Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Anı değerli kılan keyifler, öneriler/Kültür - Sanat/milliyet blog



Çıktığı dönemde bayağı yankılar uyandıran ve gündem konusu olan Etekli İktidar adlı kitabın yazarından “İki kişilik yalnızlık” kitabevlerinde yerini aldı. Kimden bahsettiğimize gelince, Sevgili Sinan Akyüz bu sefer bu kitabında, birbirine yabancılaşan, ve karanlığın
 dehlizlerinde birbirini kaybeden iki insanın ve yavaş yavaş çöken, iki kişilik yalnızlığını anlatıyor. Henüz kitabı alıp okuma fırsatım olmadı ama Sinan Akyüz 'ü daha önceki iki kitabından biliyor olmam ve yeni çıkardığı kitabının konusunun beni etkilemiş olması size bu kitabı tanıtmama sebep oldu.

Kendisiyle alakalı, internette kısa bir araştırma yaptım. Ve zaten bir çok kültür sanat sitesinin en son çıkan ve okunması tavsiye edilen kitaplarında olması kitap hakkında bayağı bilgi sahibi olmamı sağladı. Şöyle ki, kitap hakkında bilgilere baktığımda bayağı etkileyici bir anlatım tarzı çıkıyor karşıma.

"Yaşadığım gerçekler beni sevdiğim erkeğin peşinden sürükledi. Peşinde sürüklendiğim sevgim ise bana ihanet etti. Birçok evli kadına ihanet ettiği gibi. İçimdeki o güzelim neşeli kız çocuğu genç bir kadına dönüşemeden, çok bilmiş bir kadın oldu. Çoğu zaman bu bilmiş kadından nefret ettim. Çünkü o neşeli kız çocuğunu her defasında susturmasını bildi o çok bilmiş kadın. Sevdiğim erkeği, onunla birlikte çıktığım bir yolculukta bir süre sonra kaybettim. Daha sonra ona kızgın oldum hep. Ona defalarca söylemiştim; ne olursa olsun elimi bırakma diye. Sensizlikten korkarım diye...”

Okudukça yazılanların gerçekten yaşanmış olduğunu tekrar tekrar düşünmekten, hüzün ve öfkenin sınırlarında gidip gelmekten ve “Bunlar gerçek olmamalı!” demekten kendinizi alamayacaksınız, deniliyor. Sanırım kitap bize istenilen duygu paylaşımını , o gerçekçiliği vermiş. Bu akşam iş çıkışı gideceğim uğrak noktalarından biri kitapevi olucak. Sinan Akyüz 'ün İki Kişilik Yalnızlık adlı kitabı aklınızın bir köşesinde olsun derim.

Kitabevine uğramışken almayı düşündüğüm müzik albümlerine de baksam iyi olacak. Şöyle beni anlara, yerlere, mekanlara götüren etnik müzikler ve dünya müzikleri ilk tercihim. Ve sonrasın da yerli müzik piyasına şu an bayağı renk getiren daha önceki yazımda da bahsettiğim, bize hem hüzünü hem neşeyi beraber veren şarkısı sakın sevmenin sevgili yorumcusu Doğanın albümü ve Yine bu aralar dinlediğim şarkılardan biri olan Gönlün kadar konuş şarkısıyla bildiğim Murat Mermer'in Albümüne de göz atmayı düşünüyorum. O kadar çok albüm çıkıyor ki şu aralar peşi sıra takip edemiyorum. Özellikle alternatif rock alanında artık sınırlı değil, dinlemeye değer çok tatta albümler var. Bir ara bir araştırın derim. Bense şu an sadece kulağıma çalınan ve dilime dolaşan şarkıları araştırıyorum, sonrasında müzik çalarımda albümler yerlerini almış oluyor: )söylemekten bıkmadığım gibi dinlemekten de usanmıyorum. Eh bu arada yarın malumunuz 14 şubat , bugüne dair bir söylemim ya da konuşmam olmıcak çünkü bende kayda değer bulmuyorum, ve bende bazı diğerleri gibi, gerçi böyle konuşmak da çok klişe gibi olsada içimden geçen bunları söylemek var, yani sevginin iki kişi arasında , bir günle sınırlandırılmıcak kadar özel olduğunu düşünenlerdenim bende. Bizlerinde cnm aslında bu özel zamanı bir günle sınırlandırdığımız falan yok bize her gün sevgililer günü di mi dediğini der gibi duyuyorum. Özel günlerimize bir gün daha eklensin, aşklarını güzel güzel yaşayan sevgililere bir gün armağan olsun, falan işte. Tüm dünyayada kutlanan özel ama özel ticari bir gün olarak yaşıyoruz işte. Ne mutlu bize.

Hani bizler böyle konuşmalar yaparız da, özellikle sevgilisi olanlar bu konuşmayı daha çok yaparlar ama bize hergün sevgililer günü, diğer günlerden çok da bir farkı yok benim için derler ama hediye beklerler. Olmayanlarda da garip bir hüzün yaşanır aslında her ne kadar saçma bulsalarda. Bunlardan biri vakti zamanında belki ben olduğum için böyle düşünüyorumdur kimbilir. İşte insan ne düşünürse düşünsün bazen düşünceleri çelişki oluşturabiliyor. İnsan bir çiçek bile bekliyor hale geliyor. Eski sevgiliden bir güzel söz gelse yelkenler suya incek kadar. Bu sene nasıl bir sevgililer günü beni bekler bilmiyorum ama geçen sene bir kız arkadaşımla beraber hayatımın en eğlenceli, en hoş güzel gecesini geçirmiştim. Bunu bilir, bunu söylerim.

Aşkıyla karşılaşmayı bekleyenlerin ve Aşklarını doya doya yaşayan Tüm sevgililere Sevgili Ferhat Göçer'in şu güzel şarkısı armağanım olsun.

Aşkların en güzeli
Kavuşur elim sana günün birinde
Sarılıverir beline dokunur tenim
Sana yeniden
Hangi gün taşınır dönerim
Bilinmez boş kalacak yüreğim
Söz verdim sana ölene kadar ayrılmam

Sevgiyle ,

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Sanat aşkına.../Kültür - Sanat/milliyet blog




Dünyaca ünlü keman virtüözümüz Suna Kan’ın, geçen yıl Dündar Çiğit Gazetecilik Başarı Ödülleri töreni nedeniyle İzmit’te vereceği konser öncesinde, eşinin ölüm haberini almasına rağmen, konserini iptal ettirmemesinin yankıları, yerel ve ulusal basınımızda epeyce yer buldu.

Bu yazıyı Suna Hanımın kişisel davranışını yargılamak için -zira herkesin özel yaşamı sadece kendilerini ilgilendirir-yazmıyorum. Ancak ne zamandır yazmayı düşündüğüm bir konu için ihtiyacım olan zamanlamayı da sağladı doğrusu.

Ülke olarak dünyaya değerli insan yetiştirmek çok başarılı olmadığımıza göre, var olanları da içsel davranışları nedeniyle kolayca yargılama hakkını kendimizde görmemeliyiz.

Bu son örnek nedeniyle daha önce de benzerlerini gördüğümüz davranışlarla ilgili olarak kafamda bazı soru işaretleri oluşmadı değil. Zira, topluma malolmuş kişilerin, haber niteliği taşıyan davranışlarının etkileme gücünü dikkatlerden uzak tutmak da safdillik olurdu.

Diğer taraftan böyle bir tavıra çanak tutan güya sanat aşıklarının, verdikleri paranın karşılığını almak için ortaya koydukları duygusuzluklarına olan kızgınlığımı dile getirmeden duramayacağım.

Kanaatimce hiçbir seyirci topluluğu, sanat faaliyeti ya da organizasyon, bir şekilde yaşamın bizleri buluşturduklarından daha önemli değildir.

Daha önce de benzerlerini yaşadığımız üzere, ne bu tür davranışları yapanları ne de onları alkışlayanları anlayabilmiş değilim.

İlginçtir, farklı düşünenlerin de bu tavır dayatıcılarının ve alkışlayıcıların “doğrusu budur” yaklaşımları karşısında seslerini çıkaramadıklarına şahit oluyoruz.

Şahsen farklı düşünüyor ve düşündüğümü de söylüyorum. Kalp nakli yapmıyorlardı sahnede. Nihayette yapılan bir konser olabilir, bir tv şovu olabilir veya stendap olabilir. Tüm bu faaliyetler ertelenebilir daha sonra yine yapılabilir. Amiyane tabir ile telafisi mümkün.

Nezle olduğunda konser, program, şov vs iptal edenlerin, çevreleriyle ilgili yaşadıkları acılarda nedense dayanıklılık testine tabii tutulmuş gibi işkoliklik sendromuna girdiklerini hala anlayabilmiş değilim. Bunun sanatçı duyarlılığından yoksun olmamla ilgisi var mıdır bilmiyorum.

Sanatsal duyarlılığımız duygusal duyarlılığımızın aleyhine olarak mı gelişiyor. Ya da bu bir zorunluluk mu? Yoksa bir tür farklı olma mı?

Şunu belirtmeliyim ki bu halk, böyle acılı günlerinde insanlarımızı en iyi anlayan ona omuz veren engin bir kültür ile yoğrulmuş bir halktır.

O toplum, böylesine arkasındayken sanatçılarımızın neden en acılı zamanlarında bile yapacakları işten vazgeçemezler üzerinde düşünülmesi gerekir diye düşünüyorum.

Yoksa bu davranışın nedeni arkalarındakilerin halk değil elit bir azınlık olması olabilir mi?

Dedim ya bu sanatçı tavrı geyiği beni tatmin etmedi. Konuştuğum arkadaşlarımı da. Demek ki toplumsal gerçeklikle örtüşmeyen içten içe de olsa eleştirilen bir durum var ortada. Buradan aldığım cesaretle, gazetem sayesinde sesli düşünerek bunu okurlarla paylaşmak istedim sadece.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Cahit Külebi/Kültür - Sanat/milliyet blog kendi dizeleriyle




(Cahit Külebi, Zile 1917- Ankara 1997. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği, MEB Müfettişliği, Kültür Ataşeliği, Müsteşar Yardımcılığı, TDK üyeliği yaptı.)

Yaşamı

1917 Senesinde göçmen arabaları üstünde, bir kış kıyamet günü doğar. Emmileri sınırda yurt için dövüşürken ölmüşler. Doğduğu köylerde, ceviz ağaçları, buğday tarlaları yoktur. Kuzey rüzgarları eser hep. Akşamları köylerini eşkıyalar basar. İnsanları gülmesini bilmez.

Koca koca kamyonlara binerek, daha büyük şehirlere okumaya gider. Kederlendiği, sevindiği günler, naçar dolaştığı sokaklar, başı havalarda gezdiği günler, olur. Gündüzleri sevinçli geçmez. Çarşıya ekmek almaya çıkar. Ömründe ilk defa, aşıklık yüzünden İzmir’e gider. Kamyonlar kavun taşırken, O, boyuna O’nu düşünür. İstanbul’da, atlı talimde şiir yazar. Ta ki haber götürsün bir gün O’na diye, saçlarını kesip rüzgara atar.

Dünyanın gidişinden iğrenir, günlerin kepaze olmasından yakınır. Yirmiyedi yaşına kadar türlü boyalara girer. Onbeş yıl öğrencilik, birkaç yıl memurluk eder. Gün olur, ekmekçi dükkanlarını hasretle seyreder, gün olur sevda çeker. İnsanları dostu, kardeşi olarak görür. Onları düşündüğü zaman öyle bağlanır ki hayata, geceleri gündüz olur.

Akdeniz kıyılarından, sıcak denizlere merhaba diyebilmek ve Fransa’yla, Berlin’e gidebilmek için bir uçağının olmasını diler. Mezarının çarşı ortasına kazılmasını, akça ve ince kadınların başına gelip ağlamasını ister. Yurdumuzda ırmakların sahipsiz olmalarına, canları istediği gibi başlarını alıp gitmelerine üzülür. Arkadaşlarını türkü söylerken, tarlaları yeşilken çok sever. Kuvveti yetse, rıhtıma koşarak bütün gemilerin halatlarını kesmek düşüncesindedir.

Gecelerin, umutların hapishanesinde tek başına yaşar. Yürümek, gülmek ve görmek ister. Çünkü yürümek için ayakları, gülmek için dişleri, görmek için gözleri vardır.

Yeni gelinin ellerini öpmeye, yüzüne bakmaya kıyamaz. Rüzgarın arkasından koşar, yetişemez. İnsanların neden bu kadar çekişip durduğuna aklı ermez. Hovardalık günlerinin bir daha geri gelmemesine üzülür.

Şiir yazarken; bazı insanların düşündüğünü, bazılarının eğlendiğini, bazılarının can çekiştiğini, bazılarının çocuğunu emzirdiğini, bazılarının kötülük düşündüğünü, bazılarının seviştiğini, bazı kağnı-tren ve uçakların gelip gittiğini görür.

Görevli bulunduğu yerlerin havası yaramaz. Ağacığıyla birlikte başka şehirlere gitmek ister. İnsan olarak, kuşa yaptıkları karşısında utanç duyar.

Hiç hovarda meşrep olmadığı halde, öldükten sonra mısralarını kadınlara yadigar bırakır. Sevdalısı bırakmış bir kadının, uzun uzun iç çöküşlerini dinler. İstanbul’da, adını bile unuttuğu, keçi yavrusuna benzeyen, gözlerinde hafiften rüzgarın estiği, halden anlayan bir sevgilisi vardır. İnsanlardan buz gibi soğumuştur. Yalnız bir dostu kalmıştır. Onunla kimse duymadan, sabahlara kadar oturup konuşmak ister. Onun zayıf kolları, çocukça elleri, düşünmesi, gülmesi, konuşması, kendisini dünyaya bağlar.

Çocukluğunda, Esma ile sokaklarda oynar. Bir gün, Esma’yı dışarı bırakmamaları üzerine tek başına kalır ve hep O’nu düşünür. Yıllar sonra bir gün parkın önünde Esma’yı görür ve gidip yanına oturur. Fakat ne kendi konuşabilir, ne de Esma bir şey sorar. Saatlerce birlikte otururlar da bir çift söz edemezler. 1948’de otuzbir yaşında Gemlik Körfezi’nde onbeş gün sırtüstü yatarak uyur. Mavi denizi, biricik kadını olarak görür. İstanbul’dan, adamı günaha sokan bir yar sever.

Buram buram gübre kokusuyla, dolgun kısraklardan hoşlanır. Bazen yaşamak istemez. Eline bir kadın fotoğrafı geçtiğinde, akşamları uzak sesler işitir. İçip içip ah eder. Ankara’da, garaja çekilmiş hurda, paslanmış bir kamyon gibi yalnız bekler durur.

Dikili bir ağacı bile yoktur yeryüzünde. Ama, sevilecek bir yurdu vardır. Yurdu için ağlar, yurdu için güler. Yurdunu, öpüp başına koyduğu ekmek gibi görür. İzmir’e düşman girdiğinde, iki yaşındadır. Düşmana karşı savaşmak için oraya gitmek ister ama, anası koymaz.

Yurdunun unutulmuş bir dağında küçük bir çeşme olur. Yıldızların aydınlığında boyuna akar durur. Yolcular, gece-gündüz uzaktan geçer de sesini işitmez. Çocukluğundan beri köyleri sever. Derelerinde çimer, kalelerin burcunda uçurtma uçurur. Bir andız fidanı gibi büyür toprakların üstünde. Top oynar, aşık olur ve ahbap edinir. Kederlendiği günleri olur. Başı havalarda gezer. Ilgıt ılgıt esen rüzgarlarda bağrını açar. Denizi seyreder. Issız çorak ovalarda günlerce yolculuk yapar.

İlk gözağrısı Sivas’lıdır. Kalın sesli, kalın dudaklı, esmer, erkek gibidir. Öpmeye kıyamaz. Rüyalarında bile O’nu uzaklardan seyreder. İkincisi Bursa’daki komşularının kızıdır. Soyulmuş yumurta gibi beyaz, cins tavuklar gibi sevimli, kurnazdır. Kalbi, hamam gibi sıcaktır. Berlin’deki, sevinç dolu, cömerttir. Yaşamayı sever. İzmir’dekiler narin ve vefasızdır. Esas sevgilisini, sislerin içinde birtürlü bulamaz. O’nu tertemiz bir dağ çeşmesine benzetir. Sevgililerini uykularda sever. Fakat geceleri uykusuz geçer. Bunun için gece-gündüz uyumak ister.

Farenin ölümü karşısında, bir varken bir yok oldu, diyerek üzüntülerini belirten Külebi, türküleriyle, kavalı aşındıran çoban’a hayranlık duyar.

Kimse şiir yazmasını istemediği halde, beş yaşında şiir yazmaya başlar. En çok yurdundan söz eder. İlk ustası halk’tır. Köylü diliyle türkü çağırır, köylülerle gülüp ağlayarak. İkinci ustası Doğa’dır ve doğayla yontulur dizeleri. Üçüncü ustası kadınlar’dır. Tekdüze yaşantısına renk katarlar.

Şiirlerini, köylülerin dokuyup yol üstüne attıkları küçük kilimlere benzeten Külebi, sabrını, zamanını, karısına; gözlerini delikanlılara, hayallerini kızlara, gövdesini böceklere vasiyet eder ve bütün şairlere selam söyler.

Çocuklar

Külebi, savaşları, insanlara verdiği zararlardan dolayı sevmez. Savaşlar sonucu "Babalar evlere mahcup dönerler." Çünkü ekmek kıttır, eve yeterli ekmek getiremezler. Açlıktan kızların benzi sararır, kadınlar bir deri bir kemik kalır, anaların sütü kesilir ve çocuklar ağlar. Savaşların etkileri bunlarla da sınırlı kalmaz. "Savaşlardan bir hatıra kalır", sadece. İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini "Yirminci Yüzyılın İlk Yarısı" ve "Harp İçinde" şiirleriyle dile getirir. "Çocukları ağlattılar", "Çocuklar ağladı" diyerek, savaşın çocuklara verdiği zararları anlatır. Çünkü savaşlarda babalar, evlere yeterli ekmek götüremez kıtlıktan. Ayrıca, çocuklar yetim kalır savaşlarda. Çocuklar, karınları doymadığı için ağlar; çocuklar babaları öldüğü için ağlar. Külebi, yayılmacılığa (emperyalizme) karşı verilen Kurtuluş Savaşı’mızda da, savaşın etkilerini anlatırken, denizlerin maviliğinin kaybolduğunu, tarlaların sürülemez olduğunu, davarların sütünün kesildiğini, daha da beteri, bebelerin “öksüz” kaldığını belirtir.

Külebi kadınları sever. Hatta kadınlara olan sevgisinden dolayı, kendini Karacaoğlan ile bacanak görür. Söz çocuklara gelince, "Bütün kadınlardan ziyade, ben yine çocukları severim" der. Hatta bu sevgiyi, mezarının üstünde çocukların oynamasını isteyecek kadar ileriye götürür. "Mezarımın üstünde çocuklar oynasınlar" diyerek.

Oynamayan tay nasıl at olmazsa, ağlamayan çocuk da çocuk olamaz. O halde çocuklar, savaşların dışında, doğal olarak ağlamalıdır. Hatta ağlamayı -savaş durumlarının dışında- uyumaya tercih eder. Çünkü çocuklar -oğlu Mehmet Ali- büyüyünce de uyuyabilir ama, ağlayamaz. Hele bir de serde erkeklik varsa. Onun için, "Ağlamayan oğlanı ben neyleyim Mehmet Ali’m" der.

Külebi, yağmuru; taşları, toprakları, dünyanın yüzünü yıkaması, yeşillik, sevinç getirmesi için isterse de, yağmurdaki esas beklentisinin “nafaka” olduğunu "sendedir bütün nafakamız" diyerek anlatır. Nafakadan, çocuklara ayrı bir pay verir; "Tarlalar buğday bekler senden, çocuklar ekmek" diyerek. Böylece çocuklara verdiği değeri belirtir.

Büyük Ozan, özgürlüğe tutkundur. Hatta öylesine tutkundur ki, gemilerin rıhtımlarda halatları bağlı kalması bile onu rahatsız eder. Kuvveti yetse, halatlarını keserek onları azat etmek ister. Kent çocuklarını evlerinde, halatlara bağlı gemilere benzetir. Oysa köy çocukları özgürdür. Çocuklara, kiraz çiçeklerinden bir çift kanat takarak, onları azat etmeyi düşler. Sonra da kendi kendine, “Artık işin kalmadı” der ve çeker arabasını gider.

Külebi, Masaldaki çocuk’ta; çocuk korkularını anlatır. Çocukların ağlamaktan, gülmekten, eve gelen haberden, kente yağan yağmurdan, akşamın olmasından ve yalnız kalmaktan korktuğundan söz eder. Çocukları korkuyla özdeşleşmiş görür.

Külebi, yirmibir yaşlarında sevdalıdır. Sokakta dolaşamamakta, rüzgarda serinleyememekte, esneyip gerinememekte ve parkta upuzun yatamamaktadır. Bu, içi sevda dolu yolculuktan, "Kurtar beni artık ey çocuk!" diyerek, çocuklardan yardım ister.

Külebi, karısını çok sevmektedir. Onun gözlerinde bahçeleri bulur ve böyle bir karıyı evinin önünde dolaşsa bulamayacağını belirtir. Karısını öyle güzel görür ki; çocuklarının onun kadar güzel olmasını diler.

Külebi, çocukların sağlıklı büyüyüp gelişmesinden yanadır. Çocukların sararıp solmasını istemez. İster ki, çocuklar hep tosun gibi olsun.

Külebi, Bir Yılbaşı Gecesi’nde, yaşlandığından ve işinden soğuduğundan söz eder. Bu nedenle, geliri azalır ve “çocuğunun elindeki ekmek” küçülür. Şiirleri yarım kalır. Yılbaşılarını, yaşlandığı, dolaysıyla geliri azaldığı için istemez. Çünkü, çocuğunun elindeki ekmek, gün geçtikçe azalmaktadır.

Külebi, “Şimdi” de; kitap üzerine eğilmiş, düşünen, uyuyan, çalışan, eğlenen, can çekişen, kötülük düşünen, sevişen insanlarla, kağnıları, trenleri, uçakları, ekinleri, ağaçları, kızları anlatırken, çocukları da unutmaz. Onlardan da dem vurur: Bazı kadınlar, “Ak sütü dolap dolap çocuğunu emzirmektedir” der.

Çocuklar’da; çocukları nazlı bir kuşa benzetir. Onları, taşlanmış kuşlar gibi dolaşır görür. Karaçalılara benzeyen bacaklarını, toz toprak içinde bulur. Çocukların gözlerinde mavi dumanlar tüttürür. Babası ölen bir çocuğun annesinin, mendil bulamadığı için saçlarıyla terini silmesi, karşısında etkilenir. İsteklerini de dile getirir çocukların ve “Çocuk dediğin, ev ister, ekmek ister, öpülüp okşanmak ister” diyerek. İkinci Dünya Savaşı’nın insanlara ettiğini bir dereceye kadar hoş görür de, çocuklara verdiği acıya katlanamaz. “Yirminci yüzyıl, sabi sübyan demeden neler etti” der. Ağabeyini, çocukların bir örneği (prototipi) olarak kabul eder. Onun kaderini, bütün çocukların kaderi olarak görür. Buna rağmen O, çocukların, ağaçların dalları gibi büyüyüp kuvvetleneceği düşüncesiyle, tüm karamsarlıklarını yenip umuda dönüştürür: “Bak dünyamız da güzel ay ışığı da/ Geceler de gündüzler de güzel/ Gel hep birlikte büyüyelim/ Ağacığım gel.”

Ülser’de; ellerin aklının göklerde olduğunu, atomlar yıldızlar yaptığını, kimsenin sayrıları düşünmediğini, anlatır. Hatta sağlık kitaplarının, beyaz gömlekli bayları kazandırmak, sağlık evlerinin ise bütün çocukları -adeta- korkutmak için görev yaptığını belirtir.

Türk Mavisi’nde; köy çocuklarının kentlere ineceğini, gecekondular kuracağını, hoyratlığa türkü çağıracağını anlatır. Çürüyen Otlar’da; insanın doğup büyüdüğü yerde, kadınların sütünün daha gür, daha ak; çocukların iştahının ise yerinde olduğunu, belirtir.

Son’da; “Şiir beklemeyin gayri benden, ey dünyadan gelip geçecek dostlar” der ve yarış atlarının yelerinde toz; kızların ellerinde, saçlarında, dizlerinde; yiğitlerin kollarında güç, olduğunu belirttikten sonra, çocukları da ihmal etmez: “Türküydüm çocukların dillerinde” diyerek.

Eğitim

“Çocuk sevgidir, umuttur, mutluluktur. Bir toplumun en değerli varlığıdır. Yarınlar, onlarla kurulacaktır. Külebi bu yüzden, çocukları yetiştirecek, onları ülkenin hizmetine hazırlayacak olan öğretmenlerden çok şey bekler. Köy Öğretmenleri I adlı şiirinde, öğretmenleri, “kara göklerin yıldızları” olarak niteleyen şair, onlardan yurdumuzu ışıtmalarını, uzak köylerimizden her sabah kuşlar gibi kendilerine uçan çocuklarımızı, iyi yetiştirmelerini ister.

Çünkü O’na göre, “uçsuz bucaksız yurdumuzun, gökte yıldız kadar çok olan köylerimiz”in bahtı ancak böyle gülecek, onların harap ve garipsi halleri ancak böyle sona erecektir.

Köy çocuklarını eğitmeden, köyleri kalkındırmak mümkün değildir. Köy Öğretmenlerine seslenmeye, Köy Öğretmenleri II adlı şiirinde devam eden Külebi’ye göre uzak, harap, yoksul, bakımsız ve garipsi köylerimize ışık iletmek, onların kara yazılarını değiştirmeye çalışmak öğretmenlerin görevidir. Bunun için de öğretmenlerimizden, karşılarına gelen çocuklarımıza çok iyi bir eğitim vermelerini, onları kültürlü, geniş ufuklu olarak yetiştirmelerini ister.

Yurdumuzun vadilere, dağlara, ovalara tespihler gibi dizilip saçılmış köylerinde yaşayan çocuklar, öğrenme aşkıyla yanıp tutuşmaktadır. Bu çocuklar, yurdumuzun kimi yörelerinde saçları uzamış, çatlak ellerinde çantaları, bakımsız ve perişan, yorgun ve sessiz üç-dört saat ötelerden umutla okullarına koşarlar. Hepsinin de gözleri ışıl ışıl yanar, zekidirler. Sopadan at yapıp eğlenen bu çocuklar, oyuncak için değil, kağıt, kalem, kitap, defter için gizli gizli ağlarlar. Şiirlerinde bütün bu düşüncelere yer veren Külebi, öğretmenlerden, “Yüce ırmak gibi sessiz, ama sürekli, kağnılarla, arabalarla, kamyonlarla” akıp köylere gitmelerini, böylece “yurdumuza ışık iletmelerini” bekler. Külebi, Cumhuriyet dönemi şairleri arasında, eğitimci misyonunu şiirlerine de yansıtmış başarılı bir şairdir” (Özbalcı, s. 196-197).

1950’li yıllar, tarımda traktörün yaygın olarak kullanılmaya başlandığı ve köylerden kentlere göçlerin kitleler halinde olduğu yıllardır. Köy Öğretmenleri I-II şiirleri, 1954-1964 yılları arasında yazılmıştır. Bu yıllarda Köy Enstitüleri İlköğretmen Okullarına dönüştürülmüş (1953-1954) ve öğretmen yetiştirme sistemi değişmiştir. İlköğretmen Okullarında yetişen öğretmenler, köylere gitmek istememektedir. Öğretmene en çok ihtiyacı olan bölge Doğu Anadolu, Doğu Anadolu’da ise “köyler”dir. Diğer bölgelerde değil de, Doğu Anadolu’da doğup büyüyen öğretmenlerin kendi bölgelerine gitmemelerini, “köylere ışık iletmemelerini”, Külebi hoş görmez, kabul edemez. Çünkü, gelişmeye en fazla ihtiyacı olan bölge Doğu Anadolu’dur.

Külebi’nin eğitim görüşleri, 1940’lı yılların eğitim görüşleriyle paralellik gösterir. Eğitimle, öğretmenle, toplumların kalkınacağına, gelişeceğine inanan Külebi’nin eğitimle ilgili düşüncelerini iki maddede özetlemek mümkündür.

Bunlardan birincisi: Kalkınma, ancak köylerin kalkınmasıyla gerçekleşebilir. Çünkü, hem “Gökte yıldız kadar köylerimiz var”, hem de “Uzak, harap ve garipsi”dirler. Başka bir deyimle, bu yıllar (1954-1964), nüfusun yüzde altmıştan fazlasının köylerde ve yoksulluk içinde yaşadığı yıllardır.

İkincisi; kalkınmayı, gelişmeyi sağlayacak olan temel öğe öğretmenlerdir. Çünkü öğretmenler, “kara göklerin yıldızları”dır. Dolaysıyla onlar, -öğretmenler- “yurdumuzu sabaha kadar ışıtmalı”dır. Bu düşünceler içindeki Külebi, Köy Öğretmenleri II şiirinde, üç şekilde seslenir öğretmenlere:

1) Çemişkezek’te, Patnos’ta, Malazgirt’te (Doğu Anadolu’da) doğanların, öğretmen olduktan sonra, kendi bölgelerine, kendi köylerine gitmediğini, çocukların öğretmensizlikten öksüz-yetim kaldığını, anlatır. Öğretmenlere “Işık iletmezseniz!” diyerek, -kendilerine olan- kızgınlığını belirtir. Bu konuda, çağdaşı Ceyhun Atuf Kansu da aynı görüşleri (Kızamuk Ağıdı) dile getirir. “Ah, ben bir gün tepelerden, tepelerden/Varıp önünüze, önünüze dikilip duracağım, /Aydınlardan, hekimlerden, öğretmenlerden, /Bir gün soracağım, bu çocukları soracağım.” C. Atuf Kansu da, Doğu’ya gitmeyen, “ışık götürmeyen” hekim, öğretmen ve aydınlara, hesap soracak kadar kızmaktadır.

2) Bugün her ne kadar sıkıntılarımız varsa da, aslında büyük bir ulus olduğumuzu, eğitimle tekrar eski büyük günlerimize kavuşacağımızı düşünür. Bu düşünce, bu düş duygulandırır onu. Bu düşün gerçekleşmesinde el vermeyen öğretmenlere sitem eder: “Çemizkezek’te, Patnos’ta, Malazgirt’te doğanlar/ Öksüz kor musunuz vatanı? ”

3) Çemişkezek’te, Patnos’ta, Malazgirt’te doğan öğretmenlerin, anlatılanlardan sonra ikna olacakları düşüncesindedir. … /Bütün bunları düşünmelisiniz./Yüce ırmaklar gibi sessiz, sürekli/Kağnılarla, arabalarla, kamyonlarla/Akıp köylere gitmelisiniz!”

Ve son sözünü söyler Çemişkezek’te, Patnos’ta, Malazgirt’te doğanlara:

“Yurdumuza ışık iletmelisiniz!”

KAYNAKLAR

Külebi, Cahit. Bütün Şiirleri. İstanbul: 1997.

Özbalcı, Mustafa. Cahit Külebi’nin Şiirlerinde Kadınlar ve Çocuklar. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. Samsun.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Fadiş'in yazarı Gülten Dayıoğlu vakıf kurdu/Kültür - Sanat/milliyet blog




Çocuklar ve gençler için kitap yazan, yayımlanmış yetmiş bir kitabı olan öğretmen kökenli Gülten Dayıoğlu; çocuk ve gençlik edebiyatı kültürünün gelişimini amaçlayan ''Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Vakfı''nı kurdu.
Vakıf, her yıl yenisi düzenlenecek olan bir yarışma ile Gülten Dayıoğlu adına, Çocuk ve Gençlik edebiyatının bir dalında ödül de verecek.

Yazarın ilk kitabı ''Fadiş'' isimli çocuk romanıdır. Fadiş'in bir yazılış öyküsü var; bunu yazarın kendi ifadesiyle yazayım: 'Bir gün gazetelerden, Yapı Kredi (Doğan Kardeş) Yayınevi tarafından, Çocuk Romanı Yarışması açıldığını öğrendim. O anda bu yarışmaya katılma isteği ile kuşatıldım. O dönemde öğretmendim. Çocuk öyküleri yazıyordum. Birkaç dosya dolusu öyküm vardı. Ama, elimde hiç roman yoktu. Ne var ki, belleğimde beslemekte olduğum kaynaklar arasında, çocuk romanına yarayacak pek çok konu vardı. Şaşırtıcı bir cesaretle hemen, romanı kurmaya giriştim. Romanda kullanacağım konuları saptayıp alt alta yazdım. Sonra tipleri oluşturdum. Adlarını koydum. Çok geçmeden kabataslak bir plan ortaya çıktı. Yarışmaya katılma süresi oldukça elverişliydi. Bu zaman dilimi içinde, romanı yazıp yarışmaya katılabileceğime inanıyordum. Böylece ilk romanımı yazmaya başladım.''

''...Sıra romanı daktilo ile temize çekmeye geldi. Bu işin en zor aşamasıydı diyebilirim. Çünkü daktilomuz yoktu. (...) Bu aşamada aklıma okulun daktilosu geldi. Müdüre gidip yazdığım romandan, katılmayı ve kazanmayı düşlediğim yarışmadan sözederek, haftasonları daktiloyu evime götürme ricasında bulundum. Müdür pek istekli değildi. Ama, beni kırmak da istemiyordu. Çünkü uyum içinde çalıştığı birkaç öğretmenden biriydim. İki gün düşündükten sonra önerime evet dedi. Elbette öğüt vermekten de kendini alamadı:

''Bak kızım, bu devlet malı. Okulun demirbaşı. Aman, başına bir şey gelmesin!.. Yoksa bana ödetirler.'' dedi. Nasıl sevindim anlatamam. Sanki müdür yazı makinesini bana armağan etmişti.''

''Daktiloyu elime verdiğinde, bir an sevincim gölgelendi. Çünkü daktilo çok ağırdı. Üstelik sapı da kırıktı. Onu Bomonti'den, Nişantaşı karakolunun yakınındaki evimize ancak, göğsüme bastırıp karnıma dayayarak getirmem gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Bu getir götür işleri, yarışmaya son katılma tarihi yaklaştıkça, her güne bindi. Eşimle gece geç saatlere kadar çalışıp, ertesi sabah erkenden daktiloyu okula götürüyordum.''

''Yarışmaya katılma süresinin bitimine birkaç gün kala, romanı bağrıma basıp, Yapı Kredi Yayınevi'nin yolunu tuttum. Sevinç içinde yayınevine girdiğimde ilk karşılaştığım kişi, Onat Kutlar oldu.''

''Yarışma sonuçlarını beklerken, içimi tarifsiz coşkular sarıyordu. Nedense hep, yarışmayı kazanacağıma inanıyordum. Çünkü Fadiş'e güveniyordum. Yazık ki, güvendiğim dağlara karlar yağdı. Yarışmayı kazanamadım.''

Gülten Dayıoğlu daha sonra Fakir Baykurt'u, Milli Eğitim Bakanlığı ile Amerikalı uzmanların işbirliğinde Ankara'da düzenlenen ''Çocuk Kitapları Yazma Semineri''nde tanır. Baykurt'a Fadiş'ten sözeder. Baykurt Fadiş'i okur ve ''Tam da bizim insanımızı, bizim çocuklarımızı, bizim hayatımızı yazmışsın. Eline sağlık.'' der. Ancak bu destek de kitabın yayımlanmasına giden yolu kısaltmaz. Dayıoğlu başvurduğu yayıncılardan beklediği desteği alamaz.

Peki sonra ne olur? ..

Gülten Dayıoğlu, Fadiş'ini Milliyet Yayınları'nın başında olan Tarık Dursun K.'ya götürür. Roman beğenilir, dilinin düzeltilmesi istenir, onu da yapar Dayıoğlu... Ve nihayet ocak 1971'de Fadiş basılır. Yazar: ''Onu elime verdiklerinde, yeni doğmuş bebeğimi kucağıma almış gibiydim. Öylesine sevinçli, öylesine coşkulu!..İki oğluma, bu ilk romanımı gösterirken: Size bir kız kardeş geldi, dediğimi ailece hiç unutmadık.''

Gülten Dayıoğlu Vakfı, 23 Nisan 2008'de sonuçlanacak ve son katılma tarihi 31 Aralık 2007 olan çocuk ve gençlik romanı yarışmasına bizleri de bekliyor. Ne dersiniz sevgili Milliyet Günlük Yazarları; yazar mıyız birer çocuk romanı da, bizler de katılır mıyız bu yarışmaya?

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Egon Schiele ve desen/Kültür - Sanat/milliyet blog




Size bugün Egon Schiele'den bahsedeceğim. Avusturya doğumlu sanatçı 12 Haziran 1890'da doğmuştur. Resime olan ilgisi küçük yaşlara dayanmaktadır. Grafit, suluboya ve kurşun kalemi kağıt üzerine adeta işler gibi çalışırdı. Ekspresyonist yani dışavurumcu bir
 ressam olan Schiele'nin güçlü anatomi bilgisini yaptığı her resimden kolayca anlamak mümkündür. Çizgilerindeki heyecan verici enerji kimi zaman erotizme, kimi zaman da yaşamdan aldığı tadı bize göstermektedir.

Her ressam gibi o da bir ressamı kendisine idol olarak seçmişti. Onun kendisine örnek aldığı sanatçı yine bir dışavurumcu olan Gustav Klimt'tir. Hatta figürlerindeki tekniği ile Gustav Klimt'in de ötesine gitmeyi başarmıştır. Figürler kırılgan, kimi zaman hastalıklı, kimi zamansa fakir ve hüzünlüdürler...

Kişiliği ve yaşamı tartışmalı bir sanatçı olmuştur. Ama buna rağmen şu an Avusturya'nın ve dünyanın en iyi sanatçıları arasında gösterilmektedir. Egon Schiele, 1915'te modeli Edith isimli bir kadınla evlenmiş ve gelişmiş sanatına karısıyla birlikte yaşadığı stüdyo tarzı dairelerinde devam etmişlerdir.

Dediğim gibi, tarzı ve yaşam şekli her zaman ve hala tartışıla dursun o kısacık hayatına bir dünya sanatçısını sığdırmayı başarabilmiştir. 19 Ekim 1918'de karısı Edith karnındaki çocuğuyla birlikte hayata veda etmiştir. Nitekim karısının ölümünden tam 13 gün sonra yani 31 Ekim 1918'de kendiside karısının ölümüne neden olan İspanyol gribinden dolayı vefat etti.

Pesimist görünümlü tablolarında hüznü ve acıyı görmek isteyenlere şiddetle Egon Schiele'nin tablolarını görmelerini tavsiye ediyorum...

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Aşkla prangalar nasıl eskitilir?/Kültür - Sanat/milliyet blog




Geçmişte de çok dinlediğim bir şarkıyı tekrar dinledim bugün. Güzel bir yorumla duygulandırıyor insanı. Tok bir ses "Hasretinden Prangalar Eskittim" diyordu. Hemen bunu yazan şair geldi aklıma Ahmet Arif’ti bunları satırlara döken. Ve şöyle diyor du
 :

Seni anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Sevgisini sevgilisini anlatabilmiş midir derin masa sohbetlerinde, kahpe yalanlara bilmiyorum ama şiirlere iyi nakşetmiş. Dipsiz bir kuyu gibi almış içine o duyguları!... Sonra birden hatırladım, bilgisayarımda bir yerlerde kayıtlıydı bu şiir. Hem de şairinin kendi sesinden. Hele bir de kendi sesinden dinleyin bu şiiri bakın nasıl etkileniyorsunuz. Sessiz bir haykırış gibi geliyor arka arkaya satırlar.

Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara.
Akan yıldıza.
Bir kibrit çöpüne varana.
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,

Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, bulamadım bir türlü ama eksiksiz ve doğru hatırlayabiliyorsam, şöyle deniyordu şair için : "Ahmet Arif, bir Coğrafya şairidir ! Gözlerinizi kapatırsanız üşür".. Ne güzel bir tanımlama yapılmış. Yaşamlarını bir zindanda iki taş duvar arasında geçirenler, dışarıda akıp giden dünyanın farkına varamazlar, hayallerinde resmederler. Sevgisiz, sevgilisiz geçen bir ömür.

Seni anlatabilsem seni...
Yoklugun, Cehennemin öbür adidir
Üsüyorum, kapama gözlerini...

Büyük bir olasılıkla ölüm sonrası "dağ rüzgarlarını şehir çocuklarına taşıyan şair" demiş bir yorumcu. Dağ rüzgarlarını, zemheri soğuklarını, sevgi sözcükleriyle, sevdasının sözleriyle bize ulaştıran büyük şair ruhun şad olsun.

Fiziksel olarak olmasa da nice aşıkların ayağına pranga olmuştur umutsuz, uzak sevdaları. Ne derin duygular beslenmiş. Adamı dağa çıkartmış. Dağlar adamı şair yapmış, esen yele, zemheriye, baharın çiçeğine uçan kuşa söylemişler nameleri : Sevdamızdır bizi buraya çıkartan/ yalınayak/başımız dik/sermayemiz yalnızca yiğitlik!..

Böyle sevdalar var mı artık bilmiyorum. Yoğun, koşuşturmalı bir kent yaşamında, kent soyluların sevdası, bir kadeh kırmızı şarap, bir demet çiçek, bir pırlanta yüzük, birkaç tatlı söz müdür derin sevdalar. Yoksa sevdanın derini, engin denizlere haykırmak, dipsiz kuyulara mırıldanmak mı ? Hangisi daha engin, hangisi daha sığdır günümüzde bilmiyorum ama Nazım’ın dediği gibi "sol yanındaki cevahir" sızlıyorsa sevdalandığında ve saatlerce yol yürütüyorsa, yağan yağmur altında, uyku girmiyorsa gurbette otel odasında, derin sevdadır.

Varsın eloğlu başka söylesin. Yaşadığım sevda benim sevdamdır. Sevdanın, sevdalananın yokluğunun cehennemin öbür adının olduğu ve yalnızlıkların insanı üşüttüğü sevdalar yaşanmamış değildir. Yaşanılabilen aşklar adına, bir kadeh kırmızı şarap, fonda bir Bethowen bestesi bile yeter, dağlara çıkmaya gerek yok.

Yapabilene eğer mümkünse, aşka şiirler yazmak, aşk adına prangalar bile eskitmek ne güzel.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Şeffaf odalı bir pazar/Kültür - Sanat/milliyet blog




Çok ender televizyon izleyen birisi olarak tesadüfen karşımda bulduğum bir program günüme damgasını vurdu bu hafta.

Güneri Civaoğlu ve Zülfü Livaneli’nin paylaştığı sohbet öylesine içten, öylesine yürekten gözlere sözlere akmış sevgi ve bilgi deryasıydı ki, televizyon izlemekten oldum olası
 hoşlanmayan ben, hayran hayran ekrana bakıyor, onların gözlerindeki sözlerindeki coşkuyu cıvıltıyı hiç bitmesin dilekleri ile izliyordum.Zülfü Livaneli’nin müzikleri ile süslenen sohbet o kadar çok şey anlatıyordu ki.

Sohbet daldan dala konuyor, doyumsuz keyifle akıp gidiyordu.Gülen yüzü ile anlatıyordu Zülfü Livaneli, bir gün okuyup da beğendiği Sabahattin Ali’nin şiirini bestelemesinin hikayesini.

Döndüm Daldan Kopan Kuru Yaprağa Leylim Ley
Seher Yeli Dağıt Beni Kır Beni Leylim Ley
Götür Tozlarımı Burdan Uzağa Leylim Ley
Yarin Çıplak Ayağına Sür Beni
Leylim Ley Leylim Ley Leylim Ley

Geniş kitlelerin “leylim ley” diye haykırarak söyleyeceği parça olma yolundayken her nedense (!) yasaklanmış, söyleyenler toplanıp sorgulanmıştı.Sonra her nedense (!) serbest olmuş, herkesin ağzına düşmüş, gazinolarda pavyonlarda söylenir olmuştu. Hatta bir gün Müjdat Gezen kendisine telefon edip “kusura bakma ama, köşede ayı oynatıyorlar hem de senin leylim ley’le “ dediğini kahkahalarla anlatıyordu programda. Bir zaman neden yasaklanmıştı, sonra neden serbest bırakılmıştı hiçbir fikri yoktu.

Bir başka sohbete daldıklarında ben Türküm, özüm bu, atalarım büyük hizmetler etmişler bu topraklara, ben bu milletin şarkılarını türkülerini yazmışım, bana Türklüğü milliyetçiliği anlatmasınlar diyordu. Güneri Civaoğlu’da “bundan öte daha ne yapabilir ki bir Türk, birçok kitabı yabancı dillere çevrilmiş, yurt dışındaki en önemli basım evi geleceğin en büyük yazarlarından ilan etmiş “ diyordu. Haklıydılar. Şimdi bu kadar üretken (kitap, müzik, film, sosyal görevler ), insan sevgisi her cümlesinden taşan birisi yurdunu milletini seven değil de, eline silahı alıp, özellikle ülkenin yetiştirdiği ve milletine nice katkılar sunacak olan aydınını vuran mı milliyetçi vatanını seven oluyor. Bu nasıl bir çelişkidir.

Yüzüne baktıkça dostluğun, sevecenliğin en güzel yansıması görülen, “ Karlı kayın ormanında, yürüyorum geceleyin...Memleket mi yıldızlar mı ,gençliğim mi daha uzak...Yedi tepeli şehrimde bıraktım gonca gülümü, ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü” bestesini yapacak kadar duygu yüklü, aşağıdaki dizelerden bahsederken “ bu da bir şekilde hayatımın özeti gibi” diyebilecek kadar zırhsız açık yürekli birisinin sohbetine doyum olmuyordu.

Sevdalı başım
Ah benim sevdalı başım
Ah benim şair telaşım
Ah benim sarhoşluğum
Ah çılgın yüreğim
Sus artık uslandır beni

Kaç okyanus geçtim böyle
Kaç denizde yitip gittim
Kırılmış direkler yırtık yelkenlerle
Kaç seferden yorgun döndüm

Ah benim yaralı ruhum
Ah benim insan kusurum
Ah benim isyanlarım, ah yalnızlıklarım
Gel artık uslandır beni

Ah benim iyimser yanım
Ah benim aldanışlarım
Ah benim kavgalarım
Ah pişmanlıklarım
Sus artık uslandır beni

Bu üretilen müzikler, kitaplar yüce gönüllülük olmadan doğamazdı. İki satır yazı yazabilen birisi olarak bunu az çok kavrayabiliriz. Bütün mütevazi duruşuna rağmen ne bilgili, hayatı nasılda anlamış kavramış biriydi izlediğim.

Komşularımızla, özellikle Yunanlılarla olan meseleye “kardeş kavgası gibi” diyebilen, olayların tam ortasında yaşarken bile uzağında durup bütünü görebilendi.Ülkemizdeki yaşama ait mozağin kimler tarafından (İngilizler) ve ne amaçla (petrol) baltalandığını gayet sade, sohbet arasındaki birkaç cümleye sıkıştırıp özetlemesini izlemek büyük keyifti.

Program biterken mutluluk adlı kitabının film yapılması konuşuluyordu. Genelde, kitaplar filme döküldüğünde bir hayal kırıklığı olurlar.Oysa Zülfü Livaneli filmi çok beğendiğini, hatta çekimlere hayran kalarak izlediğini söylüyordu. Birçok yabancı dile de çevrilmiş bu kitabın filmini merakla bekliyorum.

Bir dostuyla sohbet etmenin sıcaklığını yüzündeki ifadesi ve gözlerindeki bakış ile izleyiciye hissettiren Güneri Civaoğlu da çok hoştu.Her ikisine de çok teşekkür ediyorum pazar günüme umut verdikleri için, geçmişten geleceğe bir soluk oldukları için, bu kadar karamsar düşüncelerin etrafımızı sardığı bu günlerde, yüzüme tebessüm oldukları için,bu güzel sohbete tanık olmamı sağladıkları için.

Program bittiğinde, bu kadar üretken, sanattan siyasete yaptığı her şeyi iyi yapan, sosyal yaşamda da üretken olan (unesco temsilciliğini yaptığı dönemde, en tepelerde yer aldığını da atlamamak lazım) yazarın, başka milletin içinden çıksa idi, nasılda el üstünde tutulup, arkasında destek olup, bütün dünyayla bu ürettikleri paylaşılırdı diye düşünmekten alamadım kendimi.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Ressamın dönemediği köşe taşları.../Kültür - Sanat/milliyet blog




Nedense ülkemde taşlar hak ettikleri yeri çok zor buluyor ve bu arada nice değerleri de ilgisizliğimizden kaybediyoruz...

Beyin göçü hep sorunumuz oldu ve olmaya devam ediyor. Yakınıyoruz fakat, kılımızı da kıpırdatmıyoruz elimizden uçup giden beyinlere karşı... Bir vurdumduymazlık içinde kahroluyoruz ama, dik duramıyoruz...

Ülkemde görsel sanatlar çevresinde köşe başları sayıları çok az olan birileri tarafından sanki tekele alınmış, o çevreye girmek aslanın midesinden ekmeği almak kadar zor kılınmış: isterseniz yedi başlı ejderha olun sanatınızla, sizi görmek istemezler...

Geçtiğimiz haftalarda bazı ulusal gazetelerimizde resim sanatımız masaya yatırıldı. Masaya yatıranlar bir bakıma sanki günah çıkardılar ve okuyanların yüreği “cız” etti... Ülkem yıllarca Batı sanatının gölgesinde bırakılmış ve sanatı kurtarmaya soyunmuş olanlar da, Batı sanatını ülkem adına pazarlamışlar... Bugün gerçekleri görmenin ışığında masaya yatırıyorlar resim sanatımızı ama, insan “Biraz geç olmadı mı” demekten kendini alamıyor...

Her neyse burada daha fazla söz etmeden konuyla ilgili olarak yazılmış olan bir şiiri gündeme getirmek istiyorum. Bakın ne güzel anlatılmış ülkemin görsel sanatlar kulvarı. Şiiri yazan sanatçı uzun yıllar ülkemizden uzakta ki sanat kulvarlarında, yurdumun sanat imajını doruklara taşımış biri. Fakat, ülkemde karşılaştıkları onu aşağıdaki şiiri yazmaya yöneltmiş...

NOT: Bu şiirin telif hakkı yoktur isteyen istediği gibi alıntı yapabilir yeter ki resim sanatımız tekelcilerin elinden kurtulabilsin.

Üç beş kişinin elinde ressamın kaderi

Ülkem demokratik yurdum...

Çeteler oluşmuş Anadolu’mda

Anneler ağlarken

Çocuklar yalnızlığın uç tepelerinde

Ve ülkemde

Doğduğum vatanımda

Bir kucak sevgiye hasret kalmışım

Keşke dönmeseydim diyorum

Keşke ölseydim de görmeseydim...


Yıllarca uzaktaydım

Ülkemin sanatı için ne savaşlar verdim

Kimseler bilmiyor ki

Bilmek istemiyor ki...


Sanatta en iyi olmuşum

Resimlerimde dünyayı uçurmuşum

Bir gün ülkemi yere vurmak isteyenlere

Yabancı diyarlarda karşı durmuşum

Öldürmek istemişler

Sıyrılmışım...


Ve öz vatanımda onlar

Ve önümü kesmek isteyenler

Ve çeteler oluşturarak sanat çevremizi kirletenler

İşte, çaresizim bunlara karşı

Ülkem vermiyor o desteği

Yaşamımı ortaya koyarak ülkem için verdiğim, verdiğim...


70 milyon insan yaşıyor yurdumda

70 milyon kalp çarpıyor sanat için

Sanatı yönetmeye soyunmuş bazıları

Kendi çıplaklıklarından habersiz

70 milyonu uyutmaya bakıyor

Üç beş kişinin elinde ressamın kaderi

Ülkemin sanat geleceği köreltilmiş

Meydanda onlar

Heryerde onlar

Meslekleri ön kesmek

Yaptıkları ülkemin değerlerini yıpratmak

Ve bir gün kendi girecekleri çöplükte

Bizleride kokuşturmak...


Nasıl göz yumarız ki

Nasıl hazmederiz ki

Elbet gün ağaracak bir gün

Kimin Batı’nın eteklerine sığındığı

Kimin milleti nasıl kandırmış olduğu

Ve kimlerin üçkağıt bir düzeni sanata taşıdıkları

Çıkar su yüzüne...


Şu anda ses getiremesek de

Bir volkan gibi

Bir çığ gibi büyüyerek

Yurdumun sanat alanında

O kötüleri

O talihsizlikleri

Sesimizle boğacağız

Sanatımızla ezeceğiz

Tıpkı şimdilerde sadece üç beş kişi olarak

Şimdilerde onları sanatımızla ürküttüğümüz gibi...


Yazdık anlamadılar

Kızdık dinlemediler

Ve sanki sahte sırça köşklerini kaybetmek korkusu ile

Yanıtsız kaldılar

Adsız kaldılar...


Kaçın ey sefiller

Yağlayın tabanları

Az da olsa birileri sanatıyla

Yurdumda efsaneler yaratıyor

Tövbekar olmak zamanınız gelmediyse

Gidin haç çıkarın belki sizi o kurtarır

Sığındığınız Batı sanatı alnınıza damgasını vurur...

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

H. Balıkçı' sının Savcı sı/Kültür - Sanat/milliyet blog




"Hapishanede idama mahkum olanlar, bilerek asılmağa nasıl giderler? !" başlıklı yazısı ile zamanın "İstiklal Mahkemesince 3 yıl 'Kalebend'lik ' cezası ile Bodruma gönderilen Halikarnas Balıkçısı'nın, bu hapis cezasını affa uğratan hukukçu, bir takvim yaprağındaki resminden tanındı... Nerede? 'Bodrum
 Marinasındaki bir kahvenin duvarında... Nasıl? 'Bir takvim yaprağında!'... Kim tarafından? 'Torunu tarafından. 'Torunu kim? 'Halen İzmir E.Ü.Tıp Fakültesinde Doç. Dr. Cüneyt Özek tarafından... Dedesi de işte o zaman Bodrum'da savcı olan ve Balkçı'yı affettiren Savcı: Cemil Özek...

Bir pazar günü Bodrum'a gitmiş İzmirli doktorumuz... 1987 yılında ölen dedesini, şöyle böyle hatırlıyor. Lokalin duvarındaki takvime göz gezdirirken, 'Bu beyaz şapkalı kim? ' diye soruyor oradakilere. 'Bodrumspor'un takım kaptanı Cemil Özek diye cevaplıyorlar doktoru. Bu resimdeki adam, dedesi aynı zamanda... Sen Bodruma gezmeğe gel. Takvim yapraklarında da ayrıca bul o'nu... Yepyeni bir cephesini öğren dedenin... Olacak iş değil... Hem de yıllar sonra!

Hiç bilinmezdi şimdiye kadar... Bu günlerde gün ışığına çıktı. Ki, Halikarnas Balıkçısı'nın Kalebend' liğinin affedilmesi için savcımız, İstiklal Mahkemeleri Başkanları olan üç Ali'lere mektup yazmış buradan... Cevat Şakir için. Ve cezası böylelikle kaldırılmış. Sonra dost olmuşlar. Akşamları birlikte yemek yer, eğlenirlermiş. Savcı, 'Adamın hası' nı', taaaa o devirlerde bilmiş... Bu devirlerde olsa gel de anlat şimdi! Arya söylermiş o bas sesi ile Balıkçı...'Mavi Sürgün'ü, onun zamanında yazmış. Savcı o kitabı ilk okuyanlar arasında anlayacağınız...

Balıkçı İstanbula geliyor. 'Daha ne kadar cezam kaldı? ' gibilerinden. Diyorlar: 'Sen zaten çoktan serbestsin!' O da, temelli Bodrumlaşmak için sevine sevine, zıplaya hoplaya Bodrum yolunu tutuyor... 1947 de çocuklarının eğitimi için İzmire yerleşen, gazetecilik, turizm rehberliği yapan, 1973 de kemik kanserinden ölen Balıkçı, Bodrum'da vasiyeti üzerine yapılmasını istemediği mezarında, yüzü 'Arşipel'e' dönük yatıyor...

Nerden nereye... Yıkık dökük Bodrum Kalesi şimdiki Marina Lokali olan kahve duvarlarındaki Balıkçının Savcısı Cemil Özek... Koskoca sürgün'ü 'Mavileştirerek'' Mavi mavi, masmavi'ye boyayarak geçiren koca çınar Balıkçı... O gün, bu gün bir efsane olarak anılıyor. Bütün teknelerin, Yeryüzünün bütün tatilcilerinin, cümle turist'lerin aşina oldukları mavi yolculuklar... Mavi yolculukların kurucusu, başlatıcısı, tanıtıcısı, yeryüne yayanı Halikarnas Balıkçısı Kabaağaçlı! Denize bağlı... Güzelliği, özgürlüğü, başkaldırıyı, insanoğlunun gelmişteki, gelecekteki arayışlarını, bunalımlarını, korkularını günışığına çıkaran, alabildiğince etkin bir anlatımla ortaya koyan bir adam...

Onun gibi bir kimse, 'Denizi ve güneşi' ancak böyle anlatır. Deniz Gurbetçileri'nde ne diyor Balıkçı'mız? 'Şafağın müjdecisi, güneşin önderi sabah rüzgarı, serin serin yelpazeliyordu. Geceyi de, karanlıkları da uzağa üflüyordu. Sabah yıldızı doğuda, şafağın koynunda çınlayan bir gülüştü... Deniz cam gibi durgundu, ama arasıra gelen ufacık kırışıklıklar, sabah yıldızını, ağaran evlerin ayak uçlarına getiriyordu. Bembeyaz Bodrum, masum uykusunda uyuyordu...'

Evet! Bodrum şimdi de beyaz evleri ile, üstüste yaşıyor. Yazın herkes Bodrumlu. Aşağı kurtarmıyor. Yazın, herkes 'Sürgün'... Hen de 'Gönüllü... Cevat Şakir, o saf, o bakir ama manalı sessizliğinin içinden bir sürgün felsefesi yarattı kendince. Bu gün her yerde konuşulan, bunlardır. O, 'Sürgün'leri' bile maviye boyadı. Rüyalar, hülyalar bile mavi buralarda şimdi. Her yer, mavi mavi masmavi... Mavilikler tütüyor bu diyarlarda... Yaz ve kış...

O, 'sürgünleri' bile mavileştirdi... Nefesi bile mavi kokardı Balıkçı'nın... O'nun manevi oğlu arkadaşımız Prof. Dr. Şadan Gökovalı O'nun için şöyle der: '' Ne mutlu bize ki, Ege'nin bir Balıkçı'sı var!

RESİMALTLARI: Bodrum Savcısı ailesi ile (Ortada oturan) Bodrum ve mavi yolculukları

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Çağan Irmak'lı günlerim.../Kültür - Sanat/milliyet blog




Bugünlerde Çağan Irmak’la geçiyor günlerim. Çalışmadığım için, sabahları, gösterildiği dönemde çok beğenerek izlediğim, Çemberimde Gül Oya’yı tekrar seyrediyorum. Bir şeyi ikinci defa seyretmeyi bilirsiniz neler olacağının farkındasınızdır bir sonraki sahneye hazırlıklısınızdır, bu sizi ayrıntılara doğru
 sürükler. Ayrıntıların dünyası otobandan çıkıp haritadaki ara yollarla bir yeri keşfetmeye çalışmak gibi bir şey bana göre. İşte ben bu zevki yaşıyorum her sabah. Onda kalkıyorum diziyi seyredip öyle güne devam ediyorum.

Yanlış anlamayın ne televizyon izlemeyi ne de bir diziye saplantı derecesinde bağlanmayı severim. Benim ki aslında bir beyin jimnastiği. Beni çok düşündüren bende yeni ufuklar açan bir dizi bu. Hiç bilmediğim bir dönemdeki olaylar bana acaba ben o dönem yaşasam neler yapardım sorusu uyandırıyor. Bu duyguyu ve kendimi yormayı sabaha hayal dünyamı da uyandırarak başlamayı seviyorum. Bir sabah uyanıyorum Yurdanur’um her şeye göğüs gerebilecek kadar güçlü, ertesi gün Zarife’yim ulaşamadıklarıma pencereden bakıp gergef işliyorum, bir başka gün Canan’ım içim kan ağlarken bile gülebilecek kadar yürekli …

Asmalı Konak’ta aynı duyguları hissetmemiştim. Hatta toplasanız on bölüm ancak izlemişimdir, o da diğer insanların zoruyla. Aslında en rahatsız olduğum şey insanların Asmalı Konak, Bir İstanbul Masalı, Kurtlar Vadisi gibi bazı dizileri hayatlarının merkezi haline getirmeleri. Bu dizilerin olduğu günler hayat duruyor onlar için. Birini arayıp gece bir şeyler planlamaya çalışırken aa pazartesi olmaz şu dizi var dediğinde gerçekten midem bulanıyor. Çok sinirleniyorum. Hayatını dizinin yönetmesine izin veren küçük insanları sevemiyorum. Ama o insanları ne hayatımdan çıkarabiliyor ne de bunları yüzlerine söyleyebiliyorum sonuç olarak saplantı haline gelen diziye karşı önyargım oluşuyor.

Çağan Irmak’sa gerçekten benim için araştırmaya değer biri. Bu hafta internette onunla ilgili baya bir yazı okudum. Ama merakımı giderecek sorular ona hiç sorulmamıştı. Gerisini hayal etmek zorunda kaldım. Çağan Irmak 4 Eylül 1970 İzmir doğumlu. Seferihisar’da geçmiş çocukluğu. Maalesef Seferihisar nasıl bir yer bilemiyorum bu biraz hayal kurmamı engelliyor. Kendimce Babam ve Oğlum’daki gibi bir yer olduğunu düşünüyorum. Sonra geçen gün konuşurken bir arkadaşımın dediği nokta takılıyor aklıma neden hiç küçük kız çocukları yok filmlerinde ve dizilerinde ? Ve neden filmleri bu kadar güzel, bu kadar dokunaklı ve bu kadar rahatsız edici ? Bence Çağan Irmak filmlerinin ortak özelliği bu, seyirciyi rahatsız etmesi. Film bittikten sonra bile hafif hafif dürtükleyen, en güzel rüyaların içinde birden beliriveren, sabah uyandığınızda kafanızda soru işaretleri yaratan.

Merak ediyorum nasıl bir çocukluk geçirdiğini ? Bütün bu yaptıkları garip bir şekilde birebir yaşadığı şeyler gibi geliyor ve bu yanılsama halim beni daha çok rahatsız ediyor. Sanki “Mustafa Hakkında Herşey” deki kardeş cinayetini işleyen de, babası öleceği için dedesinin evine bırakılan da, 1980 döneminde öğretmeni tarafından bütün bu yaşadıklarımı anlat denen de Çağan Irmak benim için. O fantastik öyküler kuran bir çocuk. Bense onun öyküleriyle kafası karışmış, artık bir seyirci olmaktan çıkmış, bir dedektif gibi onun filmlerinde dizilerinde satır aralarını okumaya çalışan obsesif biriyim.

Sanki onun bütün sırlarına bir gün, filmlerinde herkese gösterdiği ateş böceklerini görebilirsem kavuşacakmışım gibi… Bekliyorum…

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,