Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Eşek arıyorum Eşek/Kültür - Sanat/milliyet blog



Eşek çilekeş bir hayvandır; yüzyıllarca insanları sırında taşımış, yüklerine hamallık etmiş ama gene de yaranamamıştır hiç kimseye. Adı hakaret amacıyla ağza alınmış, çaptan düşünce boşuna yem yiyip de bütçemize yük olmasın diye sokağa atılmış ya da kasaplara satılmış, etinden sucuk yapılmıştır. Oysa davranışlarıyla insanlara ders veren, baş
 üstünde gezdirilmesi gereken evcil bir hayvandır o. Birkaç eşek fıkrası anlatalım da anlayın değerini, önemini ve de gereğini...

İncili Çavuş sağda solda, “Benim eşeğim padişahtan daha akıllı” der dururmuş. Bu padişahın kulağına gitmiş, onu makamına çağırtıp bir güzel haşlamış, öfkeyle; “Eşeğinin benden daha akıllı olduğunu kanıtlayamazsan vurdururum kelleni!” diye bağırmış.

İncili Çavuş, “Şimdi anlatacağım padişahım, demiş. Eşeğim geçenlerde taşlı yoldan geçerken az kalsın uçuruma düşüyordu. Bu ona ders oldu. Bir daha o yoldan geçiremedim kendisini. Oysa siz merhum babanızın geçtiği taşlı dikenli yollardan geçmeye devam ediyorsunuz. Onun başına gelenlerden hiç ders almıyorsunuz. Elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin bakalım. Bu durumda eşeğim sizden daha akıllı sayılmaz mı?”

Padişah söyleyecek söz bulamamış ve çavuşu salıvermiş.

Bir başka eşek ırmaktan geçmek üzereyken akrep kendisini de karşıya geçirivermesi için yalvarmış. Eşek, “Geçirmesine geçiriveririm de, ya yolda beni sokarsan?” diye konuşmuş. Akrep böyle bir şey yapmayacağına söz vermiş ve eşeği kandırmış ama karşıya geçerlerken kıyıya varmaya az bir zaman kala eşeği sokmaya hazırlanmış. Eşek onun bu kötü huyunu bildiği için yan gözle onu gözetliyormuş. Akrebe, “hayrola, ne yapıyorsun, sen yapılan iyiliğe böyle mi karşılık verirsin?” diye sormuş.

Akrep, “Ne yapayım, huyum bu. Vazgeçemiyorum bir türlü. Kusura bakma” diye boynunu bükmüş. Eşek, “Asıl sen kusura bakma” diyerek birden suyun içine dalıvermiş. Akrep de bir şey yapamadan boğulup gitmiş.

Bu tür fıkralar, ders verici öyküler insanlarımızın aklını başına getiremiyor bir türlü. Padişahlıklarını(!) sürdürüyorlar, gittikleri eğri yoldan vazgeçemiyorlar; akrepleri sırtlarında taşıyorlar; o kadar dert yandıkları, yaka silktikleri politikacıları getiriyorlar; Rabbena hep bana diyen liderlerden medet umuyorlar. Takım tutar gibi parti tutuyorlar...

Bu yüzden onlardan umudumu kestim. İncili Çavuş’un eşeği gibi bir eşek arıyorum.

Eşek arıyorum ama sırtına binenlere izin veren, omuzlarındaki yükü gık demeden taşıyan eşeklerle işim yok ha! Onlardan bol ne var ki...

Aradığım eşek, fıkralardaki eşek gibi olsun, verilen öğütlere kulak tıkamasın, yorgan döşek yatmasın. Gözlerini kapayıp vazifesini yapacağına, gözlerini açıp gerekeni yapsın.

Böyle bir eşek bulursanız bana haber verin.

Erhan Tığlı

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Sanatın melekleri/Kültür - Sanat/milliyet blog



Sanat, insanla birlikte var olmuş, belki de din kadar eski bir olgudur.

İlk insan mağarada yaşarken, günlük yaşamını duvarlara yansıtmıştır.

İlk insanların mağara duvarlarına sanatsal kaygılarla resim yaptıklarını düşünmek gerçekçi bir yaklaşım olamaz.

Onların yaptığı, kendi güçlerini aşan doğa olaylarını defetmek, güçlü av hayvanlarını alt etmenin gururunu ölümsüzleştirmek.

Yâda bundan sonraki avlarının, ürünlerinin daha verimli ve bereketli olması içindir kuşkusuz.

İnsanla var olan sanatın, doğal olarak insandan izler, parçalar taşıması gayet doğaldır.

Hem sanat üstüne bazı görüşler, sanatın bir yanının insana, öbür yanının topluma ait olduğunu söyler.

Hangi sanat toplumdan, insandan ayrı irdelenebilir. Nasıl ilk insanların mağara duvarlarındaki izlerinden geçmişin izleri sürülürse, günümüz ve daha öncesi sanatçıların yapıtlarında da yaşadıkları zamanı anlamak mümkündür.

Sanat toplum için mi, yoksa sanat, sanat için midir tartışması hep yapıla gelmiştir. Bizce her ikisi de doğrudur.

Sanatçı doğal olarak içinde yaşadığı toplumdan hem etkilenecek, hemde toplumu etkileyecektir. Toplumu etkilemek adına sanatsal kaygıları göz ardı etmesi bir sanatçıdan beklenmesi gereken en son tutum olmalıdır.

Sanatçı yaşadığı toplumdan elde ettigi veriler, kendi hayalgücü ve yeteneklerini harmanlayıp, yeni değerler sunar topluma.

Hayalgücü sırf sanatçı içinmi olması gereken bir olgudur? Doğal olarak hayır... Aynı hayalgücü sanatçının eserleri karşısında, toplumdaki bireylerden de beklenmelidir. Bazı sanatçıların yaşadıkları zamanın, toplumunca anlaşılamama nedeni bence budur. Zaman zaman içinde yaşadığı topluma ters düşer sanatçı, yapıt ve söylemleri ile.

Unutmayalım ki sanatçı hem yaşadığı zamana, hemde daha sonraki zamanlara hitap edebilen ender kişidir. Öyle olmasalardı sanatçı olamazlardı zaten.

“Görünen bütün evren bir imalar ve işaretler sergisidir; hayalgücü bu ima ve işaretlere izafi bir değer verir. Hayalgücü bunları sindirmek başka biçimlere sokmak zorundadır. İnsan ruhunun melekleri hayalgücünün buyruğu altında ve ona bağımlıdır.

Baudelaire.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Sandık/Kültür - Sanat/milliyet blog



Bir türküde, “Sandığımı açamadım/ Çeyizimi saçamadım/ Yazık olsun gençliğime/ Bir kız alıp kaçamadım” diye hayıflanılıyor. Ben de, yazık olsun vatandaşlığıma, iyi bir milletvekili seçemedim, diyerek sandıklı laflar, söz ve deyimlerle oyalanıyorum. Sandıklı diye bir ilçemiz vardır. Kızların çeyiz sandıkları ünlüdür. Bu sandığa kızların evlendikten sonra kullanacağı eşyalar konulur. Analar kullanmaya kıyamadıkları el emeği, göz nuru oyaları,
 elişlerini, nakışları sandığa kaldırırlar. Kız evlenir, çocukları olur ama bunların çoğunu orta yerde eskitmek istemez, o da kızına çeyiz olsun diye sandıkta saklar. Sandık ayrıca değerli eşyaların, malzemelerin konulduğu bir yerdir.

Anadolu’nun kimi köylerinde kızlar, beğendikleri gençleri eve çağırırlarmış. Muhabbetin en tatlı yerinde bir gürültü olur, kız telaşla ayağa fırlar, “Bizimkiler geldi galiba. Seni burada görmesinler, fena olur. Çabuk şu sandığın içine gir. Ben onları geri yollayıncaya kadar sakın dışarı çıkma” dermiş. Oğlan sandığın içine girince üstüne oturur, akrabaları ve nikah memuru gelinceye kadar kalkmazmış. Sandıktan hep politikacı çıkmaz ya, arada sırada damat çıkar böyle... Sandıktan çıkmak denilince ünlü politikacı Süleyman Demirel’in, “Biz sandıktan çıktık” deyişini anımsadım. Sandıktan çıkan politikacılar kızımızla evlenmek yerine anamızı ağlatmaya çalışıyorlar nedense...

Eskiden tulumbacıların yangın söndürme sandıkları olurmuş. İşte türküsü: “Sandık sandıklar içinde sandığımız var/ Hazreti Mevla’ya yalvarmamız var/ Beyoğlu’ndan çıktım, koptu kıyamet/ Galata’ya varınca oldu selamet/ Hurşit Reis sandık sana emanet...”

Sandığın ne önemi olacak deme. Daha ne sandıklar var ne sandıklar! Emeklilerin emekli sandığı, langırt köy sandığına diye esprisi yapılan köy sandığı, ayrıca memurların çeşitli yardım sandıkları bulunur. Eski evlerdeki sandıklar bir çeşit kasa gibidirler; eşyalardan başka para, mücevher de saklanır oralarda. Kuru yiyeceklerin bile konulduğu olmuştur...

Gelelim en önemli sandığa. Seçim sandığı ortaya dört beş yılda bir çıkar ama vatandaşın kader sandıklarıdırlar. Her zaman ele geçmez kaderini değiştirme fırsatı. İyi düşünmeli, sandığa oyunu atarken dönen oyunları, çevrilen dolapları akla getirmelidir. Yoksa, “Adamı derdimize derman olur sandık, sandıktan çıkardık. Lafla peynir gemisi yürütmekten başka hiçbir iş yapmadı. Tatlı vaatlerine kandık, aldandık; bir lokma, bir hırka yaşamak zorunda kaldık. Eski günleri özlemle andık, mumla aradık, ekmeğimizi gözyaşımıza bandık. Yandık Allah’ım yandık!” diye feryat eder dururuz.

Sandık deyip geçme, sandığın işlevini küçümseme. Onun sayesinde dolar umut küpümüz, onunla akar geçim çeşmemiz.

Erhan Tığlı

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,


Değerli blog yazarları.../Kültür - Sanat/milliyet blog



Günümüz dünyasında yazılması gereken o kadar çok şey var ki, hiçbir yazar konu sıkıntısı çekiyorum diyemez. Yapmamız gereken tek şey çevremize bakmak, gördüklerimizi mantık ve yürek süzgecinden geçirerek kâğıda dökmek.

Her yazarın belli biz çizgisi. dünya görüşü ve bir duruşu olması gerektiğine inanıyorum. Fikirlerinden, kişiliğinden, çizgisinden ödün verdiği anda kendisi olmaktan çıkacak ve başka bir fikrin egemenliği altına girecektir. Belli bir yere gelmiş insanların birçoğu bu değişimi göze alamazlar. Yaşadığımız çağdaki olumsuzlukları, haksızlıkları, yanlışlıkları görüp de sessiz kalmak olası değil. Birçoğumuz bulunduğumuz konum ve üstlendiğimiz görev itibariyle içimizden geçenleri yazamıyoruz. Çizgimizi değiştirmek ve başka alanlara kaymak da bize ters geliyor. Popüler olmak, çok okunmak ve çok yorum almak gibi bir derdimiz de yok. Bazıları gibi bu işi desinler diye değil, toplumu aydınlatmak, gerçekleri göz önüne sermek, ezilenin sesi, mazlumun savunucu olmak için, dillendirilmesinde yarar gördüğümüz konuları içimizden geldiği gibi yazmaya çalışıyoruz.

Bazı blog arkadaşlarımdan, “Yaşlı Söğüt Ağcı” adlı öykünün devamını yazmam konusunda mesajlar alıyorum. Açıkçası bu ilgi beni memnun ettiği gibi, biraz da sıkıntıya sokuyor. Öykünün devamını bekleyen arkadaşlarımdan özür dileyerek biraz zaman istemek zorundayım. Elimde yarım kalan ve bitirmek zorunda olduğum bir çocuk romanı var. Onu bitirir bitirmez yazacağıma söz veriyorum.

Sevgi ve saygılarımla…

Turgut Erbek

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Zevkler ve müzikler tartışılır/Kültür - Sanat/milliyet blog



Beğeni sözcüğü, “güzel veya çirkin yargısını verdiren duygu, zevk” veya “güzeli çirkinden ayırma yetisi, zevk, gusto” şeklinde açıklanıyor.[1]

İnsan tensel ve tinsel bir varlık olduğuna göre, zaman içindeki her ikisi de (tensel-tinsel) değişecek ve gelişecek. Bu gelişme, aynı zamanda zevklerin-hazların da gelişmesidir.

Varolan kültürel değerler ayrı bir şey, bu değerlerin ayrımına varıp kendine özgü değerler oluşturmak ayrı bir şey. Ancak, bununla da kalmayıp, kendi özgün değerlerini üretebilmek gerek.

Klasikler ise, zaten çağlar boyu değerlerini koruyanlardır. Onlara ulaşabilmek için de bile devingen bir yapıya gereksinme vardır.

Halbu ki ‘yaygın kültür-sanat’, sanki bunların hiç biri yokmuş gibi insanları etkiliyor, yaşamlarını belirliyor. Yanıt, sanat psikolojisinde:

“Biyolojik yaşımızla orantılı olarak, hem akıl yaşımız, hem de duyusal algılarımız değişmekte ve gelişmektedir. İçinde yaşadığımız yakın ve uzak çevremiz de gün be gün farklılaşmaktadır. Böylesine devingen bir ortamda, beğenilerimizi durağanmış gibi düşünmek, onun da değişebileceğini hesaba katmamak, yaşamın en büyük yanılgılarından biri olur ve bunun zararını da en çok sanat görür.”[2]

TV’de izlenen kültür-sanat programları, yarışmalar vs. bu kaygıların oldukça uzağında değil mi?

Söze yine sanat psikolojisiyle devam edelim:

“Duygusal gereksinimlerimiz değişir; hem onu uyaran, hem de onu doyuma ulaştıran değişir. Bu bir doğa yasasıdır, ya da doğa yasası gibidir.”[3]

Sanki nedense, duygusal gereksinimlerimiz, hem onu uyaranlar hem de doyuma ulaştıranlar da değişmiyor?

Bu süreçler tarım toplumlarında ağır, sanayi toplumlarında daha mı hızlı ilerliyor?

Bizdeki değişim süreçlerinin ağır ilerlemesi nedenlerinin önemli bir bölümünü, buralarda aramak gerek.

Adını koyarak söylersek, bir türlü tarım toplumundan sanayi topluma geçememiş olmamız veya belki bir oranda kentleşmiş ama kentlileşememiş olmamız asıl neden.neden galiba!

Bir türlü “beğeninin bir görgü, bir bilgi işi olduğu, bir kültür sorunu olduğu…” [4] -bilerek- anlaşılamıyor sanki.

Sözü yine sanat psikolojisiyle noktalayalım. S. M. Erinç güzel cümleleriyle şöyle açıklıyor, “zevkler de müzikler de tartışılır”ı:

“Zevki mutlakmış gibi düşünmek, olsa olsa bağnazlık olur. Zevk, ancak hazla hoşlanmaya oranla daha uzun ömürlüdür ve onlara oranla daha fazla kişilikle bağlantılıdır. Fakat kişiliğimizde gözlenebilen her değişme, özellikle olumlu her değişme zevkimizi de etkiler ve böylece sanattaki seçiciliğimiz de değişir.”[5]

[1] TDK Sözlük

[2] Sıtkı M. Erinç, Sanat Psikolojisi'ne Giriş, Ankara: Ayraç Yayınevi 1998, s. 73.

[3] A.g.e. s. 73

[4]A.g.e., s. 72.

[5] A.g.e., s. 129.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Niçin barış?/Kültür - Sanat/milliyet blog



Barış kelimesi genel anlamda düşmanlığın olmaması anlamında kabul görür. Başka bir anlatımla kötülükten, kavgalardan, savaşlardan kurtuluş; uyum, birlik, bütünlük, sükûnet, sessizlik, huzur içinde yaşamak olarak da tanımlanabilir. Türk Dil Kurumu'na göre barış; uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturulan ortamdır.

Barış; savaşın, kavganın, kinin, nefretin olmadığı, sevgi filizlerinin yeşerdiği yelerde gelişir. Güzel ortamlarda büyür. Nezih ortamlarda dal budak salar. Tarihe geri dönüp baktığımızda insanlığın hafızasını etkileyen en önemli şeylerin barış değil de savaşlar olması dikkat çekici bir durumdur. Bireyden devlete kadar uzanan çizgide, “güç ve iktidarı” ele geçirmek adına yapılagelinen şeyler ne üzücüdür ki şiddet eylemi gerektiren aksiyoner çalışmalardır. Bu yüzden insan ve insanın değeri için barış adına ne tür çalışmalar yapılsa az bile kalır.

Son yüzyıl içerisinde bile aklımıza takılanlar arasında sulh ve barış damlalarından çok dünya savaşları, soğuk savaşlar ve kapitalizmin vahşi boyutu çerçevesindeki gelişmeler yer almaktadır. Bu nedenler geçmişte, günümüzde ve gelecekte olduğu gibi şuan en çok ihtiyaç hissedilen ve gereken “barıştır”.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Tarihten günümüze barış çağları/Kültür - Sanat/milliyet blog



İlkçağda, peygamber-sultan Hz. Davut ve Hz. Süleyman dönemlerinde barış ve adalet hüküm sürmüştür. Genel olarak savaş ve huzursuzluk kaynağı olan, zorbalık yapan kavimler Hz. Davut döneminde durgunlaşmış, Hz. Süleyman döneminde de tamamen zararsız bir hal almışlarsa da Hz. Süleyman’ın vefatıyla tekrar eski hallerine dönmüşlerdir.

Barış ve hoşgörünün tarihi gelişimini ele aldığımız zaman başlangıcının ne zaman olduğuna kesin bir kanaat getiremeyiz fakat şunu söyleyebiliriz ki barış ve hoş görü birbirinden ayrılmaz kavramlar olduğunu ve insanların neolitik çağda yerleşime geçmesiyle birlikte birbirleriyle olan ilişkileri arttığı için barış ve hoşgörünün de bu zamandan sonra arttığını söyleyebiliriz. Örnek olarak Hititler ile mısır arasında yapılan Kadeş Barış Antlaşması’yla iki devlet arasında barış antlaşması yapılmamıştır. Bu antlaşma tarihteki ilk yazılı antlaşma olmasının yanında ilk barış antlaşması olması yönüyle de önemlidir.

Ortaçağ denilince bizim coğrafyamızı ilgilendiren Ön Asya ve Avrupa coğrafyası açısından iki farklı dünya göze çarpar. Bunlardan biri; kültür ve medeniyet konusunda ileri giden, zenginliği ve medeniyeti ile bireye verilen değeri açısından dünyaya nam salan İslam Dünyası’nın zenginlikleridir. Bir diğeri ise skolastik düşünce içerisinde kıvranan kilise ile feodal beylerin tahakkümü altında ezilen Avrupa’dır.

Bu durumun en açık göstergesi olarak; Kudüs’ü hedef olarak gösteren Haçlı Avrupa’sının asıl amacının İslam Dünyası’ndaki zenginlikleri ele geçirebilme hedefleri olarak gösterilebilir. Nitekim Haçlı Seferleri sonucunda, Avrupa’nın İslam topraklarını işgali ve tanıma sonrası kültürel, ekonomik ve ticari olarak harekete geçerek Yeniçağ Avrupa’sı için zemin oluşturması gösterilebilir.

Yeniçiğda da Osmanlı Devleti fethettiği topraklara kuruluşundan itibaren uyguladığı barış ve hoşgörü politikası sayesinde asırlar boyu sorunsuz bir şekilde hükmetmiştir. Ankara Savaşı(1402) sonrasındaki fetret devrinde Balkan ülkelerinde hemen hemen hiç toprak kaybedilmemesi hatta herhangi bir ayaklanma dahi çıkmaması Osmanlı’nın barış ve hoşgörü politikasının bir sonucudur. Daha sonraları da başta İstanbul’un fethinde olmak üzere pek çok dönemde barış politikası izleyerek bunun verimini de almıştır.

Yakınçağda ise çeşitli zamanlarda barış ve hoşgörü gündeme gelse de hiçbiri Türk İslam devletlerinin uyguladığı barış ve hoşgörüye ulaşamamıştır. Sorunlar genel olarak savaş ve şiddet yoluyla çözüme kavuşturulmaya çalışılmış fakat gelinen nokta ve alınan sonuçlar, eskisinden daha fazla problemi de beraberinde getirmiştir.

Bu durumun bir tezahürü olarak dünyamızın farklı kıtalarında, farklı ülkelerinde ve farklı noktalarında cereyan eden savaşlar ve çatışmalar örnek olarak gösterilebilir. Tek kutuplu dünyada egemen güçlerin barış, demokrasi ve hoşgörü göstermek amacıyla işgal edilen ülkeler ve ezilen halklar amaca ulaşamamanın bariz göstergelerindendir.

Tüm bu olanlara rağmen barışa ulaşmak adına en pasif dönem çağımızdır. ne dersiniz; barış kelimesinin ağızlara sakız edidiği günümüzde biz barışın neresindeyiz acaba?

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Paylaşılamayan Müzik/Kültür - Sanat/milliyet blog



Kimi insanın çok hoşlandığı bir ezgi, kimi insana hoş gelmiyor. Eleştiriler, çok zaman kırıcı boyutlarda oluyor. Herkes kendi beğenisinin – hatta, aynı ezginin farklı yorumlarını bile - en güzel olduğunu söyleyebiliyor. İnsanın müzik kültürü nasıl oluşuyor, beğeni neye göre biçimleniyor? Müziği anlamak - müzikten hoşlanmak ne
 demek? Nasıl müzik dinlemeli, dinleyici olma niteliklerimiz neler? Neden müzik dinliyoruz?..

Aristo, kuramında sanat yapıtlarının, aslında bilgi edinmeye yönelik olduğunu söyler. Çünkü izlerken, dinlerken alınan her şey öğrenme amaçlıdır. Öğrenme de insan beyninin en önemli etkinliklerinden biridir. Öğrenme sırasında ulaşılan doyum, aynı zamanda sanat eserini algılarken de duyulur. Sanatın her türünde ve seviyesinde, sanatsal yoğunluk karşısında uyarılan öğrenmek dürtüsü ve güdüsü izleyiciye- dinleyiciye mutluluk verir.

Yaratıcı, yorumcu, dinleyici, izleyici, müzik eğitimcisi, müzik eleştiricisi… müziği oluşturan öğelerdir ve her biri kendi “gücüyle” müziği anlamlandırır. Müziği anlamlandırma gücü de ancak bilginin düzeyi ile gerçekleşir.

“Yapıt bir olgudur. Yaratıcı/sanatçı, dinleyici, eleştirici, bilim adamı başka başka kişilerdir. Her biri yapıtı değerlendirirken, o güne kadar kazandığı bilgi ve önyargılara dayanarak dinleyecek ve değerlendirecektir. Müzik sanatında herkesi doyuracak bir veri ya da yapı bulmak güçtür. Çünkü bilgi düzeyleri farklı olan kişilerin aynı besteciden aynı doyumu sağlamalarını beklemek doğru bir düşünce tarzı değildir. Müziğin duygular üzerinde etkisi düşünülürse pek çok "değerlendirme" yöntemi ve pek çok "sonuç" olacaktır. Birine göre sanat eseri sayılan bir beste bir diğerine göre gürültü sayılabilecektir. Biri eseri sanat yönünden yüksek bulurken, bir diğeri aynı eseri ilkel sayabilmektedir. Birini coşkulandıran bir eser, diğerini üzebilmektedir. (...) Belli bir zaman diliminde kaynaştırma işlevi gören bir beste bir başka zaman diliminde kavga ettirebilmektedir. (...) Herkesi doyuran bir beste olmadığına göre, tek bir yönteme, tek bir üslûba, tek bir felsefeye dayanmak olanaksızdır. Bu nedenle en sağlıklı değerlendirme, değerlendirenin o eser hakkındaki birikimini/bilgisini artırıp, dış etkenlerden arınarak yaptığı değerlendirmedir.”[1]

Eğer ‘beğeni oluşturma’ gibi bir sorun varsa, o da ‘kültür’ sorunudur ve ‘müzik dinleme’den ne anlaşıldığına bağlıdır. Prof. Dr. Ali Uçan dinleyici profillerini –sınırları tam belirli değilse de- şöyle açıklıyor: ‘Müzik dinleyenler’, ‘müzik dinlediğini sananlar’ ve ‘müzik dinler görünenler’.

“Her insan, içinde yaşadığı toplumsal-kültürel çevrede-ortamda, az-çok, müzikle ilişki içindedir, ilişki içinde olduğu müzikten veya müzikli ortamdan etkilenir, etkilendiği müzikten veya müzikli ortamdan hoşlanır veya hoşlanmaz ya da öyle görünür. Her insan müzik dinler, dinlediği müziği algılar, algıladığı müziği anlar veya anlamaz ya da öyle görünür, anladığı müzikten hoşlanır veya hoşlanmaz, ya da öyle görünür. Birçok kişi müziği, anlamak için değil, hoşça vakit (zaman) geçirmek, müzikle zaman geçirmek, müzikle zaman doldurmak için dinler. Birçok kişi müziği anlayarak dinlemenin "nesnesi" olarak değil veya öyle olmaktan çok, ‘geri-plan’, ‘arka-plan’ öğesi olarak kullanır. Bunlar belki de müziği ‘dinleyenler’ değil ‘dinlediğini sananlar’ ya da ‘dinler görünenler’dir.

Öyleyse insanlar ‘müzik dinleyenler’, ‘müzik dinlediğini sananlar’ ve ‘müzik dinler görünenler’ olmak üzere üç kümeye ayrılabilir. Ancak, ne var ki insanları bu özellikleriyle ayırdedebilmek, birbirinden ayırabilmek çoğu zaman kolay değildir. Dinleti (konser) alanlarını, dinleti yerlerini, hatta dinleti salonlarını dolduran büyük yığınları oluşturan insanların birçoğu için orada müzik dinlemek, müziği anlama çabası içinde olmaktan, veya bilişsel, sezişsel, devinişsel ve duyuşsal bir estetik gereksinimi gidermekten çok, belki de (sadece) bir vakit geçirmektir. Sözü edilen ortamlarda insanlardan hangilerinin söz konusu üç kümeden hangisine girdiğini belirlemek kolay mıdır? Aynı durum, kuşkusuz, ‘müzikten anlama’ konusunda da geçerlidir, ya da geçerli olmak gerekir. Müzik dinleyen insanları da müzikten ‘anlayanlar’, ‘anladığını sananlar’ ve ‘anlar görünenler’ olmak üzere üç kümeye ayırmak olanaklıdır.”[2]

Müzik beğenisi oluşturabilme ‘müziği anlama’yla olası. Anlama ise, duygular da işe koşulunca genellikle “hoşlanma” ile karışıyor. Hoşlanma, belirli bir çaba gösterilmeden kendiliğinden de gelişebilen bir şeydir. Anlama ise, o konu ile ilgili bilgi-birikim-deneyim yani ‘bilme’ gerektirir. ‘Bilme’ için öğrenmek, öğrenmek için de programlı eğitim süreçlerine ihtiyaç vardır.

“Hoşlanma, ‘insanın kendine özgü bir yaşam içgüdüsü’dür. Her insan, yapısı ve yaradılışı gereği doğal olarak bir şeylerden hoşlanır. Hoşlanma işgüdüsünün nesnesi ‘müzik’ olduğunda bu, ‘müzikten hoşlanma’ya dönüşür. Genel olarak hoşlanma, ‘doygunluk veren, ılımlı ve sürdürülebilir coşkulanma’ diye tanımlanabilir. (…)

Müzikten hoşlanabilmek için ondan olumlu etkilenebilmek gerekir. Müziğin etkisi, kısaca, ‘müziğin verdiği izlenim’dir. Buna göre müzikten etkilenmek, ‘müzikten izlenim edinmek’ veya ‘müzikten izlenimlenmek’ demektir. Genel olarak müzik, insanı, ‘varlığı’ ve ‘niteliği’yle etkiler. Öyleyse müziğin insan üzerindeki etkisini, temelde, ‘varlık etkisi’ ve ‘nitelik etkisi’ olmak üzere ikiye ayırmak olanaklıdır. Müziğin bir insan üzerindeki etkisi sadece ‘varlık etkisi’yle sınırlıysa ve o insan müzikten sadece bu etkiye bağlı olarak hoşlanıyorsa, müziğin sadece ‘varlığında hoşlanıyor’ demektir. Müziğin sadece varlığından hoşlanan bir insanın ‘müzikten anlama’sı (pek) söz konusu olamaz. Böyle bir durumda insan ‘müzikten’ ya da ‘ortamdaki müzikten’ değil, (daha çok) ‘müzikli ortamdan’ ya da ‘müzikli ortamın niteliğinden’ anlıyor demektir.”[3]

Günümüzün ‘yaygın genel müzik algılaması’, müziğin alabildiğine –hatta zorlamayla- ticarileştirilip yaygınlaştırıldığı alanlardadır. Müzik diye algılanan da ‘müzikli ortam’ oluyor.

Yazının ilk paragrafındaki soruların yanıtları, birçok yerde aranabilir. Aranacak yerlerin başında ‘insan, toplum, kültür sanat, müzik’ ilişkisi gelmeli, sonra da ‘eğitim/eğitimsizlik sorunu’. Eğitimin yetersiz olduğu yerde kargaşa olması doğal bir gelişme. Ülkemizde de müzik, bu kargaşa ortamından yeterince payını alıyor ve herkesin müziği ‘en güzel’ oluyor. Müzik ‘paylaşılamıyor’.

[1] Ayten Kaplan, Kültürel Müzikoloji, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2005, s. 65.

[2] Prof. DR. Ali Uçan, MÜZİK EĞİTİMİ Temel Kavramlar-İlkeler-Yaklaşımlar ve Türkiye'deki Durum, Evrensel Müzikevi, Ankara, 2005 (3. Basım), s. 118.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Seyirlik müzik/Kültür - Sanat/milliyet blog



Uzun süredir -haber kanalları dışında- televizyon izleyemiyorum. Hissettirmeden “Öldüren Eğlence”[1], gerçekten öldürüyor (!) galiba.

Müzik-eğlence ve magazin programları, dizi filmler, klipler vs… ve hepsi birbirine iyice benzedi. Yaşam alanlarımızı sarmaladı,
 onlardan kaçmak mümkün değil. Televizyon kanallarının sınır tanımayan ‘ticari kaygılar’ı daha fazla zamanlarımıza egemen oldu, yeni ‘müzik kültürü’müzü belirledi. ‘Söz’e dayalı olan ‘müzik kültürümüz’ 1980’lerden sonra, iyice görselleşti. Popüler kültür, müziği hızlı tüketimin içine aldı. Toplum müziği dinliyor; el çırpıyor, eğleniyor. Hatta, en hüzünlü ezgilerde bile eğleniyor!

Klipleri yapılan şarkılar her yaş grubuna sesleniyor. Hem görsel, hem de işitsel olarak algılanması çok kolay olan bu şarkıları, yetişkinler kadar çocuklar da bu hoşlanarak, dinliyor-izliyor.

İzleyici / dinleyiciler bu kargaşada, müziğin düzeyini sorgulamıyor-sorgulayamıyor. Sıtkı M. Erinç, kültür endüstrisinin ticari anlayışını şöyle açılıyor:

“Kültür endüstrisi, hoşluk yaratan her şeyi sanat sayar, sanat diye piyasaya sunar, fakat sanat alanının esas sorusuna; 'Ne Kadar Sanat' sorusuna hiç eğilmez, hatta bu soruyu örtbas eder, akıllardan silmeye uğraşır. Başarır da... Kültür endüstrisi için kazanç sağlanabilecek her yol mubahtır.”[2]

Hal böyle olunca, yetişkinlerin ve çocukların ‘beğenileri’ ve ‘beğeni düzeyleri’ sığlaşıyor.

‘Beğeni’ sözcüğünü TDK Sözlüğü “Güzeli çirkinden ayırma yetisi…’ olarak tanımlıyor. Güzel-çirkin ayrımına varabilmek için de ‘bilgi-birikim’ gerek. Bu da uzun ve zahmetli bir süreç gerektiriyor. İşin çok daha kolayı bir yolu var ‘hoşlanmak’.

Artık, anlık hoşlanmalar ‘beğeni’ olarak kabul görüyor-gördürülüyor.

Anlık zamanlarda hafızalara kazınan işitsel ve görsel ‘hoşlanma kalıpları’, giderek bireylerin-toplumun ‘müzik kültürü’ oluyor.

Artık müzik seyirlik bir şey!!!

*****

[1] Neil Postman, Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları, Çev: O. Akınhay, İstanbul, 1994.

[2] Sıtkı M. Erinç, Kültür Sanat Sanat Kültür, Ütopya Yayınları, Ankara, 2004, s. 74.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Tiyatroda 1 Zamanlar.../Kültür - Sanat/milliyet blog



Hepimizin hayatı kotarma isteğinin açığa çıktığı, dünyaya zaman aşımına uğramayan izler bırakma çabasının yansıdığı, insanda kendini gerçekleştirme duygusu uyandıran heyecan yüklü bir mucize: Tiyatro. Bu mucize uzun zamandır süregelen tartışmalarla her gün farklı bir hava soluyor. Artık parası kadar konuşuluyor, rakamlarla değerlendiriliyor.

Oysa tiyatro "iki kalas bir heves" macera değil midir? Bunca zaman işin sırrının yetenek ve çalışmanın ötesinde tutku olduğuna inanmıyor muyduk? Bu tutku hayatın tüm zorlamalarına, telaşına rağmen ısrarla sürüyordu. Yıllardır ustaların tiyatro serüvenlerini dinlerken, hayatla yoğrulmuş duyguları sahnede tutkuyla tekrar tekrar pişirdiklerine tanık oluyorduk. Hatta tiyatrocular kendilerini yarı deli saymıyorlar mıydı? Bu cesur delilere şimdi ne oldu da kendilerini paralı pullu bir tartışmanın içerisinde buldular. Sıfırların azaldığını düşünen ve hayıflananlar alkışların da azalacağını mı düşündüler acaba?

Şehir tiyatrolarının bilet fiyat uygulamasını, bu uygulamayı destekleyenleri ve eleştirenleri basından takip etmişsinizdir. Kendi adıma basında sanatın, tiyatronun bu şekilde bile olsa yer almasından dolayı memnuniyetimi dile getirmek istiyorum. Tanrım! İşte tiyatrodan söz ediliyor nihayet. Para nedeniyle olsa bile... Sonunda tiyatro da gündem yarattı, ne mutlu bizlere… Çünkü bu tarz tartışmalar tiyatroyu sanatın objektifinden uzaklaştırsa da insanları yaklaştırıyor.

Çoğu kişi düşük fiyat uygulamasından hala habersiz ve bu tartışmalar süregelip demeçlere yenileri eklenirken bazıları silkeleniyor ve meraklanıp sanat için bir başlangıç oluşturabiliyor. Diğer taraftan tiyatroya ömrünü adamış, her solukta sahneyi düşünen Ali Poyrazoğlu ve Hadi Çaman gibi sahne devlerinin eleştirilerini anlamaya ve kendi içimde ortak bir payda bulmaya çalışıyorum.

Evet tiyatro, her sanat dalı gibi ülkemizde zor icraa edilen, değeri pek de bilinmeyen; hayata kapalı yollarda yürüyen insanların rol ve ahkam kestiği, hayat damarlarının sökülüp atıldığı bir sanat. Tamamen tutku işi çünkü yaşam tuzaklarla dolu ve çok daha fazla para kazanıp, rahat yaşamak varken sahneyi, perdeyi, alkışları tercih etmek çılgınlık gibi geliyor biz izleyenlere, ama hayata bunca zaman önyargılardan uzak, korkusuzca bakan; yaşadığı ülkenin ve insanlarının dokusunu da en iyi bilen onlar, yani akıllı deliler değil midir? Onların endişelerini, sıkıntılarını anlıyor ve adanmış ömürlerinin huzurunda saygıyla eğiliyorum.

Fakat, şu eleştiriye de bir yorum getirmek istiyorum. Bu uygulamaya karşı olanlar, tiyatro ucuzlarsa oyunlar da ucuzlar sanıyorlar. Kalitesiz seyircinin salonları dolduracağı ve tiyatro emekçilerine haksızlık yapılacağı yönünde eleştiriler var. Ne var ki telaşa gerek yok. Mutlaka ki toplanan bir liralarla tiyatrocuların emeği karşılanamaz, zaten o emeğin değeri de ölçülemez. Ayrıca müdavim kesim zaten oyunlara gitmeye devam edecektir, parası azaldı diye gelenler de, bakarsınız tiryaki olur zamanla, belli mi olur? Çünkü tiyatro öyle büyülü öyle ışıltılı ki mutlaka görmeyen gözlerin bile bakmasını sağlar. Bir liralık oyunların kalitesiz olduğu yönünde görüşlere de bıyık altından bir gülücük fırlatabilirsiniz. Kanımca bunu söyleyenler henüz o oyunları izlememişler. Kimse merak etmesin, tiyatrocular, gerekeni hep gerektiği gibi yaparlar.

Örnek olarak Eskişehir'i göstermek istiyorum, şu an gösterimde olan oyunlar 2 yıldır sahnede. Bu uygulama olmadan da salonlar doluydu, bilet bulunmuyordu yine öyle. Demek ki paranın hükmü kalmamış!

Kalite kısmına gelince: "Karmakarışık" isimli bir oyunun yönetmen ve uyarlayanı Haldun Dormen, bunun yanı sıra "Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım", Moliere'in “Tartuffe" ve "Kıyamet Suları" gibi güzel, yerli ve yabancı bir çok oyun seyirciyle buluşuyor. Yani kalitede herhangi bir düşüş söz konusu değil.İzleyenler az parayla da çok güzel işler yapılabileceğini görüyor ve paranın eksikliğini alkışları sayesinde aratmıyorlar.

Bu uygulama özel tiyatroları zor durumda bıraksa bile hepsi aynı denize dökülen nehirlerdir. Ben de oyuncu olsaydım şehir tiyatrolarında, bir liraya oynardım. Tutku, parayla ölçülemez çünkü.

Oyun biletleri ucuzlarken oyunlar kalitesini koruyor.
Gönlünüzü ferah tutun...

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,