. Örnek olarak Hititler ile mısır arasında yapılan Kadeş Barış Antlaşması’yla iki devlet arasında barış antlaşması yapılmamıştır. Bu antlaşma tarihteki ilk yazılı antlaşma olmasının yanında ilk barış antlaşması olması yönüyle de önemlidir.

Ortaçağ denilince bizim coğrafyamızı ilgilendiren Ön Asya ve Avrupa coğrafyası açısından iki farklı dünya göze çarpar. Bunlardan biri; kültür ve medeniyet konusunda ileri giden, zenginliği ve medeniyeti ile bireye verilen değeri açısından dünyaya nam salan İslam Dünyası’nın zenginlikleridir. Bir diğeri ise skolastik düşünce içerisinde kıvranan kilise ile feodal beylerin tahakkümü altında ezilen Avrupa’dır.

Bu durumun en açık göstergesi olarak; Kudüs’ü hedef olarak gösteren Haçlı Avrupa’sının asıl amacının İslam Dünyası’ndaki zenginlikleri ele geçirebilme hedefleri olarak gösterilebilir. Nitekim Haçlı Seferleri sonucunda, Avrupa’nın İslam topraklarını işgali ve tanıma sonrası kültürel, ekonomik ve ticari olarak harekete geçerek Yeniçağ Avrupa’sı için zemin oluşturması gösterilebilir.

Yeniçiğda da Osmanlı Devleti fethettiği topraklara kuruluşundan itibaren uyguladığı barış ve hoşgörü politikası sayesinde asırlar boyu sorunsuz bir şekilde hükmetmiştir. Ankara Savaşı(1402) sonrasındaki fetret devrinde Balkan ülkelerinde hemen hemen hiç toprak kaybedilmemesi hatta herhangi bir ayaklanma dahi çıkmaması Osmanlı’nın barış ve hoşgörü politikasının bir sonucudur. Daha sonraları da başta İstanbul’un fethinde olmak üzere pek çok dönemde barış politikası izleyerek bunun verimini de almıştır.

Yakınçağda ise çeşitli zamanlarda barış ve hoşgörü gündeme gelse de hiçbiri Türk İslam devletlerinin uyguladığı barış ve hoşgörüye ulaşamamıştır. Sorunlar genel olarak savaş ve şiddet yoluyla çözüme kavuşturulmaya çalışılmış fakat gelinen nokta ve alınan sonuçlar, eskisinden daha fazla problemi de beraberinde getirmiştir.

Bu durumun bir tezahürü olarak dünyamızın farklı kıtalarında, farklı ülkelerinde ve farklı noktalarında cereyan eden savaşlar ve çatışmalar örnek olarak gösterilebilir. Tek kutuplu dünyada egemen güçlerin barış, demokrasi ve hoşgörü göstermek amacıyla işgal edilen ülkeler ve ezilen halklar amaca ulaşamamanın bariz göstergelerindendir.

Tüm bu olanlara rağmen barışa ulaşmak adına en pasif dönem çağımızdır. ne dersiniz; barış kelimesinin ağızlara sakız edidiği günümüzde biz barışın neresindeyiz acaba?

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Paylaşılamayan Müzik/Kültür - Sanat/milliyet blog



Kimi insanın çok hoşlandığı bir ezgi, kimi insana hoş gelmiyor. Eleştiriler, çok zaman kırıcı boyutlarda oluyor. Herkes kendi beğenisinin – hatta, aynı ezginin farklı yorumlarını bile - en güzel olduğunu söyleyebiliyor. İnsanın müzik kültürü nasıl oluşuyor, beğeni neye göre biçimleniyor? Müziği anlamak - müzikten hoşlanmak ne
 demek? Nasıl müzik dinlemeli, dinleyici olma niteliklerimiz neler? Neden müzik dinliyoruz?..

Aristo, kuramında sanat yapıtlarının, aslında bilgi edinmeye yönelik olduğunu söyler. Çünkü izlerken, dinlerken alınan her şey öğrenme amaçlıdır. Öğrenme de insan beyninin en önemli etkinliklerinden biridir. Öğrenme sırasında ulaşılan doyum, aynı zamanda sanat eserini algılarken de duyulur. Sanatın her türünde ve seviyesinde, sanatsal yoğunluk karşısında uyarılan öğrenmek dürtüsü ve güdüsü izleyiciye- dinleyiciye mutluluk verir.

Yaratıcı, yorumcu, dinleyici, izleyici, müzik eğitimcisi, müzik eleştiricisi… müziği oluşturan öğelerdir ve her biri kendi “gücüyle” müziği anlamlandırır. Müziği anlamlandırma gücü de ancak bilginin düzeyi ile gerçekleşir.

“Yapıt bir olgudur. Yaratıcı/sanatçı, dinleyici, eleştirici, bilim adamı başka başka kişilerdir. Her biri yapıtı değerlendirirken, o güne kadar kazandığı bilgi ve önyargılara dayanarak dinleyecek ve değerlendirecektir. Müzik sanatında herkesi doyuracak bir veri ya da yapı bulmak güçtür. Çünkü bilgi düzeyleri farklı olan kişilerin aynı besteciden aynı doyumu sağlamalarını beklemek doğru bir düşünce tarzı değildir. Müziğin duygular üzerinde etkisi düşünülürse pek çok "değerlendirme" yöntemi ve pek çok "sonuç" olacaktır. Birine göre sanat eseri sayılan bir beste bir diğerine göre gürültü sayılabilecektir. Biri eseri sanat yönünden yüksek bulurken, bir diğeri aynı eseri ilkel sayabilmektedir. Birini coşkulandıran bir eser, diğerini üzebilmektedir. (...) Belli bir zaman diliminde kaynaştırma işlevi gören bir beste bir başka zaman diliminde kavga ettirebilmektedir. (...) Herkesi doyuran bir beste olmadığına göre, tek bir yönteme, tek bir üslûba, tek bir felsefeye dayanmak olanaksızdır. Bu nedenle en sağlıklı değerlendirme, değerlendirenin o eser hakkındaki birikimini/bilgisini artırıp, dış etkenlerden arınarak yaptığı değerlendirmedir.”[1]

Eğer ‘beğeni oluşturma’ gibi bir sorun varsa, o da ‘kültür’ sorunudur ve ‘müzik dinleme’den ne anlaşıldığına bağlıdır. Prof. Dr. Ali Uçan dinleyici profillerini –sınırları tam belirli değilse de- şöyle açıklıyor: ‘Müzik dinleyenler’, ‘müzik dinlediğini sananlar’ ve ‘müzik dinler görünenler’.

“Her insan, içinde yaşadığı toplumsal-kültürel çevrede-ortamda, az-çok, müzikle ilişki içindedir, ilişki içinde olduğu müzikten veya müzikli ortamdan etkilenir, etkilendiği müzikten veya müzikli ortamdan hoşlanır veya hoşlanmaz ya da öyle görünür. Her insan müzik dinler, dinlediği müziği algılar, algıladığı müziği anlar veya anlamaz ya da öyle görünür, anladığı müzikten hoşlanır veya hoşlanmaz, ya da öyle görünür. Birçok kişi müziği, anlamak için değil, hoşça vakit (zaman) geçirmek, müzikle zaman geçirmek, müzikle zaman doldurmak için dinler. Birçok kişi müziği anlayarak dinlemenin "nesnesi" olarak değil veya öyle olmaktan çok, ‘geri-plan’, ‘arka-plan’ öğesi olarak kullanır. Bunlar belki de müziği ‘dinleyenler’ değil ‘dinlediğini sananlar’ ya da ‘dinler görünenler’dir.

Öyleyse insanlar ‘müzik dinleyenler’, ‘müzik dinlediğini sananlar’ ve ‘müzik dinler görünenler’ olmak üzere üç kümeye ayrılabilir. Ancak, ne var ki insanları bu özellikleriyle ayırdedebilmek, birbirinden ayırabilmek çoğu zaman kolay değildir. Dinleti (konser) alanlarını, dinleti yerlerini, hatta dinleti salonlarını dolduran büyük yığınları oluşturan insanların birçoğu için orada müzik dinlemek, müziği anlama çabası içinde olmaktan, veya bilişsel, sezişsel, devinişsel ve duyuşsal bir estetik gereksinimi gidermekten çok, belki de (sadece) bir vakit geçirmektir. Sözü edilen ortamlarda insanlardan hangilerinin söz konusu üç kümeden hangisine girdiğini belirlemek kolay mıdır? Aynı durum, kuşkusuz, ‘müzikten anlama’ konusunda da geçerlidir, ya da geçerli olmak gerekir. Müzik dinleyen insanları da müzikten ‘anlayanlar’, ‘anladığını sananlar’ ve ‘anlar görünenler’ olmak üzere üç kümeye ayırmak olanaklıdır.”[2]

Müzik beğenisi oluşturabilme ‘müziği anlama’yla olası. Anlama ise, duygular da işe koşulunca genellikle “hoşlanma” ile karışıyor. Hoşlanma, belirli bir çaba gösterilmeden kendiliğinden de gelişebilen bir şeydir. Anlama ise, o konu ile ilgili bilgi-birikim-deneyim yani ‘bilme’ gerektirir. ‘Bilme’ için öğrenmek, öğrenmek için de programlı eğitim süreçlerine ihtiyaç vardır.

“Hoşlanma, ‘insanın kendine özgü bir yaşam içgüdüsü’dür. Her insan, yapısı ve yaradılışı gereği doğal olarak bir şeylerden hoşlanır. Hoşlanma işgüdüsünün nesnesi ‘müzik’ olduğunda bu, ‘müzikten hoşlanma’ya dönüşür. Genel olarak hoşlanma, ‘doygunluk veren, ılımlı ve sürdürülebilir coşkulanma’ diye tanımlanabilir. (…)

Müzikten hoşlanabilmek için ondan olumlu etkilenebilmek gerekir. Müziğin etkisi, kısaca, ‘müziğin verdiği izlenim’dir. Buna göre müzikten etkilenmek, ‘müzikten izlenim edinmek’ veya ‘müzikten izlenimlenmek’ demektir. Genel olarak müzik, insanı, ‘varlığı’ ve ‘niteliği’yle etkiler. Öyleyse müziğin insan üzerindeki etkisini, temelde, ‘varlık etkisi’ ve ‘nitelik etkisi’ olmak üzere ikiye ayırmak olanaklıdır. Müziğin bir insan üzerindeki etkisi sadece ‘varlık etkisi’yle sınırlıysa ve o insan müzikten sadece bu etkiye bağlı olarak hoşlanıyorsa, müziğin sadece ‘varlığında hoşlanıyor’ demektir. Müziğin sadece varlığından hoşlanan bir insanın ‘müzikten anlama’sı (pek) söz konusu olamaz. Böyle bir durumda insan ‘müzikten’ ya da ‘ortamdaki müzikten’ değil, (daha çok) ‘müzikli ortamdan’ ya da ‘müzikli ortamın niteliğinden’ anlıyor demektir.”[3]

Günümüzün ‘yaygın genel müzik algılaması’, müziğin alabildiğine –hatta zorlamayla- ticarileştirilip yaygınlaştırıldığı alanlardadır. Müzik diye algılanan da ‘müzikli ortam’ oluyor.

Yazının ilk paragrafındaki soruların yanıtları, birçok yerde aranabilir. Aranacak yerlerin başında ‘insan, toplum, kültür sanat, müzik’ ilişkisi gelmeli, sonra da ‘eğitim/eğitimsizlik sorunu’. Eğitimin yetersiz olduğu yerde kargaşa olması doğal bir gelişme. Ülkemizde de müzik, bu kargaşa ortamından yeterince payını alıyor ve herkesin müziği ‘en güzel’ oluyor. Müzik ‘paylaşılamıyor’.

[1] Ayten Kaplan, Kültürel Müzikoloji, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2005, s. 65.

[2] Prof. DR. Ali Uçan, MÜZİK EĞİTİMİ Temel Kavramlar-İlkeler-Yaklaşımlar ve Türkiye'deki Durum, Evrensel Müzikevi, Ankara, 2005 (3. Basım), s. 118.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Seyirlik müzik/Kültür - Sanat/milliyet blog



Uzun süredir -haber kanalları dışında- televizyon izleyemiyorum. Hissettirmeden “Öldüren Eğlence”[1], gerçekten öldürüyor (!) galiba.

Müzik-eğlence ve magazin programları, dizi filmler, klipler vs… ve hepsi birbirine iyice benzedi. Yaşam alanlarımızı sarmaladı,
 onlardan kaçmak mümkün değil. Televizyon kanallarının sınır tanımayan ‘ticari kaygılar’ı daha fazla zamanlarımıza egemen oldu, yeni ‘müzik kültürü’müzü belirledi. ‘Söz’e dayalı olan ‘müzik kültürümüz’ 1980’lerden sonra, iyice görselleşti. Popüler kültür, müziği hızlı tüketimin içine aldı. Toplum müziği dinliyor; el çırpıyor, eğleniyor. Hatta, en hüzünlü ezgilerde bile eğleniyor!

Klipleri yapılan şarkılar her yaş grubuna sesleniyor. Hem görsel, hem de işitsel olarak algılanması çok kolay olan bu şarkıları, yetişkinler kadar çocuklar da bu hoşlanarak, dinliyor-izliyor.

İzleyici / dinleyiciler bu kargaşada, müziğin düzeyini sorgulamıyor-sorgulayamıyor. Sıtkı M. Erinç, kültür endüstrisinin ticari anlayışını şöyle açılıyor:

“Kültür endüstrisi, hoşluk yaratan her şeyi sanat sayar, sanat diye piyasaya sunar, fakat sanat alanının esas sorusuna; 'Ne Kadar Sanat' sorusuna hiç eğilmez, hatta bu soruyu örtbas eder, akıllardan silmeye uğraşır. Başarır da... Kültür endüstrisi için kazanç sağlanabilecek her yol mubahtır.”[2]

Hal böyle olunca, yetişkinlerin ve çocukların ‘beğenileri’ ve ‘beğeni düzeyleri’ sığlaşıyor.

‘Beğeni’ sözcüğünü TDK Sözlüğü “Güzeli çirkinden ayırma yetisi…’ olarak tanımlıyor. Güzel-çirkin ayrımına varabilmek için de ‘bilgi-birikim’ gerek. Bu da uzun ve zahmetli bir süreç gerektiriyor. İşin çok daha kolayı bir yolu var ‘hoşlanmak’.

Artık, anlık hoşlanmalar ‘beğeni’ olarak kabul görüyor-gördürülüyor.

Anlık zamanlarda hafızalara kazınan işitsel ve görsel ‘hoşlanma kalıpları’, giderek bireylerin-toplumun ‘müzik kültürü’ oluyor.

Artık müzik seyirlik bir şey!!!

*****

[1] Neil Postman, Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları, Çev: O. Akınhay, İstanbul, 1994.

[2] Sıtkı M. Erinç, Kültür Sanat Sanat Kültür, Ütopya Yayınları, Ankara, 2004, s. 74.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Tiyatroda 1 Zamanlar.../Kültür - Sanat/milliyet blog



Hepimizin hayatı kotarma isteğinin açığa çıktığı, dünyaya zaman aşımına uğramayan izler bırakma çabasının yansıdığı, insanda kendini gerçekleştirme duygusu uyandıran heyecan yüklü bir mucize: Tiyatro. Bu mucize uzun zamandır süregelen tartışmalarla her gün farklı bir hava soluyor. Artık parası kadar konuşuluyor, rakamlarla değerlendiriliyor.

Oysa tiyatro "iki kalas bir heves" macera değil midir? Bunca zaman işin sırrının yetenek ve çalışmanın ötesinde tutku olduğuna inanmıyor muyduk? Bu tutku hayatın tüm zorlamalarına, telaşına rağmen ısrarla sürüyordu. Yıllardır ustaların tiyatro serüvenlerini dinlerken, hayatla yoğrulmuş duyguları sahnede tutkuyla tekrar tekrar pişirdiklerine tanık oluyorduk. Hatta tiyatrocular kendilerini yarı deli saymıyorlar mıydı? Bu cesur delilere şimdi ne oldu da kendilerini paralı pullu bir tartışmanın içerisinde buldular. Sıfırların azaldığını düşünen ve hayıflananlar alkışların da azalacağını mı düşündüler acaba?

Şehir tiyatrolarının bilet fiyat uygulamasını, bu uygulamayı destekleyenleri ve eleştirenleri basından takip etmişsinizdir. Kendi adıma basında sanatın, tiyatronun bu şekilde bile olsa yer almasından dolayı memnuniyetimi dile getirmek istiyorum. Tanrım! İşte tiyatrodan söz ediliyor nihayet. Para nedeniyle olsa bile... Sonunda tiyatro da gündem yarattı, ne mutlu bizlere… Çünkü bu tarz tartışmalar tiyatroyu sanatın objektifinden uzaklaştırsa da insanları yaklaştırıyor.

Çoğu kişi düşük fiyat uygulamasından hala habersiz ve bu tartışmalar süregelip demeçlere yenileri eklenirken bazıları silkeleniyor ve meraklanıp sanat için bir başlangıç oluşturabiliyor. Diğer taraftan tiyatroya ömrünü adamış, her solukta sahneyi düşünen Ali Poyrazoğlu ve Hadi Çaman gibi sahne devlerinin eleştirilerini anlamaya ve kendi içimde ortak bir payda bulmaya çalışıyorum.

Evet tiyatro, her sanat dalı gibi ülkemizde zor icraa edilen, değeri pek de bilinmeyen; hayata kapalı yollarda yürüyen insanların rol ve ahkam kestiği, hayat damarlarının sökülüp atıldığı bir sanat. Tamamen tutku işi çünkü yaşam tuzaklarla dolu ve çok daha fazla para kazanıp, rahat yaşamak varken sahneyi, perdeyi, alkışları tercih etmek çılgınlık gibi geliyor biz izleyenlere, ama hayata bunca zaman önyargılardan uzak, korkusuzca bakan; yaşadığı ülkenin ve insanlarının dokusunu da en iyi bilen onlar, yani akıllı deliler değil midir? Onların endişelerini, sıkıntılarını anlıyor ve adanmış ömürlerinin huzurunda saygıyla eğiliyorum.

Fakat, şu eleştiriye de bir yorum getirmek istiyorum. Bu uygulamaya karşı olanlar, tiyatro ucuzlarsa oyunlar da ucuzlar sanıyorlar. Kalitesiz seyircinin salonları dolduracağı ve tiyatro emekçilerine haksızlık yapılacağı yönünde eleştiriler var. Ne var ki telaşa gerek yok. Mutlaka ki toplanan bir liralarla tiyatrocuların emeği karşılanamaz, zaten o emeğin değeri de ölçülemez. Ayrıca müdavim kesim zaten oyunlara gitmeye devam edecektir, parası azaldı diye gelenler de, bakarsınız tiryaki olur zamanla, belli mi olur? Çünkü tiyatro öyle büyülü öyle ışıltılı ki mutlaka görmeyen gözlerin bile bakmasını sağlar. Bir liralık oyunların kalitesiz olduğu yönünde görüşlere de bıyık altından bir gülücük fırlatabilirsiniz. Kanımca bunu söyleyenler henüz o oyunları izlememişler. Kimse merak etmesin, tiyatrocular, gerekeni hep gerektiği gibi yaparlar.

Örnek olarak Eskişehir'i göstermek istiyorum, şu an gösterimde olan oyunlar 2 yıldır sahnede. Bu uygulama olmadan da salonlar doluydu, bilet bulunmuyordu yine öyle. Demek ki paranın hükmü kalmamış!

Kalite kısmına gelince: "Karmakarışık" isimli bir oyunun yönetmen ve uyarlayanı Haldun Dormen, bunun yanı sıra "Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım", Moliere'in “Tartuffe" ve "Kıyamet Suları" gibi güzel, yerli ve yabancı bir çok oyun seyirciyle buluşuyor. Yani kalitede herhangi bir düşüş söz konusu değil.İzleyenler az parayla da çok güzel işler yapılabileceğini görüyor ve paranın eksikliğini alkışları sayesinde aratmıyorlar.

Bu uygulama özel tiyatroları zor durumda bıraksa bile hepsi aynı denize dökülen nehirlerdir. Ben de oyuncu olsaydım şehir tiyatrolarında, bir liraya oynardım. Tutku, parayla ölçülemez çünkü.

Oyun biletleri ucuzlarken oyunlar kalitesini koruyor.
Gönlünüzü ferah tutun...

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,


Konser sezonu sona ererken/Kültür - Sanat/milliyet blog



Antalya Devlet Senfoni Orkestrası, 6 Ekim 2006 da Atatürk’ün 125. Doğum Yılı kutlama konseriyle başladığı ‘konser sezonunu’ 25 Mayıs 2007 Cuma günü ‘Bahar Konseri’yle sonlandırıyor.

ADSO sezon boyunca 31 konser gerçekleştirmiş olacak.
Bunların 24 ü AKM de, 7 konser de Akdeniz Üniversitesi ‘Atatürk Konferans
Salonu’nda verildi.(Sonuncusu veridi varsayılarak)

Antalyalı müzikseverler, tuhaflıklarla dolu bir konser sezonunu geride bırakıyorlar.

En ilginci sezonun tam ortasında (12. hafta) dağıtıla bilinen ‘konser proğramları’nın neredeyse yarı yarıya değişikliklere uğramasıydı.

Bir diğeri konserden bir gün önce, Armoni Mızıkası ortak konserinin gün ve yerinin değiştirilmesi.

Bir başka ilginçlik de Akdeniz Üniversitesi’nde verilen; Ücretsiz ve üniversite personeli ile öğrencilerine ayrıcalıklı bu konserlerde, küçük bir konferans salonunun 1/3 i ancak doldurulabildiğini defalarca gördüm. Konsere, öğretim görevlileri bile katılsa dolabilecek bir salon, sözünü ettiğim yer. Hatta konservatuvar öğrenci ve öğretmenleri (akademisyenler) bile yeterince ilgi göstermemekteler. Oradaki emeğe üzülmemek mümkün mü?

Konferans salonundaki konserlere gidip gelmekte bir başka sorun. Bireysel yakınmamı ADSO müdürü (Ahmet Rahtuvan)ne ilettim. Konser sonrası, özel aracınız yoksa yerleşkeden birkaç kilometre yürüyerek çıkabilmektesiniz...Gece olduğundan, özellikle güvenlik sorunu, bu gidiş gelişin en önemli sorununa dönüşüyor...

Bu yıl için olumlu örnekleyebileceğim bir durum; Türk besteci ve eserlerine yeterli oranda yer verildiğiydi.

Sona eren konser sezonunda dikkat çeken bir başka konu da, dinleyici profilindeki değişiklikti: Konser davetiyelerinin, bir şekilde konuya özensiz kişilerin eline geçtiğini düşünüyorum..Dağıtılan tüm yazılı unsurlarda belirtilmesine rağmen, konser başladıktan sonra salona giriş çıkışlar ve çocuk sesleri, rahatsız edici düzeydeydi.

Bu yazıya konu olan tüm olumluluk ve olumsuzluklar, yazılı şekilde ADSO müdürlüğüne de iletilmiştir. Okurlarla da paylaşmak istedim.Emek veren sanatçılara sezon için teşekkür ederken, yeni sezonun daha başarılı geçmesini dilerim.

Aspendos festivalinin de 'tenzili rutbe' sinde emek sahibi olanları kutlamak!gerekir
Uluslararası festival, şimdilik 'ulusal' hale getirildi. 1. Aşama tamamlandı, 22 Temmuz sonrası, 2. aşamayı yaşama geçirme şansları 'olamasın' dilemekteyim!

Konuyla ilgili bilgi ve gözlemlerimin, bir dinleyici ölçüsünde olduğunun bilinmesini isterim.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

İrfan Önürmen'den bir sergi: Kağıt ve tül üzerine../Kültür - Sanat/milliyet blog



İrfan Önürmen’in Pi Artworks Çağdaş Sanat Merkezi’nde 19 Nisan- 9 Mayıs 2007 tarihleri arasında gerçekleşen "Kağıt ve Tül Üzerine" isimli sergisinden oldukça etkilenmem sonucu bu yazıyı kaleme alma ve kendisiyle röportaj yapma fırsatını elde ettim.

Sergi, Önürmen’in 2007 yılındaki kağıt ve tül üzerine karışık tekniklerle işlediği temalardan oluşmaktadır. Tüllerin yoğunlukla beyaz zemin üzerine kullanılması düşle gerçek arası ve çok boyutlu bir izlenim edinmemi sağlamıştır. Sergiyi 3 bölümde ele almak mümkün; birinci bölüm "suçu seyretmek" adı verilen bir seri. Ekranlarda sürekli gördüğümüz suça ait imgelerin üst üste gelmesi ile bizim nasıl edilgen bir konuma sürüklendiğimizi ve olan biteni okuyamaz hale geldiğimizi işaretliyor. İkinci bölümde ise "portreler" adı verilen bir seri yer alıyor. Burada ise kadına dönük şiddet, töre cinayetleri ve sudan sebeplerle katledilen kadınların gazetelerde yayınlanan fotoğrafların katledilme nedenleri ile yeniden tül üzerinde yorumlanması, gösterilmesiyle ilgili, son bölümde ise televizyon görüntülerinden faydalanarak önce tek tek tül üzerine yapılan çizimler sonra da bu çizimlerin üst üste getirilmesiyle, TV formatında sunulan bir seri. Bu seri yine ekrandan akan görüntülerin oluşturduğu imgelerin bizim üzerimizdeki etkisi ile ilgilidir.

Sergi 23 eserden meydana gelmektedir ve serginin "portreler" bölümünde İrfan Önürmen’in öldürülen kadınlarla ilgili tül üzerine yaptığı portresel çalışmalara yer vermesi, toplumsal duyarlılık anlamında da oldukça anlamlı ve düşündürücüdür. Özellikle, kadın portrelerinin tuallerinin çerçevelerinin gazete kağıtlarıyla kaplı olması beni etkileyen önemli ayrıntılardan biri olmuştur.

Serginin mutlaka görülmesini tavsiye ediyorum..

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Seçimini iyi yap/Kültür - Sanat/milliyet blog



Seçmek çok düşünerek, ölçüp biçerek yapmamız gereken bir eylemdir. Yiyeceğimiz aşı iyi seçemezsek midemiz bozulur. Evleneceğimiz eşi iyi seçemezsek hayatımız zehir olur. Yapacağımız işi iyi seçemezsek işe giderken ayaklarımız geri geri gider ve mutlu olamayız. Milletvekili, parti seçmek de öyledir. Başkalarının yalan sözlerine, propagandalarına ya da adayların dış görünüşlerine, parlak
 laflarına aldanarak seçim yaparsak başımız ağrır. Politikacıların seçim zamanında hatırımızı sorması kara kaşımız, kara gözümüz için değil, oy içindir. Oyumuzu aldıktan sonra yüzümüze bile bakmazlar. Bunu bilelim, ona göre seçelim. Nasıl karpuzu seçerek alıyorsak bizi yönetecek milletvekillerini de öyle seçelim. Karpuzu yer geçeriz ama politikacıları seçmesini bilemezsek başımızda boza pişirirler yıllarca.

Satıcılar mallarını satabilmek için, “Seç beğen al!” ya da “Seçmece bunlar!” diye bağırırlar. Müşteri iyisini seçeyim derken farkında olmadan kötüsünü de alır.

Seçimi iyi yapma konusunda kısa bir öykü sunmak istiyorum sizlere.

Çok sevilen, iyimser bir insana nasıl böyle olabildiğini sormuşlar. Şöyle demiş:

“Her sabah kalktığımda kendi kendime, bugün iki seçimim var; ya havan iyi olacak ya da kötü, derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü olduğunda da iki yine iki seçimim vardır; Kurban olmak ya da ders almak. Ben, başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana şikayete geldiğinde yine iki seçimim vardır; şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben ikincisini seçerim. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır; her durumda nasıl davranacağını seçersin. İnsanların senin tavrından nasıl etkileneceğini seçersin; yani hayatı nasıl yaşayacağını seçersin.”

Yıllar sonra bu iyimser kişi soyguncular tarafından kurşunlanmış, hastaneye kaldırılmış. Kurşunlardan bazıları vücudunda duruyormuş ama o gene iyimserliğini yitirmemiş ve kendisini ziyarete gelen dostuna şöyle demiş: “Vurulup yerde yatarken iki seçimim var, diye düşündüm. Ya yaşamayı seçecektim ya da ölümü; ben yaşamayı seçtim.”

Dostu, “Korkmadın mı?” diye sorduğunda şöyle konuşmuş:

“Ambulansla gelen sağlık görevlileri bana iyileşeceğimi söylediler. Ama acil servisteki doktorların ve hemşirelerin bana bu adam ölmüş der gibi baktıklarını görünce korktum. Bir şeyler yapamazsam biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten de. Bir hemşire yanıma yaklaşıp herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu. Evet, var, dedim. Derin bir nefes alarak, kurşunlara alerjim var, dedim. Gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım; ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin, otopsi yapar gibi değil, dedim.”

Seçimi iyi yapmasını bilen kişi kısa zamanda iyileşmiş ve bu özelliği sayesinde uzun yıllar mutlu bir hayat yaşamış.

Halk filozofu Ali Molla, kahvede seçtikleri milletvekillerinden dert yanan, ağzımıza bir parmak bal çaldı ama seçilince bizi unuttu, tuzu kurularla ortak oldu diye dert yanan köylülere şöyle der: “Ben, eşeğimle yolda gelirken eşeğim durdu, hayvan pisliklerini koklamaya başladı. Ben de kokladığı pislikleri heybeye doldurup yesin diye önüne koydum.”

Köylüler gülerek, “Hayvan o pislikleri yer mi be molla dayı?” derler.

Molla başını sallayarak, “Madem yemeyecekti, niye seçti, madem seçti, niye yemiyor?” Diye konuşur. Ne dediğini, ne demek istediğini anlayamayanlara şunları söyler: “Sizinki de o hesap işte. Madem pişirdikleri yemekleri yemeyecektiniz, niye seçtiniz, madem seçtiniz, o zaman önünüze konanları neden yemiyorsunuz? Bir dahaki seçimde dikkat edin de benim eşeğimin durumuna düşmeyin.”

Molla, kendini kolla! Seçimini iyi yap; Ankara’ya gitmesi gerekenleri yolla.

Erhan Tığlı

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat

Silivri kaymakamı ve İnci abla !/Kültür - Sanat/milliyet blog



Sanat ve Kültür Festivali’nin ikincisini yaşadı Silivrililer, 18 -20 Mayıs tarihlerinde…

Geçen yıl ilki yapılmıştı.

Farklı tarihler ve farklı mekanlarda yapılmış olsa da, işin doğrusu ilkinden daha kapsamlı üç gün yaşadı Silivri…

Geçen yıl ile kıyaslamanın bir anlamı yok.
Bu yıla bakılmalı ve gelecek yıla planlar
 yapılmalı…

Başkan Turan ve ekip arkadaşlarını kutlamak gerek. Üç gün de olsa, ressamlar yoğunlukta da olsa ve eserleri izleyen genç insanlar “ Bunları seyretmemiz ile bu adamlar ne kazanıyor?” diyerek etkinliği anlayamamış olmanın dayanılmaz ağırlığını da yükleseler sanatçının üzerine, emek veren herkesi yürekten kutlamak gerek.

Silivri’de, Sosyal Demokrat yönetimlerin beceremediğini beceren muhafazakar yöneticileri ayakta alkışlamak gerek..

Geçen yıl “ Ak Partili bir belediyenin etkinliğine katılmam” diyen sözde aydınlar, bu yıl gelen sınıfının diğer bireylerinden bir şeyler öğrenmişlerdir umarız. Ve umarız bu etkinlik sözde kalmayıp gelenekselleşir, gelecek yıllarda uluslar arası boyutlara taşınır.

Organizeyi yapan ve bu uğurda gecesini gündüzüne katarak büyük çaba harcayan İNCİ ABLA dün gece rahat bir uyku uyuyabilmiştir umarım. Silivri ve Silivrililer ile bir çok sanatçıyı bir araya getiren İNCİ ABLA ile yaptığımız kısa söyleşide kaygılarını dile getirirken, sesindeki endişe titreyişi, seçilmiş ve bürokratların aleyhinde olumsuzlukları yazarsak, bu etkinliğin tekrarlanmasını engellenebileceğini belirtmesinden kaynaklıydı.

Ne acıdır ki haklı!

Halkın aydınlanması bile, seçilmişlerin yada devletin başımıza tayin ettiği, bizlerin vergilerinden “Maaş” denen payı alan, harcadığı mesaiyi yine bizler için harcayan yöneticilerin düşünceleri, kızmaları, mutlu olmalarına bağlı.

Diyeceğim odur ki! İNCİ ABLA ile yaptığımız söyleşide, Etkinliğin kurdelesini kesen ve güzel bir konuşma yapan Silivri Kaymakamı Ali Dursun’un, bazı katılımcı sanatçıların tepkisine neden olan davranışını sorduğumuzda
“ Aman Ömercim ne olur yazma.. O arkadaş işi fazla abarttı. Kaymakam bey’in başka bir açılışa daha katılması gerekiyormuş o nedenle açılış sonrasında gitmesi gerekiyordu. Sayın Başkan ona eşlik etmek durumundaydı. Birlikte gittiler ve sayın başkan sonradan döndü geldi. Tek tek tüm konuklar ile ilgilendi” dedi.

Peki İNCİ ABLA ya Kaymakamımız?

O dönmedi, dönmesi de gerekmiyordu. Başka programı olamaz mı daha önceden planlanmış.. Tüm bunları söyleyebilme şansına sahipken İNCİ ABLA “ Ne olur kötü şeyler yazma” demekle yetindi.

Ben kimim ki Kaymakam ile ilgili kötü şeyler yazayım İNCİ ABLA..
Hem Kaymakam bey, o “ bu adamlar bizim seyretmemiz ile ne kazanıyorlar ki?” diye soran gençler gibi sanatı sevmek ya da anlamak zorunda değil ki! Sonuçta bir insan.. Herkes gibi..
Sevdikleri sevmedikleri olacaktır elbet.

Amaaaa İNCİ ABLA , Silivri’min Kaymakamı, Silivri’m için gelmiş 30 sanatçıyı es geçerek, bir başka yerdeki Urfa türküleri seslendiren sanatçıyı dinlemeyi biraz ertelemeliydi.

Silivri’min Kaymakamı beraberindeki heyet ile birlikte gelen ressamları, yazarları, şairleri, tiyatrocuları tek tek dolaşarak “hoş geldiniz, ne iyi etinizde geldiniz” diyebilmeliydi. Ne kaybederdi ki?

Peki ben bunları yazıyorum diye ne kaybedeceğim? Hiçbir şey..

Silivri, Kaymakam Ali Dursun’un değil; Ali Dursun, Silivri’nin Kaymakamı..

Yani sevgili İNCİ ABLA bize kızabilir, içerleyebilir, hatta polis nezaretinde sorguya bile aldırabilir ama SİLİVRİ’ye yapılacak etkinliği engelleyemez.
Sen canım ablam içini rahat tut. Makama değil şahsa demiştir akrostiş sanatçısı Ayşe Kızıltaş…
Ve denilen denenleri hak etmiştir…

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Yok olan el sanatlarımız ve ustaları/Kültür - Sanat/milliyet blog



16 mayıs çarşamba günü canlı yayında Vahe Kılıçarslanın canlı yayın konuğuydum yine. Benimle beraber konuk olan genç bir sanatçıda oradaydı o gün. İnanılmaz performansı ve yanık sesiyle adeta büyüledi herkesi bu sanatçı. Evet ben canlı yayında altın varaklı antika bir sandalyenin döşemesini anlatırken, Sibel Pamuk'ta adeta döktürüyordu. Bir yanda
 genç bir sanatçı, bir yanda antika bir sandalye. Vahe Kılıçarslan'da ise sanat aşığı bir ruh var. Oraya üç tane manken getirip, sansasyon yaratarak reyting peşinde koşmak yerine, genç bir türkücü ve kaybolmaya yüz tutan bir el sanatı için bir şeyler yapmaya çalışıyor.

BBC PRIME' da yayınlanan Antika yolu programının benzerini yapmak için CNN TÜRK'ün genel yayın yönetmeni Sn. Ferhat Boratav ile görüştüğümüzde kendiside böyle bir programın inanılmaz güzel olacağını fakat bu projenin çok geniş tutulması gerektiğini söylemişti. Projenin geniş olması demek sponsor firmanın büyük olması gerektiği anlamına gelmesi demekti. Sn. Ayşe Özgün'le Star Tv de 20 ye yakın canlı program yaptık antikalarla ilgili. Tam rayına oturmak üzereydiki canlı yayın konuklarından birinin enses olayı nedeniyle babası tarafından öldürülmesi sonucu programımız yayından kaldırıldı.

Şimdi başka bir kanalda zaman zaman davet edilerek ESKİ EL SANATLARINI VE ANTİKALARI ANLATIYORUM. Sadece anlatmakla kalmayıp canlı yayında restorasyon da yapıyorum. Yıldız Sarayı' Büyük Mabeyin binasındaki taht ve koltukları restore ettik. Ortağım Hülya Kanatlı ve eski bir sanatkar olan babam Necati Özkaya ile Restore ettiğimiz eserler şimdi Yıldız Sarayı Müzesi'nde sergileniyor. Bu konularda bir çok üniversitede konferanslar ve uygulamalı derslerde verdim.

Şu anda ise kendi sınıfımızda, aralarında üniversitelerde ders veren hocalarında bulunduğu öğrencilerime uygulamalı ahşap restorasyonu ve antika mobilya el cilası (gomalak) seminerleri düzenliyoruz. Yüze yakın öğrencimiz var. Hem öğreniyoruz hemde terapi yapıyoruz. Çöpe atılacak kadar kötü kondüsyonda olan antikaları ve eski eşyaları ilaçlamasından, tamirine, cilasına kadar son haline getirip hayata kazandırıyoruz.

Böylesine zevkli ve sabır gerektiren el sanatlarının kaybolmaması içinde, başlı başına bir tv programı için kolları sıvadık. Fakat reyting almaz korkusuyla hiçbir televizyon program yaptırmaya yanaşmak istemiyor. Bende 10 günde bir çıktığım canlı yayınlarda reyting alsın diye her türlü şaklabanlığı yapmaya çalışıyorum. Gramafon show yaptım. Çıktığım programlarda sanatçılarla şarkı söyledim. Sırf biraz daha ilgi için ve kaybolmaya yüz tutan el sanatları kaybolmasın diye.

Son programımdada vahe ile çekiç elimizde mobilya döşemesindeki yayları çakıp bağladık. Hatta konuk sanatçı Sibel Pamuk bile yardım etti. Bir Tv kanalı çıkıpta, haftada iki gün bir saatlik bir program yap dese neler yapılır neler. Seramikten, altın varağa, oymacılıktan, mobilya restorasyonuna ve döşemesine bir çok el sanatının ustalarıyla inanılmaz gösteriler yapardık. Herşeyimiz gibi el sanatlarımızda küresel kirlenmenin kurbanı oluyor galiba. Bir reyting fırtınası sürüp gidiyor. Haydi hayırlısı.

METİN ÖZKAYA

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Portalı olmayan portreler/Kültür - Sanat/milliyet blog




Artık biliniyor; George ORWELL 1984 adlı yapıtında özel yaşamın kuşatılmışlığı konusunda çanlarını yıllar öncesinde çalmış; görüntü ve ses kayıtları, belgeye dönüşen kriminal bulgular, özel yaşam alanı daraltırken; 'otorite'yi sorgulanamaz bir alana doğru
 kaydırıyor.

Kent insanı bu saldırının hızla farkına varıyor; bu nedenle kaldırımda karşısına çıkan kameraya, objektife karşı lal oluyor, saldırganlaşıyor, en naifinden yüzünü kapatıyor, pas geçiyor. Giderek hukuk normuna dönüşmemiş yeni bir kültür oluşuyor kentte.

Kırsal alanda ise henüz bakir, sınırları geniş özel hayat alanı, kamerayı, objektifi 'kendisinden geleceğe iz bırakacak dost' olarak görmesine yol açıyor; kültürel kabul alanı bu olguyla besleniyor.

Objektifi parıldatacak görüntü peşindeyken ben; yaşına inat bir hızla kapıdan fırlayan Ahmet Dede'yi gördüğümde gardımı almaya hazırlanırken ve "n'olacak acaba" sorusunun cengelinin belirsizliğini taşıyor usum.

- "Bi de beni çekive be evlat!"

Ahmet Dede'nin özel alanına objektifi şevkle davet etmesiyle şaşkınlığın son gongunu çalıyor usum. Özel alanda en değerli şeyler paylaşılır; Ahmet Dede en değerli varlığını objektife kayıt ettirmenin telaşıyla bir koşu çekerek getiriyor buzağıyı...

Geleceğe iz bırakmanın sevinciyle görüntüyü izlemeyi de unutuyor, sormuyor; çünkü müteşekkir, borcunu ödemek isteyişinin telaşından...

Öyle ya Ahmet Dede ne bilsindi digital kamerayı, şip şak görüntüyü...

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,


İşte Gidiyorum Çeşm-i Siyahım/Kültür - Sanat/milliyet blog



Hep deriz ya yaşarken kıymet bilinmez, ölünce kıymet bilinir. Ya da meşhur sözümüz vardır: " Kör ölür, badem gözlü olur." Bazen bunlar da olmuyor işte. Bugün Aşık Mahsuni Şerif'in ölüm yıldönümü ve hiç bir yerde onunla ilgili haber okumadım. Şimdi bir şiir sitesinde gördüm. Baktım saat 23.33. Henüz gün
 bitmemiş. Daha 27 dakika var. Gençliğimizde türkülerini dinlediğimiz, daha doğrusu doya doya dinleyemediğimiz bir halk ozanımızdı... Zaten onun gibi kaç tane var ki!

Ölümünden birkaç yıl sonra hemen unutuluyorlar. Nur içinde yatsın, toprağı bol olsun!

En çok sevilen ve " Vizontele" filmiyle özdeşleşen bir türküsüyle analım usta ozanı.

Sevgilerimle...

ÇEŞM-İ SİYAHIM

İşte gidiyorum çeşmi siyahım
Önümüze dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir, servetim ah'ım
Karardıkça bahtım karalansa da

Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Sen beni bıraktın ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da

Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin dilinde
Güldün Mahzuni'nin berbat haline
Mervan'ın elinde parelense de

Aşık Mahzuni ŞERİF

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Gençlik bayramdır/Kültür - Sanat/milliyet blog



Gençlik bitmeyen bir enerjidir, çiçekleri solmayan bir bahardır. Başta kavak yelleri eser, deli gönül ferman dinlemez, ayakları yerden kesilir, başı göklere değer, bir türlü yere inmez, dağ tepe, bağ bahçe gezer de gezer. Yaşlılar imrenerek bakarlar ona ama acemi çaylak, toy diye suçlarlar, bir türlü güvenemezler
 kendisine. Genç acelecidir, bir an önce hedefe varmak, idealine kavuşmak, sevmek sevilmek ister, beyninden çok kalbinin sesini dinler. Ama sınavlarla boğuşmak, sorularla, sorunlarla didişmek zorunda kalır.

Farsçada “genç” hazine demektir. Gençlik de bir hazinedir. Bu hazinenin sonunun hazin olmaması için gençler çalışmalı, yaşlılıklarında rahat edebilecekleri bir duruma gelebilmek için çaba göstermelidir. Toplum da gençleri küçük görmemeli, çabalarını değerlendirmeli, onlara olanaklar sağlamalı, yetenekli gençlerin yolunu açmalı, köstek değil destek olmalıdır. Genç kadrolara, gençlik aşısına ihtiyacımız var, onlara güvenmeliyiz.

Hepimiz genç olmak, genç kalmak isteriz. Partilerin gençlik kolları, spor kulüplerimizin genç takımları vardır ama her yıl takımı gençleştireceğiz diye demeçler verildiği halde birinci takımda hep gençliğinin sonuna gelmiş oyuncular oynatılır! Yaşlı politikacılar da bir türlü yerlerini gençlere vermek istemezler, onları piyon gibi kullanırlar.

Bir özdeyişte, “Gençler düşünebilse, yaşlılar yapabilse” deniliyor. Yaşlıların deneyimleri, düşünme yetenekleriyle gençlerin enerjileri, zindelikleri birleştirilebilse sorunlar kolayca çözülür ama yaşlılar mevzilerini bir türlü terk etmez, makamlarını bırakmazlar. Bu yüzden genler ikinci, üçüncü planda kalırlar ya da iş bulamayıp kahve köşelerinde sürünürler.

Atatürk’ün şiirlerinden etkilendiği Namık Kemal ve Tevfik Fikret eserlerinde gençlere seslenmişler, onları yüreklendirmek istemişlerdir. Namık Kemal şiirlerinden başka, Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, İntibah gibi tiyatro eserlerinde, romanlarında gençlere gerçekleri göstermek istemiş, onlara öğütler vermiş, vatan, millet sevgisi aşılamak istemiştir. Tevfik Fikret de, Ferda, Promete gibi şiirlerinde gençlere seslenmiş, “Halukun Defteri” adlı kitabını gençler için yazmıştır. Atatürk de cumhuriyeti gençlere emanet etmiştir. O’nun “Gençliğe Hitabe”si en iyi söylev örneklerinden biridir. Bağımsızlığımızı, cumhuriyetimizi koruyup kollayacak olan gençlerdir. “Yurtta sulh, dünyada sulh” gençlerle olacaktır. Gençler olmasaydı tüm savaşlarda yenilir, tutsak yaşamak zorunda kalırdık.

Genç kimdir acaba, kaç yaşına olanları genç sayacağız? Bu konuda sözü gene Atatürk’e verelim. O, yurdu kaç yaşındaki gençlere emanet ettiği sorulduğunda, “Ben yaşça değil başça genç olanları kastediyorum” demiştir. O’na göre genç olmak genç fikirli olmak demektir. Bir kişinin düşüncesi genç değilse, eskiyse fiziki gençliği hiçbir işe yaramaz. Öyle sözde gençler vardır ki, çiçeği burnundadır ama yenilikleri benimsemez, tutucudur, dili yaşlıdır, eski Arapça, Farsça sözcükler kullanır, çağdışı düşünce ve görüşlerin tutsağıdır ya da pasiftir, pısırıktır, tembeldir. Yaşı yetmiş işi bitmemiş kişi ondan daha gençtir.

Hemingvay gençlerle arkadaşlık ettiği için genç kalabildiğini söylemiştir. Biz de onu örnek almalı, gençlerle fikir alışverişinde bulunmalı, onları asla küçümsememeliyiz. “ummadık taş baş yarar”, “Akıl yaşta değil baştadır” sözleri boşuna söylenmemiştir. Gençlerle aramızda duvar örmemeli, köprü kurmalıyız Deneyimlerimizden gençleri yararlandırmalı, bunu yaparken ukalalık yapmamalı, bilgiçlik taslamalı; öğüt vermekle, nutuk çekmekle kendimizden soğutmamalıyız. Unutmayalım ki gençlerin, çocukların öğütlerden ziyade iyi örneklere ihtiyaçları vardır. Kitap oku diye başlarının etini yiyeceğimize elimize bir kitap alıp okumalı, okuduğumuz kitaplardan güzel örnekler, yararlı bilgiler vermeliyiz. Kahvelerde sigara dumanları arasında oyun oynayacağımıza kitaplıklara koşmalıyız.

Avrupalılar oraya kaçan, hürriyet mücadelesi veren aydınlarımıza “Jön Türkler” adını vermişler, onlar da “Genç Osmanlılar” derneğini kurarak padişah baskısına karşı koymaya çalışmışlardır. Edebiyatımızın, sanatımızın gençlerle hayat bulup gelişeceğini, ilerleyeceğini bilen Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntemle birlikte “Genç Kalemler” dergisini kurmuş, edebiyatımızın, dilimizin gençleşmesi için o zamanın gençleri olan Ziya Gökalp ve Mehmet Emin Yurdakul gibi şair ve yazarları çevresinde toplamıştır. Namık Kemal kendisinden genç olan Recaizade Ekrem ve Abdülhak Hamit’i desteklemiş, yüreklendirmiştir. Aynı şeyi Recaizade Ekrem’in de yaptığını görüyoruz. Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Ati gibi edebi topluluklar genç şair ve yazarların bir araya gelişleriyle hayat bulmuşlardır. Nurullah Ataç Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rıfat gibi gençleri desteklemeseydi Garip şiir akımı daha doğmadan ölür, edebiyatımız yaşlı kişilerin hegemonyası altında kalırdı...

19 Mayısta gençlik bayramı yapıyoruz. Şöyle bir düşünelim bakalım, hangi ülkede var gençlik bayramı? Bu bayramın değerini bilelim, boş sözlerle, törenlerle vakit geçireceğimize bayramın gerçek bir bayram olması için var gücümüzle çalışalım; çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak olsun amacımız, gülüp eğlenmek, lafla peynir gemisi yürütmek değil!

“Dağ başını duman almış,

Yürüyelim arkadaşlar!”

Dur diyelim kötülüklere

Kavuşalım güzelliklere.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

E- Dünyanın çekiciliği/Kültür - Sanat/milliyet blog



Dergi denince nedense aklıma samanlı sarı sayfaların kendine has kokusu ile hülyalara daldığım yıllarım gelir. Kapakta el emeği bir resim, içinde çeşitli yazıların ve şiirlerin bulunduğu, bir solukta göz gezdirilen ama yeni sayısı çıkana dek geçen sürede yeniden başlanarak sindire sindire okunan, reklâmın yok denecek kadar az yer kapladığı, gelirlerinin kısıtlı olduğunu anımsatan görünüşe sahip, siyah ve beyazın egemenliği altındaki eski
 dergiler.

Şimdinin pırıl pırıl kuşe kapaklı, cafcaflı dergilerini gören yeni kuşak ne bilsin. Gerçekten de böyleydi. Kıt kanaat geçinen, hatta geçinemeyen ama sanat aşkı ile yanan sevdalıların uğraşıydı dergicilik.

Aslında bu dergileri alanların da dergiyi hazırlayanlardan pek farkı yoktu.
Çoğu kez üç beş arkadaş minicik harçlıkları bir araya getirerek bir dergi alır ve sıra ile okurduk. Öyle bir paylaşımdı ki bu yeni sayı çıkana kadar dergi adamakıllı eskir en son okunanın evinde kalırdı. Bu sebepledir ki kütüphanemde dergiler yok denecek kadar az, olanlar ise neredeyse lime limedir.

Dergiler yıllar içinde elbette değişti. Kağıt kalitesi de baskı kalitesi de yükseldi ama reklâm sayfalarının çoğalması ile doğru orantılı olarak. Ancak bir gerçek de şudur ki eskiden çıkan dergiler ile şimdi çıkan dergilerin sayıları da değişti ters orantılı olarak. Edebiyat dergilerinin pek çoğu kapısına kilit vurdu yıllar içinde. Ayakta kalmayı başarabilmiş olanların da kendilerine göre sorunları mutlaka vardır ve olacaktır.

Ülkem insanı bilgisayarla tanışmasından kısa bir süre sonra internetle de tanışınca, hele hele web sitesi yapmayı, kendi tasarımını internette görselleştirmeyi keşfedince pek çoğumuz şair , yazar oluverdik. Esasen hepimizin mayasında olan bir şey bu.

Gün geçmiyordu ki yeni bir yazarın tanıtıcı mektubu posta kutularımıza düşmesin. Link adresleri bir anda tüm kullanıcılara ulaşıveriyor, sayfalara eklenen ziyaretçi defterlerine çokça beğenilerin üst düzeyde olduğu notlar yazılıyordu.
Bir eser yazabilme, yaratabilme becerisini kendinde bulamayanlar, edebiyat alanına ilgi duyanlar hazır yazılmış şiirler, öyküler, yazılar varken adeta ganimet bulmuş gibiydiler.
Hele hele eserlerin altındaki ismi silip kendi ismini oraya geçirmeyi marifet sanıp ona buna benim şiirim, yazım diye göndermeyi ahlâka aykırı bulmayanlar, sanata, emeğe saygıdan bihaber olanlar bu kervana eklenince bu alanda da kirlilik hızla yayılıverdi.

Elbette sanata aşık olan, saygı duyan kesim de boş durmuyordu. Onlar belki önce çekinerek yaklaştıkları interneti, basılı dergi maliyeti ile karşılaştırdıklarında çok ucuz, hatta bedava bulunca E Dergicilik de başlayıverdi.
Aslında kötü olmadı.
Her önüne gelenin yazıp çizdiği, pek çoğunun sayfasına koyduğu uyduruk bir sayaçla çok okunur olduğunu iddia ederek kendini kontrolün olmadığı (şimdilerde çıkan kanunla bir nebze de olsa kontrol edilebilir halde) bu boşlukta, konudan anlayanların da “biz de varız” demesi gerekiyordu.
Boşluk diyorum zira dergi denince nasıl eski dergileri anımsıyorsam, internet denince tıpkı uzay gibi kocaman bir boşluk algılıyorum.
Dergiyi ele alıp okumak ile bilgisayardan okumak birebir aynı olmasa da “okuma ihtiyacının karşılanmasındaki eksiği giderebilir” diye düşünüyorum. Ancak saklanmak istenildiğinde işler değişiyor. Basılı dergi el altında, hazır. Parayı ödediniz mi sizin oluveriyor. Baskısı için uğraşmıyorsunuz. E Dergiyi ise olanak verilmişse pdf formatında makinenize indirebilir ve isterseniz kendiniz basabilirsiniz. Dergi okurunun tercihine kalıyor basıp saklamak.

E Dergilerin hızla artması ilgiyi çekmekle birlikte beraberinde rekabeti de getirmekte. Ancak bu rekabetin dergide kaliteyi arttırmak yerine dergi sahipleri ve yazarlar arasında olması, çocukların kendi aralarında yaşadıkları kavgalarda çokça kullandıkları “benim babam , senin babanı döver” söylemini hatırlatmakta..

Olaya okur gözüyle bakarsak, okur kendisine sunulan dergiyi dopdolu görmek, tatmin olmak, okuduğundan keyif almak, bilgilenmek, kendini bulabilmek, yeni sayıyı özleme ve merak duygusuna kapılabilmek ister.
Gerek görsellikte, gerek içerikte zayıf olan bir dergi okuru ne kadar tatmin edebilir?

Koltuğuna oturduğunda okumak istediği dergisini eline alıp sayfalarını tek tek çeviremiyorsa, bu noksanlığın üzerine bir de içerik eksikliği varsa, tıklamaları sonuçsuz kalabiliyorsa, üstüne üstlük alışmaya çalıştığı bu dergi sürekli farklı sunuluyorsa ve diğer dergilerle olan rekabetini okura yansıtıyorsa ne kadar memnun olunabilir?
E dergilerin bir kesime değil her kesime hitap edeceği düşünüldüğünde belli görüşü savunan, kendi bakış açısından farklılıklara sımsıkı kapalı olan, fikrini empoze ederken sanatsal bakış açısını kaybedebilen bir dergi ne kadar okur bulabilir?

Dergilerin yayımlanacak eser seçimleri de bu bağlamda düşündürücü olmakta. Salt kendi fikrine uygun kelimelerle bezeli diye sanatsal açıdan hiç de doyurucu olmayan eserlerin neşri, eser seçimindeki isabetsizlikler ve adaletsizlikler, körlerle sağırlar birbirini ağırlar sözüne uygun davranışlar sergileme de bu dergilerin ciddiyetine gölge düşürecek bir unsur olarak karşımıza çıkmakta.

İşin bu faslında da editörler ve seçici kurullar konusunu irdelemek gerekir.
Dergi editörü ne kadar donanımlıdır?nasıl seçilir? Editör dergiye gönderilen tüm eserleri okur mu? Okursa neye göre tasnif eder gibi sorular hep olacaktır.

Bence bir editör gelen her yazıyı okumak zorundadır. Çok güvendiği kişilerden gelse bile.
Bu okuma ardından varsa hatalar düzeltilmeli ve yayın kuruluna gönderilecekler listesine almalıdır yazıyı.
Yayın kurulu denince; dil, yazım teknikleri ve ilgili konuda bilgi sahibi, alanında uzman kişiler geliyor akla ama eserlerin yayımlanmasına karar verecek olan seçici kurulların yeterlilikleri nedir? İyi-kötü, güzel –çirkin, edebi değeri vardır-yoktur ayrımı nasıl yapılmaktadır, seçme ve yayınlama onayını elinde bulunduran kişi/ler nasıl seçilir gibi sorular geliyor akla. Bu sorular uzayıp gidebilir.
Halka sunulan her ne olursa olsun gereken özenin gösterilmesi şarttır.

***

Konu ile ilgili yapabildiğim ufak bir araştırmada aldığım sonuçlar beni oldukça şaşırttı.
Bulunduğum şehirde bir üniversite olması bu küçük araştırmaya itti beni.
Gençlerin bir kısmı E- Dergileri hiç okumadıklarını söylerken, bir kısmı okuduklarını ama tümünü inceleyemediklerini söylediler.
Şiir yazanlardan bazıları bu tip dergilere şiir yolladıklarını, yolladıkları şiirler yayınlanmış mı diye arada bir baktıklarını, yayınlanmamışsa bir daha bakmayı canlarının istemediğini, şiirleri yayına alınmış ise çok mutlu olduklarını ve bunu internetteki diğer arkadaşlarına duyurduklarını, sayfa link adreslerini tüm adres listesinde bulunanlara yolladıklarını ifade ettiler. Bir kesiminse E-dergilerden haberi bile yoktu.

Ancak bu gençlerin hemen hemen hepsi basılı dergi de almıyorlardı. Gerekçeleri de paralarının yetmediği şeklindeydi. İnternetteki dergilerin parasız ve kolay ulaşılabilir olması hatırlatıldığında ya vakit darlıklarını öne sürdüler, ya da “işim olmaz” türünden kaçamak cevaplar verdiler.
İşin acı yanı bu üniversitedeki gençlerin pek çoğunun kitap okuma alışkanlıklarının sıfıra yakın noktada olduğunu, okuyanlara da “bunlarla vakit geçireceğine dersine çalış “ diye akıl verdiklerine şahit oldum.
Bilgisayar gençliği denilen bu tür bir garabet olsa gerek.

Genç kesime fazla hitap edemeyen E-dergilerin hedef kitlesi kimlerdir diye sormak gerektiği gibi, gençlerin edebiyata ve , E-ergilere neden sıcak bakmadıklarını da irdelemek gerekir kanısındayım.
Oysa öyle ya da böyle hemen hemen çoğumuzun şairlik tarafı ortaya çıkar belli yaş dönemlerinde. Ülkem halkının yarıdan çoğunun sanatçı ruhu taşıdığını düşünmekteyim.

Hemen hepimizin içimizdeki duyguları yazma, söyleme ihtiyacı duyduğumuz zaman dilimlerimiz olmuştur mutlak. Çoğunlukla gençlik dönemlerinde oluşan bu duygular zaman içerisinde kiminde geçiyor kiminde artan bir ilgi ve sevgi ile sürüyor.

Eğer E-Dergilerin hedef kitlesi gençlik ise bu kitleyi yakalamak için çok çalışmaları gerekmekte.
Yok eğer orta yaşlı kesim ise o zaman sunumların çok titizlikle yapılması lâzım.

Hızla yayılan internet önümüzdeki yıllarda hemen bütün evlere girecek diye düşünülürse; değişen okur profilinin iyi saptanması, okura verilmek istenen ile okurun almak istediği arasında denge kurulması, E-Dergide basın yayın ilkeleri ve telif haklarına uyulmasına özen gösterilmesi (elbette basılı dergilerde de ), yazın sanatına artı değer getirecek eserlerin seçilmesi, ciddi yarışmalarla okuma ve yazmaya teşvik edici organizasyonlara gidilmesi ile E-dergilerin okunma şansı daha çok artacaktır .
.
E-Dergilerin okur kitlesinin istenilen seviyede olmadığını ama bu dergilerin kişileri yazmaya teşvik ettiğini rahatça söyleyebiliriz.
Çok çeşitliliğin sunduğu avantaj ve dezavantajları bir arada bularak irdeleyenlerin, bu incelemeleri sonucu tercihlerini belli sitelere yönelteceği kesindir.
Üstelik kişilerin yazma ihtiyacının artacağını, gerilemek ve kötüye gitmek yerine daha iyiye, güzele ulaşmaya çalışacaklarını , bu çabaların da E-Dergileri hem kaliteye teşvik edeceğini, hem de dilimize daha fazla sahip çıkmak için çıtanın giderek yükseleceğini düşünüyorum.
Çıtanın yükselmesi yeni sanatçıların keşfinde faydalı bir yöntem de olabilir.

Ayrıca internette başkalarıyla paylaşılan her şey, günümüzün hastalığı meşhur olma, kendini teşhir etme, adı sanı bilinmeden yaşamaktansa bir şekilde kendini duyurabilme, gruplaşmış ve kendilerini herkesin üzerinde gören belli zümrelere karşı ben de varım deme fırsatını bulma, çoğu kez (bulunmanın kolay olmadığı zannıyla) normal yaşamda açıkça söyleyemediklerini özgürce ifadelendirebilme, hiçbir şansı olmadığını düşünürken bir şans yakalamış hissine kapılma, tanımadığı ve tüm yaşamı boyunca tanımayacağı insanları tanıma, tanışma, konuşma, araştırma, inceleme, bilgilenme, merak etme gibi çeşitli insani duyguların dışavurumu…

Üstelik size ait olan ve internet ortamında yayınlanan hemen her yazı, resim vb. yayınlanan saha herhangi bir şekilde sistem tarafından yok edilmediği sürece boşluk tabir ettiğim bu alanda uçuşup duracak ve dünyanın diğer ucunda yaşayan kişiye bir tıklama ile ulaşabilecek.

Eeeee belki de E-dünyanın çekiciliği burada saklı!

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Güler Sabancı' yı önderliğe çağırıyorum/Kültür - Sanat/milliyet blog



Kerem Oğuz pürüzsüz bir zihnin masum şahsiyetidir. Beni dürtükleyince klavyenin başına geçirmeyi başardı.

Bu yazı yazmak ne kadar zor zanaatmış. Yazdıkça cahilliğinle yüzleşiyorsun. Yazarlara acır oldum bu günlerde. Kimselerin bilmediği bir şeyleri biliyormuş gibi yaparak para kazanmakta zor olsa gerek.

Bu günlerde yıllarca ihmal ettiğim bir alan olan sanat tarihi konusunda ve bölük pörçük bildiğim şeyleri bir araya toparlamak için Sibirya ormanlarından çıkarak bozkırları fetheden Türk tarihini okuyorum.

Siyaset bilimcilerin Avrupa ve çevresini tanımlamak ve bu coğrafyanın azamet satan merkezini belirtmek için birazda içten içe küçümseme kokan Eski Dünya diye kullanılan bir deyim vardır.

Okuduğum sanat tarihi kitabı tamda bu duruma uyan bir Avrupalı sanat tarihçisi tarafından yazılmıştı. Bu konuda benim gibi bir cahili aydınlatan eser yararlı olurken, tarihsel süreçte sanat anlayışının gelişiminde belirleyici olacağına inandığım, ekonomik, siyasal, sosyal boyutlara yeterince yer vermeyerek kendini de sınırlayarak can sıkıcılaştı.

Avrupalıların uygarlık tarihinin her alanında olduğu gibi sanatta da kendilerini ve Hıristiyanlığı merkeze yerleştirmeleri okuduğum eserde de kendini belirginleştirmiş.

Doğuluların, oluşmasında belirleyici ve ortak bir sürü değeri görmezden gelerek kendisinin ürünü olan Avrupa’yı ötekileştirdiği büyük yanlışı, kültürünü ve dinini doğudan almamış, borçlu değilmiş gibi yok sayıp, küçümseyerek, Avrupa bu tavrıyla üretip, kışkırtıyor.

Bize de, bu konuları eskinin değil, yeni dünyanın merkezi ABD’li akademisyenlerin tüm uygarlığı kucaklayacak vicdanlı bir eserinden elden geçirmek gerekecek.

Çok önemsediğim ve değer verdiğim bizim burjuvazimiz 1 milyar dolar’lık kaynakları batılı burjuvaziye öykünerek kendi adlarında kurdukları üniversitelerde heba edeceklerine, mevcut üniversitelerde kendi isimlerini taşıyan bölümler açarak sosyal ve teknolojik araştırmaları ve yayınları kendi isimleriyle üretse dünya çapında çok büyük bir şöhrete sahip olurken, ülkemize de yararlı olurlar inancındayım.

Dünya çapında eski dilleri bilen uzmanları, dil bilimcileri, arkeologları, hukuk, siyaset, sanat, ekonomi, din v.b gibi uzmanları ve Rus, Çin, Hint, İran, Arap, Yahudi ve Avrupalı tarihçiler yanında bizim ve Türk dünyasının tarihçilerinin bir araya getirildiği akademik kadronun, Sabancı Türkoloji, Tarih Bölümünde öğrenci yetiştirip, bu devasa kadroyla yapılacak araştırmalarla üretilen eserler Sabancı ismiyle yayınlanırken, Sabancı İnsanlık, Türk Tarih Ansiklopedisi hazırlansa, bilimde belirlenen değil belirleyen ve dünya da şöhretli bir yer edinilmez mi?

Koç, Eczacıbaşı, Doğan, Türk iş ve sivil örğütler örneklerini gördüğümüz bağış müessesesinide işleterek, bu örnekte Hukuk, Çalışma Ekonomisi, Teknoloji, Müzik v.b gibi alanlarda şekil ve sözde değil, özde bilgiyi ve insan kaynağını üretirse, devlet de üretilen değeri satın alarak desteklerse, bu korku krallığının Toplumsal İktidarını yıkar, kendine güvenen liderler ve özgür demokrat bir toplum oluştururuz.

Yoksul Atatürk cumhuriyeti bu imkanlara sahip değilken daha ihtişamlı projeleri gerçekleştirdi.
Güler Sabancı çocukluğumdan beri takip ettiğim bence çok çekici olmakla birlikte, sınıfının sınırlarını aşmış, incelmiş rafine zevklerinin yanı sıra, iş kadını olmak dışında, kültür insanı olmanın da ipuçlarını gördüğümüz bir şahsiyet.

Güler Sabancı dan sınıfının ilerici rolüne önderlik edecek sorumluluğu göstermesini bekliyorum.

Çünkü onlardan sonra gelen kuşaklar ümit vermekten çok uzaklar.

Gelecek yazımda milliyetçilik, karanlıklar holdingi imajı, Nihat Genç, Yalçın Küçük ve dış mihraklar paranoya balonuna değmek istiyorum.Nasip.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Her gül için bir gün/Kültür - Sanat/milliyet blog




Gizlilik Tercihi Merkezi
Herhangi bir web sitesini ziyaret ettiğinizde site, tarayıcınızdan genellikle tanımlama bilgileri biçiminde olmak üzere bilgiler alabilir veya depolayabilir. Bu bilgiler; siz, tercihleriniz ya da cihazınız hakkında olabilir veya siteyi beklediğiniz şekilde çalıştırmak üzere
 kullanılabilir. Bilgiler çoğunlukla sizi doğrudan tanımlamaz ancak size daha kişiselleştirilmiş bir web deneyimi sunabilir. Bazı tanımlama bilgisi türlerine izin vermemeyi seçebilirsiniz. Daha fazla bilgi edinmek ve varsayılan ayarlarımızı değiştirmek için farklı kategori başlıklarına tıklayın. Bununla birlikte, bazı tanımlama bilgisi türlerini engellediğinizde site deneyiminiz ve sunabildiğimiz hizmetler bu durumdan etkilenebilir.

Onay Tercihlerini Yönet
Zorunlu Tanımlama Bilgileri
Her Zaman Etkin

Bu tanımlama bilgileri, web sitesinin çalışması için gereklidir ve sistemlerimizde kapatılamaz. Bunlar genellikle yalnızca sizin işlemlerinizi gerçekleştirmek için ayarlanmıştır. Bu işlemler, gizlilik tercihlerinizi belirlemek, oturum açmak veya form doldurmak gibi hizmet taleplerinizi içerir. Tarayıcınızı, bu tanımlama bilgilerini engelleyecek veya bunlar hakkında sizi uyaracak şekilde ayarlayabilirsiniz ancak bu durumda sitenin bazı bölümleri çalışmayabilir.

Performans Tanımlama Bilgileri
Performans Tanımlama Bilgileri

Bu tanımlama bilgileri, sitemizin performansını ölçebilmemiz ve iyileştirebilmemiz için sitenin ziyaret edilme sayısını ve trafik kaynaklarını sayabilmemizi sağlar. Hangi sayfaların en fazla ve en az ziyaret edildiğini ve ziyaretçilerin sitede nasıl gezindiklerini öğrenmemize yardımcı olurlar. Bu tanımlama bilgilerinin topladığı tüm bilgiler derlenir ve bu nedenle anonimdir. Bu tanımlama bilgilerine izin vermezseniz sitemizi ne zaman ziyaret ettiğinizi bilemeyiz.

İşlevsel Tanımlama Bilgileri
İşlevsel Tanımlama Bilgileri

Bu tanımlama bilgileri, videolar ile canlı sohbet gibi gelişmiş işlevler ve kişiselleştirme olanağı sunabilmemizi sağlar. Bunlar, bizim tarafımızdan veya sayfalarımızda hizmetlerinden faydalandığımız üçüncü taraf sağlayıcılarca ayarlanabilir. Bu tanımlama bilgilerine izin vermezseniz bu işlevlerden tümü veya bazıları doğru şekilde çalışmayabilir.

Hedefleme Amaçlı Tanımlama Bilgileri
Hedefleme Amaçlı Tanımlama Bilgileri

Bu tanımlama bilgileri, sitemizde reklam ortaklarımız tarafından ayarlanır. Bunlar, ilgili şirketler tarafından ilgi alanları profilinizi oluşturmak ve diğer sitelerde alakalı reklamlar göstermek için kullanılabilir. Benzersiz olarak tarayıcınızı ve cihazınızı belirleyerek çalışırlar. Bu tanımlama bilgilerine izin vermezseniz farklı sitelerde size özel reklam deneyimi sunamayız.

Sosyal Medya Tanımlama Bilgileri
Sosyal Medya Tanımlama Bilgileri

Bu tanımlama bilgileri, içeriğimizi arkadaşlarınız ve ağınızla paylaşabilmenizi sağlamak için sitemize eklenen çeşitli sosyal medya hizmetleri tarafından ayarlanır. Diğer siteleri kullanırken de tarayıcınızı izleyip ilgi alanı profilinizi oluşturabilirler. Bu durum, ziyaret ettiğiniz diğer sitelerde gördüğünüz içerikleri ve mesajları etkileyebilir. Bu tanımlama bilgilerine izin vermezseniz bu paylaşım araçlarını kullanamayabilir veya göremeyebilirsiniz.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Aynalar puslanmadan/Kültür - Sanat/milliyet blog



Efendim Atasözleri bir milletin aynasıdır. Onlarda kendimizi görürüz. Bir hayatın tamamını iki güzel sözde toplayabiliriz. Her bölgenin kendi hayat şartlarının getirdiği o asuyane sözler damla damla dökülmüştür yüreğimize. Ülemizde buna benzer birçok atasözleri vardır. Bunlardan bazılarını irdelemeye çalışacağız.

"Esnafsan azdan başla, hayvancıysan dağda kışla" . Her şeyin yerinde ve zamanında olması gerektiğini belirtir. Yapacağımız bir işi yavaş yavaş büyütmeyi işi öğrenerek damlaları artırarak yapmamızı belirtmektedir. Evin altında hayvan bakmakla hayvancı olunmayacağını hayvancılık yamak isteyenin dağlarla dost kalacağını belirtir.

"Oğul oğul olursa katar yer, oğul oğul olmazsa satar yer" yetiştirilen çocuklarımızın durumun anlatan bir atasözüdür.. Bir ağız iki kulak, bir söyle iki dinle. Birlik olmazsa dirlik olmaz. El atına binen çabuk iner. Kocana göre bağla başını, horandana göre pişir aşını. Kızını çok seven kocasından , oğlunu çok seven hocasından eder..

Daha böyle birçoğunu bildiğimiz atasözleri hayatın içinde pişmiş tuğla gibi hayat apartmanımızı birer birer örmektedir. Bunları dikkatle incelediğimizde bir sarsıntı anında yıkılmadan ayakta kalabilecek daireler, köprüler gibi ayakta duracağımızı hissedebilmektir. Dağ bölgemiz de sıkıntılar içerisinde yaşayanlar olarak bir kayanın içerisinden gül yetiştirmeyi, insanlarımıza birlik olmayı, toplu ve organize bir toplum olmayı anlatalım. Hikâyeler ve atasözleri toplumları ayakta tutmak birlikteliği sağlamak içindir.

Hayat şartlarının ağırlaştığı günümüzde birlikteliğe daha çok ihtiyacımız var.

Bugün ekonomik sıkıntı ile insanlar kültürlerini, geçmişlerini unutmaya yüz tutmuşlardır. İnsan önce karnını doyuracak ki ondan sonra kültürel ve sanatsal faaliyetlere katılım olacak maalesef ne zaman Türkiye ekonomik anlamda biraz düzlüğe çıksa bir darbe veya terör faaliyetleri ile ekonomik sıkıntılar başlıyor. O zaman bu durum insanımızın her alanda büyümesini engelliyor. İşte böyle zamanlarda içte ve dışta bizim birlik ve beraberliğimizi bozmak isteyenlere karşı daha çok milli ve kültürel değerlere sahip çıkmalı, atasözlerimizi, türkülerimizi, fıkralarımızı, el sanatlarımızı, bibi biz yapan değerlerimizi korumalı ve onlara sahip çıkmalıyız.

Bir atasözü ile “Koca çınarın gürlemesi dalı budağı ile” derler bizlerde dal ve budaklarımıza sahip çıktığımız takdirde birlik içinde gürleyip harlayacağız. İşte o zaman dağ yöremiz ve bu güzel ülkemiz varacağı hedefleri önceden aşacaktır. Aynalar puslanmadan kendi aynamızı kendi kültürümüzü korumalı ve sahip çıkmalıyız. Ayna puslandıktan sonra nemlenir, bozulmaya başlar ondan sonra aynadan yararlanamayız. Yitip giden değerlerimiz bizden kopan organlarımızdır. Organlarımız olmadan yarım baş ile ne yapılabil inir ki

Kendimizi kandırmadan daha düzenli bir hayat için bir sistem sahibi ekip çalışması içinde olan küçük hedefleri değil büyük hedefleri hayal eden bir düşsel yapı içinde olmalıyız. Bu sistemde bütünlük çok önemlidir. Bir alanda alınan bir karara bütün ekip uyduğu müddetçe başarı gelecektir. Eğer bir organ görevini yapmazsa yenisi ile değiştirilecek ve sistem bütünlüğü bozulmadan çalışmalara devam edilecektir.

Atasözlerimiz bize toparlayıcı örf adetler gibi ekip ruhuna yön vermeli, toplum hayatında örf ve adetlerin yerini aldığı gibi güzel hasletleri ön plana çıkarmalıdır. Dağ yöresinin insanı olarak küreselleşen dünyada sen ben kavgası yerine ayakta durabilmeyi, adam gibi yaşayıp adam gibi kalabilmeyi sağlamalıyız.

Verilen sözler ve vaatler sonuna kadar durabilecek beyinler arasında alınır. Beyni kendisinin olmayanların vermiş olduğu her hareket, çivisi çıkmış keser gibidir. Kime savrulacağı belli olmaz. O halde fırtınalara karşı hep birlikte ayakta duralım. Dostlar arsındaki kötü izleri kuma yazalım ki rüzgâr veya yağmur yağdığında silsin. İyi hasletlerimizi de kayalara yazalım ki iyilikler hiç kaybolmasın sürekli hatırlansın.

Bu amaçla atasözlerimiz bizim için kayalara yazılmış birer iyi hal kâğıdı gibidir. Bunlarla ayakta kalıp bunlarla kendimize yön vermeli her türlü fırtınada kaybolmayan, bizleri yıkmayan, daha çok kaynaştıran bu izlere bakıp birbirimize daha çok destek olmalıyız.? Atasözlerimize, organlarımıza, bölgemize ve ülkemize sahip çıkmalıyız.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Leyla ile Mecnun oyunu/Kültür - Sanat/milliyet blog



Sen yalnız geceleri yanarsın ey mum, bense yanarım gündüz ve gece;

Sen yaş dökerek anlatırsın macerayı, bende hersey bir bilmece....

Fuzuli'nin ünlü eseri Leyla vü Mecnun'dan yola çıkarak İskender Pala'nın yazdığı, Yalçın Tura'nın müziklerini yaptığı ve Ali Taygun'un yönettiği müzikli oyun bu sezon İstanbul Şehir tiyatroları tarafından sahneleniyor.
 Minyatürlerden, Brecht'ten ve P.Sills'ten etkilenerek bir nevi masal tiyatrosu oluşturulmuş.

Biri soprano, biri oyuncu, diğeri de dansçı 3 Leyla çıkıyor karşımıza ve 3 de Mecnun. Biri şarkı söylerken, diğeri konuşuyor, bir diğeri de dans ediyor.Leyla ile Mecnun hikayesinde birbirini çok seven ve örneğine günümüzde pek rastlanmayan iki genç çıkıyor karşımıza. Leyla'nın ailesi, onu Kays'a vermeyince Kays öyle bir duruma düşüyor ki halk ona Mecnun adını veriyor. İşte bu gençlerin ölümsüz aşkı sahnede bize gösterilmeye çalışılıyor.

Normal bir tiyatro izleyicisinin uzun ve sıkıcı bulması normal olmakla birlikte opera ve müzikal sevenlerin beğeneceğini düşündüğüm bir oyun. Sahneler genelde karanlık ve kasvetli ama bu da zaten konunun özünde var.

Kalabalık bir kadronun rol aldığı oyun için büyük emek harcandığı kesin.Ayrıca müzikler canlı çalınıp söyleniyor, playback yok. Bu arada Basbakanimiz, 14 Şubatta eşiyle birlikte bu oyunu izlemiş. Kavuşamayan sevgililerin hikayesi, günün anlamına pek uymasa da sevgili, sevgilidir, değil mi??

Kısaca ;öznesi insan, fiili aşk olan bu dünyada yaşamak ne güzel şey.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Kehribar ve odası 2/Kültür - Sanat/milliyet blog




Efsaneye göre, ''Güneş Tanrısı Helios’un oğlu Phaeton, bir gün babasını ziyarete gider. Babasından azgın atların çektiği arabasını ister. Helios bu hediyeyi vermek istemez. Çünkü bir ölümlünün bu arabayı sürmesi çok tehlikelidir. Denizden tepelere çıkan yol, çok dik ve yalçındır. İniş yolu daha da zordur, hele o
 azgın atlarla…Merak ettiği burçlar boğa, aslan, akrep, yengeç gibi O’nu öldürmeye çalışacak korkunç yaratıklarla doludur.

Başka ne dilerse yapabileceğini, ama arabadan vazgeçmesini ister. Phaeton ısrar eder. Babası arabayı getirtir. Oğluna dizginleri sımsıkı tutmasını tembih edip, tekerlek izlerinden ayrılmamasını öğütler.

Phaeton atların hızla ileri atılmasıyla yola çıkar. Sürücünün acemi olduğunu anlayan atlar şimşek gibi yol almaktadır. Hızla yokuşu tırmanan arabada Phaeton dehşet içinde kalır ve heyecandan dizginleri elinden kaçırır. Bunun üzerine başıboş atlar çılgıncasına yeryüzüne inmeye başlar. Arabanın güneşten getirdiği sıcaklık yüzünden tepeler tutuşur, vadiler ateşin ısısıyla buharlaşır. Bunu gören Zeus, eline yıldırımı alıp Phaeton’a fırlatır. Yıldırımın çarptığı delikanlı, arabadan düşüp ırmağın sularına gömülür, ölmüştür. Kızkardeşleri Heliadlar üzüntü ve korkuyla ağlamaya başlarlar. Ağlaya ağlaya ağaçlara dönüşürler. Gözyaşları o ağaçlardan sızan reçinelerdir, kehribara dönüşene kadar ağlamaya devam ederler. Yıllar sonra deniz hala o kehribar gözyaşlarını kıyıya getirmektedir.''

Bu, kehribarın oluşumuna dair anlatılan efsanedir. Yantarni Müze'de(Kehribar Müzesi) gerçekten, akan gözyaşına son derece benzeyen örnekler de gördük. Başparmak iriliğindeki kehribar örnekleri efsaneyi doğrularcasına gözyaşı damlaları şeklinde idi.

Kehribarın, gerçekte ağaç reçinesinin 40-50 milyon yıllık fosili olduğunu önceki yazıda anlatmıştım. Bu etkileyici cevherin en ilginç hikayesi, Yantarni Komnata’nın (Kehribar Odası) tarihçesidir. Günümüzde St. Petersburg - Çarskoe Selo’daki yazlık Katerina Sarayı’nın en dikkat çekici bölümü olan Kehribar Odası, 2003 yılında ziyarete açıldı. Bu yeniden yapılmış haliydi. Orijinali, en son 1945 yılında Königsberg’de (bugünkü Kaliningrad) görüldü. Ondan sonra sırra kadem bastı. Hala da nerede olduğu bilinmiyor.

Fikir, ilk defa Prusya Kralı 1. Frederick’ten çıkmıştı. Satranç takımından piposuna kadar pek çok eşyasını bu materyalden yaptırırdı. O kadar meraklısıydı ki, neden çalışma odasının duvarlarında da işlemeli kehribarları görmesindi? 1701 yılında mimarını panellerin yapımı ile görevlendirdi. Müfrezeleri dört yıl boyunca Baltık kıyılarında mücevher değeri taşıyan kehribar aradı, topladı. Kaba kütleler, dilimleniyor, parlatılıyor, işlemeye hazır hale getiriliyordu. Sanatçılar tarafından rölyeflerle bezenen parçalar, parlaklığı artsın diye arkasından gümüşle kaplanıp mozaik panellere yerleştiriliyordu. 1712 yılında kısmen tamamlandığında, o sırada Prusya’yı ziyaret eden Çar Büyük Petro odayı gördü ve işçiliğine hayran kaldı.

Bir yıl sonra 1. Frederick ölmüştü. Yerine geçen oğlu, 1. Frederick William, babasının kaprisi uğruna daha fazla para harcamak istemedi, panellerin sökülüp paketlenmesi emrini verdi.

1716 yılında İsveç’e karşı yapılan Rusya-Prusya antlaşmasının hatırası olarak da bu panelleri törenle Çar’a hediye etti. Paneller, bir yıl sonra, o sıralarda Büyük Petro tarafından yeni başkent olarak yaptırılmakta olan St. Petersburg’a götürüldü. Karşılığında Çar, Prusya Kralına 248 asker, bir torna tezgahı ve kendi yapıtı olan bir şarap kadehi hediye etmişti. Buna rağmen panellerle ilgilenmedi ve bir depoya koydurttu. Muhteşem panellerin tekrar gün ışığına çıkması için aradan 30 yıl geçmesi gerekti. Çariçe Elizabeth, panellerin Saray Mimarı Rastrelli’den Kışlık Sarayın çalışma odasında sergilenmesini isteyene kadar.

Çariçe 1755 yılında panelleri 2.Dünya Savaşına kadar kalacakları Çarskoe Selo’daki yazlık saraya taşıttı. İşte efsanevi oda, Katerina Sarayı olarak bilinen bu sarayda tamamlandı. Çalışmaları 20 yıl sürdü. Orijinali 36 m2 idi, 48 m2 daha ilave edildi. Yüksek oda duvarları 7.5 mt’ye kadar kehribarla kaplandı. Tamamı kırmızı, kahverengi, sarı, turuncunun tonlarında; küçük heykeller, çiçek desenleri, hanedan armaları, küçük taşlar ve kabuklarla işlenmiş, son derece gözalıcı bir ortam yaratılmıştı. Döşemede duvarlar kadar muhteşem girift işlemeli ahşap işi kullanılmıştı. Tavanda Rus saraylarında sıkça gördüğümüz resimlerden biri yer alıyordu.

1770 yılında tamamlandığı açıklanana kadar Königsberg’li (bugünkü Kaliningrad) beş usta çalışmıştı. Oda, diğer kehribar sanat eserleri ve imparatorluk hazinelerinin de sergilendiği bir yer olmuştu. Çariçe, yabancı konuklarını etkilemek için bu çok sevdiği odayı düzenli kullanır oldu. Sonraki imparatorlar da bunu devam ettirdi. Dekorasyona en son eklenen obje, 1913 yılında son Çar, 2. Nikola tarafından satın alınan kehribar taç idi.

İnanılmaz bir şekilde 170 yıl dayanan paneller, Bolşevik Devrimi’nde de bozulmadı. Arada restore edildiği yıllar oldu. 1940 larda geniş kapsamlı bir restorasyon planlandığı için panellerin fotoğrafları çekilmişti. Ama ne var ki, 1941’de Alman birlikleri Sovyetler Birliği’ni istila etti. Eylülde, Katerina Sarayı da dahil olmak üzere Leningrad (bugün St.Petersburg) civarındaki sarayları ele geçirdiler.

Rusların üç yıl boyunca karşı koyduğu Alman kuşatması sırasında şehirdeki sanat eserlerini koruma fedakarlıkları her türlü takdire şayan bir olaydır. Kum torbalarına sararak yer altına, toprak altına sakladıkları paha biçilmez sanat hazineleri, bugün Dünya’nın en büyük müzelerini onlara kazandırmış durumdadır.

Katerina Sarayı’ndan taşınabilir objeler Almanlardan kaçırılabilmiş. Ne yazık ki Kehribar Odasının panelleri yerlerinden sökülememiş. Aceleyle üzeri bir kat duvar kağıdıyla kapatılan kaplamalar, Almanların gözünden kaçmıyor. Hitler, Kehribar Odası’nın esas yeri olduğunu düşündüğü Königsberg’e iade edilmesi emrini veriyor. (O yıllarda Königsberg henüz bir Alman şehriydi.) Altı kişi 36 saat uğraşarak panelleri yerinden söküyor. Titizlikle sandıklara yerleştirilen yirmi ton kehribar kamyon ve trenlerle batıya yollanıyor. Alman gazete haberlerinde çıkan ‘’Kehribar Odası evine döndü’’ haberleriyle Königsberg Kalesi’nde monte edilmiş ve Nazi müzeleri arasında en popüleri olmuş.

1944 de Königsberg müttefikler tarafından bombalanmaya başlıyor. Panellerin küçük bir kısmı hasar görüyor. Ondan sonra olanlar belirsiz. Sovyet ordusu Königsberg’e yaklaşırken kehribar panelleri sandıklanıyor ve Saksonya’ya gönderilmek üzere yol çıkarılıyor. Sandıklar son defa nisan 1945 de görülüyor. Yapıt böylece ortadan yok oluyor. 2. Dünya Savaşı sırasında Hitler ve Nazilerin, Dünya çapında pek çok sanat eserini, işgal ettikleri ülkelerden yağmalayarak ya özel mülklerinde saklamış ya da Güney Amerika ülkelerine kaçırmış oldukları biliniyor. O zamandan beri ortaya çıkmayan pek çok hazine gibi, Kehribar Odası’nın akibeti de bugün hala meçhuldür.

Ben bu aralar Kaliningrad’da yaşıyorum. ‘’Königsberg’’, Rusya’ya ilhakından önceki ismi... Kehribar Odası’nı St. Petersburg’daki Katerina Sarayı’nı gezerken görmüştük. Kaliningrad’daki Kehribar Müzesi’nde ise bu tarihçe ve bazı siyah beyaz fotoğraflar var sadece…Burada anlattığım hikayesini ise ben de yeni öğrenmiş bulunuyorum. Bizim gördüğümüz ‘’oda’’ 2003 yılında açılanıydı. 1940 lardan önce restorasyon niyetiyle çekilen orijinal oda fotoğrafları rehberliğinde yeniden yapılmışıydı. Saray gezimizde oda duvarlarına bakarken epey etkilenmiştik. Bu geçmişi o zaman biliyor olsaydım daha da ilgi çekici olacaktı. Şans eseri uzun süreler kalma imkanı bulduğum iki Rus Şehri bu hikayenin ana ekseninde yer alıyorlar. Son günlerde okuduğum Steve Berry’nin ‘’Kehribar Odası’’ isimli romanı da cabası oldu.

Yurtdışına sadece gezi amaçlı çıkma adeti bizde ne yazık ki pek fazla değil. Ama hasbelkader gidilen yer hakkında edinilen bu tür bilgiler, oranın tadını almakta çok faydalı olabiliyor. Kaliningrad, Türkiye’den turistik amaçlı gelinecek bir yer değil, ama St. Petersburg’a bizden pek çok tur gidiyor. Yolunuz düşerse Kehribar Odası’nı muhakkak görmenizi öneriyorum.

-‘’Amber is trying to communicate with us, but we are still unable to understand and discover all its secrets.’’(Kehribar bizimle iletişim kurmaya çalışıyor, fakat biz onun bütün sırlarını anlamak ve keşfetmekten hala uzağız.) -The Bakken Museum web site

Kaynakça…Kehribar Müzesi (Kaliningrad), Kehribar Odası (Steve Berry romanı), Skylife Dergisi, The Bakken Müzesi web sitesi.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

ODTÜ - Demirel - 1965' te yayımlanan bildiri ve imzalar/Kültür - Sanat/milliyet blog




Tarih çok şeyler öğretiyor insana. Geçmişten günümüze ve geleceğe tarih bilmek önemlidir.

İşte bir örnek. Eski Cumhurbaşkanı ve Başbakan Süleyman Demirel, 27 Mart 2007 salı günü, Bilkent Üniversitesi'nde katıldığı bir söyleşide kendisine sorulan bir soru üzerine özetle:

"ODTÜ'lü öğrenciler nerede?", diyerek gündemde olan bazı sorunlara neden tepkilerini getirmediğini sormuştu.

Bu sorunun yanıtı tarihte var.

10 Ekim 1965 günü genel seçimler yapılmış ve çoğunluğu Adalet Partisi almıştı.

Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel'e hükümet kurma yetkisi verilmiş ve Süleyman Demirel Başkanlığında bir hükümet kurulmuştu.

Duyarlı Türk vatandaşları, yeni kurulan hükümetin dış politikası konusunda ne gibi tavır belirlemesi yönünde görüşlerini belirten bir bildiri yayımladı.

Bildiri 1965 yılında yayımlandı ve o günkü sorunları yansıtıyordu.

Örneğin:

1965 yılında ABD, Vietnam'da soykırım yapıyordu.

2007 yılında ABD, Vietnam'a benzetilen Irak'ta yine soykırım yapıyor.

Turhan Feyizoğlu

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) ile Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne mensup 38 profesör, doçent ve asistan, 28 KAsım 1965 günü, ortak bir bildiri yayınlayarak, Türk dış politikasının, bağımsızlıkları için savaşan ulusların karşısında değil, yanında olması gerektiğini belirtmişler, Vietnam savaşına Türkiye’nin tepki göstermemiş olmasını eleştirmişlerdir.

Bildirinin metni şudur:

“Kıbrıs konusunun Birleşmiş Milletler önünde tartışılmakta olduğu şu günlerde, gelişmekte olan ülkelere karşı Türk dış politikasıyla ilgili aşağıdaki gerçekleri kamuoyuna açıkça bildirmek isteriz.

Batının Uydusu

Herşeyden önce Türkiye, bağımsızlığı için savaşan ulusların karşısında değil, tamamen yanında yer alan bir dış politika izlemelidir. Oysa ilk kurtuluş savaşını vererek bütün esir milletlerin saygısını kazanmış olan memleketimiz, bağımsızlığına kavuşmak için İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana birer birer savaşmağa başlayan uluslara gereken ilgiyi göstermemiş, yavaş yavaş onların saygısını yitirmiştir. Hele kurtuluş savaşlarının özellikle yoğunlaştığı son yıllarda, Türk dış politikası, bu uluslara karşı tamamiyle kayıtsız kalan, yurdumuzu batının bir uydusu gibi gösterecek kadar aşırı batı taraftarı bir dış politika olmuştur.

Kıbrıs ve ABD

Bu politika, ne yazık ki bugün de niteliğinde herhangi bir değişme olmaksızın devam etmektedir. Oysa bugün, bağımsızlığına birer birer kavuşmakta olan bu ülkeler, uluslararası alanda ihmal edilemeyecek bir önem kazanmış bulunuyorlar. Bu ulusların esaretten kurtulma yolundaki savaşlarına Türkiye’nin aslında bir ödev olarak göstermesi gereken anlayış ve destek, aynı zamanda hem kısa, hem de uzun süreli uluslararası haklı davalarımıza, bugünkü müttefiklerimizin verdiğinden daha büyük ve daha etkili bir güç de kazandıracaktır. Örneğin müttefikimiz Amerika Birleşik Devletleri’nin, Kıbrıs sorunu için kendi çıkarlarına daha uygun düşen Enosis çözüm yolunu benimsediği görülmektedir. Bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş olan ülkeler ise, Kıbrıs’ın bağımsız, tarafsız, yabancı askeri üslerden arınmış ve iki milli topluluğun haklarını koruyacak federal bir devlet olmasını kolaylıkla destekleyebilirler. Bizce Kıbrıs sorunu için bulunabilecek en iyi çözüm yolu budur ve bu yol, bağımsızlığına yeni kavuşan ülkelerin sevgi ve desteğini kazanabilir. Yeter ki Türkiye, esaretten kurtulma savaşlarında bu uluslardan anlayış ve desteğini esirgemesin.

Vietnam Savaşı

Örneğin bu uluslardan biri, bütün varlığıyla bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü için savaşmakta, fakat karşısında Amerika Birleşik Devletleri’nin en korkunç silahlarını bulmaktadır. Bu ulus, Vietnam ulusudur. 1954’te Fransız sömürgesi olmaktan kurtulan Vietnam’ın tarafsız, bağımsız ve ne Sovyetler Birliği’nin, ne Amerika’nın ve ne de Çin’in uydusu olmayan bir devlet haline getirilmesi yolundaki Cenevre Konferansı kararlarını Amerika Birleşik Devletleri kabul etmemiş, Güney Vietnam’daki Katolik azınlığı, Budist köylü çoğunluğa karşı desteklemiştir. Katolik azınlıkla Vietnam halkı arasındaki savaşa Amerikan askerleri aktif bir şekilde katılmış, böylece bu tarihten beri bu ülke barış yüzü görmemiştir. Güney Vietnam ile Kuzey Vietnam arasındaymış gibi gösterilmek istenen savaşa Amerika Birleşik devletleri artık resmen de katılmış, bu ülkedeki Amerikan askerlerinin sayısı 200.000’e yaklaşmıştır. Amerikan uçakları, savaşı ülkenin kuzey kesimine bulaştırarak burayı dört aydan beri insafsız bir şekilde bombardıman etmiştir. Onbir yıldanberi süregelen Vietnam savaşları, hesabı bilinmeyen ölçüde insan hayatına, tasavvurların ötesinde acıya ve gözyaşına sebep olmuştur. Bize göre Vietnam’da savaş derhal durdurulmalı, Vietnam halkının temsilcileriyle, ilgili devletler arasında yapılacak görüşmelerle 1954 Cenevre Antlaşmaları’nda öngörülen biçimde bir çözüm kabul edilmeli ve bundan sonra Vietnam’da hiç bir yabancı müdahalesine müsaade edilmemelidir.

Aydın Çevreler

Geçmişte kurtuluş savaşı veren Mısır, Cezayir ve Dominik gibi ülkelerdeki saldırılara karşı bütün uygar toplumlarda tepki gösterildiği ve son olarak Amerika’nın Vietnam’da üzerine aldığı rol, başta Amerikan toplumunun kendisi olmak üzere her yerde şiddetli tenkid ve protestolara yol açtığı halde, Türkiye’de ne hükümetler, ne de aydın çevreler bu konularda öğünülebilecek bir tutum göstermemişlerdir. Haberlerini çoğunlukla Amerika ve Avrupa haber ajanslarından edinerek halka duyuran yayın kaynakları, örneğin Vietnam sorununu hâlâ komünist tecavüzüne uğrayan bir ülkenin savunulması şeklinde göstermektedirler.

Gerçekleri Halka Duyurmak

Oysa bugün kurtuluş savaşı yapmakta olan uluslara Türkiye’nin göstereceği ilgi ve yakınlık bütün az gelişmiş toplumlar gözünde Türkiye’nin hakkı olan itibar ve saygıyı sağlayacak, ülkemizin kendi haklı uluslararası davalarını bu uluslara daha güçlü bir şekilde anlatmasına imkân verecektir.

Bizler, Üniversiteler kanunu gereğince, ‘gerçekleri halka yaymak’ görevi ile hareket eden üniversite mensupları olarak, az gelişmiş ülkelerle yurdumuz arasındaki ilişkileri yakından ilgilendiren bu sorunları kamuoyuna açıkça bildirmeyi ödev sayıyoruz.”

İMZALAR

Bildiride şu imzalar bulunmaktadır:

Orta DOğu TEknik Üniversitesi (ODTÜ) mensupları: Doç. Dr. Yorgi DEMİREL.

ODTÜ Asistanları: Şadi CİNDORUK, Ergin GÜNÇE, Metin HEPER, Selim İLKİN, Turgut VAR, Dr. Yaşar GÜRBÜZ, Hasan ÇELİK, Haluk ERLAK, Fikret GÖRÜN.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) mensupları: Prof. Bahri SAVCI, Prof. İbrahim YASA.

Ankara Üniversitesi SBF Doçentleri: Mümtaz SOYSAL, Tuncer BULUTAY, Ruşen KELEŞ, İsmail TÜRK, Haluk ÜLMAN.

Ankara Üniversitesi SBF Asistanları: Alparslan IŞIKLI, Güney AKALIN, Üren ARSAN, Vahdet AYDIN, Erdoğan GÜÇBİLMEZ, Çelik KURDOĞLU, Bilsay KURUÇ, Oğuz ONARAN, Özer OZANKAYA, Oral SANDER, Duygu SEZER ile Dr. Ahmet DEMİR, Dr. Sait DİLİK, Dr. Gündüz ÖKÇÜN, Dr. Mehmet SELİK, Taner TİMUR, Mete TUNCAY.

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mensupları: Asistan Ahmet GÖKDERE, Ahmet KUMRULU, Yıldırım ÜLER, Doğu PERİNÇEK.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Doğunun filozofları/Kültür - Sanat/milliyet blog



Doğunun filozofları denince aklıma ilk gelen isim Ömer Hayyam oluyor nedense. Herkes onu şair olarak bilir, şiirleriyle tanır. Oysaki Ömer şairliği kadar filozof, matematikçi, astronom, doktor ve doğa bilimcisi yönleriyle de hayatın içinde olmuştur. Hayyam, doğulu bir düşünce ve şiir adamı olmasına rağmen batıda gerçek değerini bulmuştur. Yunan filozoflarıyla bir yakınlığı olduğu için mi ya da gelenekleri
 kırıp özüne inmek istediği için mi bilgin olduğu kadar bilimden kuşku duyduğundan mı yoksa… Sanırım bunda Hayyam’ın şiirlerinin kendi yazdığı orijinallerinin olmamasının ve halkın meydanın anlayacağı dille konuşmuş olmasına rağmen bu kelimelere halkın zor anlayacağı yada yanlış anlayacağı anlamlar yüklemiş olmasının da katkısı olmuştur. Yani bunda birazda Hayyam’ ı çevirenlerinde etkisi olmuştur. Fransızlar da aynı şeyi Homeros’a yapmadılar mı Homeros’u yüzyıllarca bir akademi üyesiymiş gibi konuşturmadılar mı? Ben bu çeviriler içinde Sabahattin Eyuboğlu’nun çevirisini beğenirim. Zaten Hayyam’ın dörtlüklerini ondan tanıdım diyebilirim.

Hayyam’ı sevmemin en önemli nedeni benim gibi onunda cevap aradığı sorular olmasıdır… Kimim ben? Evrendeki yerim ne? Evrende zaman neden bu kadar uzun? Neden insan ömrü çok kısa? Neden kavrayış gücüm evreni anlamama yetmiyor? Evrenin sonsuz zamanı karşısında bir göz kırpması kadar kısa olan insan ömründe neden benlik davası, mal, mülk, para, şöhret, batıl inançlar, anlamsız savaşlar peşinde koşup duruyoruz? Evet neden cehaletin karanlıklarında bir birimizle didişip duruyoruz bunu hiçbir zaman anlayamayacağım. Bu konuda söylenecek çok şey var ancak bu seferlik Ömer Hayyam’ın bir dörtlüğüyle sözlerimizi noktalarken söylenecek sözleri ileriki bir zamana bırakalım…

Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.

Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.

Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok.

Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,