Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

H. Balıkçı' sının Savcı sı/Kültür - Sanat/milliyet blog




"Hapishanede idama mahkum olanlar, bilerek asılmağa nasıl giderler? !" başlıklı yazısı ile zamanın "İstiklal Mahkemesince 3 yıl 'Kalebend'lik ' cezası ile Bodruma gönderilen Halikarnas Balıkçısı'nın, bu hapis cezasını affa uğratan hukukçu, bir takvim yaprağındaki resminden tanındı... Nerede? 'Bodrum
 Marinasındaki bir kahvenin duvarında... Nasıl? 'Bir takvim yaprağında!'... Kim tarafından? 'Torunu tarafından. 'Torunu kim? 'Halen İzmir E.Ü.Tıp Fakültesinde Doç. Dr. Cüneyt Özek tarafından... Dedesi de işte o zaman Bodrum'da savcı olan ve Balkçı'yı affettiren Savcı: Cemil Özek...

Bir pazar günü Bodrum'a gitmiş İzmirli doktorumuz... 1987 yılında ölen dedesini, şöyle böyle hatırlıyor. Lokalin duvarındaki takvime göz gezdirirken, 'Bu beyaz şapkalı kim? ' diye soruyor oradakilere. 'Bodrumspor'un takım kaptanı Cemil Özek diye cevaplıyorlar doktoru. Bu resimdeki adam, dedesi aynı zamanda... Sen Bodruma gezmeğe gel. Takvim yapraklarında da ayrıca bul o'nu... Yepyeni bir cephesini öğren dedenin... Olacak iş değil... Hem de yıllar sonra!

Hiç bilinmezdi şimdiye kadar... Bu günlerde gün ışığına çıktı. Ki, Halikarnas Balıkçısı'nın Kalebend' liğinin affedilmesi için savcımız, İstiklal Mahkemeleri Başkanları olan üç Ali'lere mektup yazmış buradan... Cevat Şakir için. Ve cezası böylelikle kaldırılmış. Sonra dost olmuşlar. Akşamları birlikte yemek yer, eğlenirlermiş. Savcı, 'Adamın hası' nı', taaaa o devirlerde bilmiş... Bu devirlerde olsa gel de anlat şimdi! Arya söylermiş o bas sesi ile Balıkçı...'Mavi Sürgün'ü, onun zamanında yazmış. Savcı o kitabı ilk okuyanlar arasında anlayacağınız...

Balıkçı İstanbula geliyor. 'Daha ne kadar cezam kaldı? ' gibilerinden. Diyorlar: 'Sen zaten çoktan serbestsin!' O da, temelli Bodrumlaşmak için sevine sevine, zıplaya hoplaya Bodrum yolunu tutuyor... 1947 de çocuklarının eğitimi için İzmire yerleşen, gazetecilik, turizm rehberliği yapan, 1973 de kemik kanserinden ölen Balıkçı, Bodrum'da vasiyeti üzerine yapılmasını istemediği mezarında, yüzü 'Arşipel'e' dönük yatıyor...

Nerden nereye... Yıkık dökük Bodrum Kalesi şimdiki Marina Lokali olan kahve duvarlarındaki Balıkçının Savcısı Cemil Özek... Koskoca sürgün'ü 'Mavileştirerek'' Mavi mavi, masmavi'ye boyayarak geçiren koca çınar Balıkçı... O gün, bu gün bir efsane olarak anılıyor. Bütün teknelerin, Yeryüzünün bütün tatilcilerinin, cümle turist'lerin aşina oldukları mavi yolculuklar... Mavi yolculukların kurucusu, başlatıcısı, tanıtıcısı, yeryüne yayanı Halikarnas Balıkçısı Kabaağaçlı! Denize bağlı... Güzelliği, özgürlüğü, başkaldırıyı, insanoğlunun gelmişteki, gelecekteki arayışlarını, bunalımlarını, korkularını günışığına çıkaran, alabildiğince etkin bir anlatımla ortaya koyan bir adam...

Onun gibi bir kimse, 'Denizi ve güneşi' ancak böyle anlatır. Deniz Gurbetçileri'nde ne diyor Balıkçı'mız? 'Şafağın müjdecisi, güneşin önderi sabah rüzgarı, serin serin yelpazeliyordu. Geceyi de, karanlıkları da uzağa üflüyordu. Sabah yıldızı doğuda, şafağın koynunda çınlayan bir gülüştü... Deniz cam gibi durgundu, ama arasıra gelen ufacık kırışıklıklar, sabah yıldızını, ağaran evlerin ayak uçlarına getiriyordu. Bembeyaz Bodrum, masum uykusunda uyuyordu...'

Evet! Bodrum şimdi de beyaz evleri ile, üstüste yaşıyor. Yazın herkes Bodrumlu. Aşağı kurtarmıyor. Yazın, herkes 'Sürgün'... Hen de 'Gönüllü... Cevat Şakir, o saf, o bakir ama manalı sessizliğinin içinden bir sürgün felsefesi yarattı kendince. Bu gün her yerde konuşulan, bunlardır. O, 'Sürgün'leri' bile maviye boyadı. Rüyalar, hülyalar bile mavi buralarda şimdi. Her yer, mavi mavi masmavi... Mavilikler tütüyor bu diyarlarda... Yaz ve kış...

O, 'sürgünleri' bile mavileştirdi... Nefesi bile mavi kokardı Balıkçı'nın... O'nun manevi oğlu arkadaşımız Prof. Dr. Şadan Gökovalı O'nun için şöyle der: '' Ne mutlu bize ki, Ege'nin bir Balıkçı'sı var!

RESİMALTLARI: Bodrum Savcısı ailesi ile (Ortada oturan) Bodrum ve mavi yolculukları

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Çağan Irmak'lı günlerim.../Kültür - Sanat/milliyet blog




Bugünlerde Çağan Irmak’la geçiyor günlerim. Çalışmadığım için, sabahları, gösterildiği dönemde çok beğenerek izlediğim, Çemberimde Gül Oya’yı tekrar seyrediyorum. Bir şeyi ikinci defa seyretmeyi bilirsiniz neler olacağının farkındasınızdır bir sonraki sahneye hazırlıklısınızdır, bu sizi ayrıntılara doğru
 sürükler. Ayrıntıların dünyası otobandan çıkıp haritadaki ara yollarla bir yeri keşfetmeye çalışmak gibi bir şey bana göre. İşte ben bu zevki yaşıyorum her sabah. Onda kalkıyorum diziyi seyredip öyle güne devam ediyorum.

Yanlış anlamayın ne televizyon izlemeyi ne de bir diziye saplantı derecesinde bağlanmayı severim. Benim ki aslında bir beyin jimnastiği. Beni çok düşündüren bende yeni ufuklar açan bir dizi bu. Hiç bilmediğim bir dönemdeki olaylar bana acaba ben o dönem yaşasam neler yapardım sorusu uyandırıyor. Bu duyguyu ve kendimi yormayı sabaha hayal dünyamı da uyandırarak başlamayı seviyorum. Bir sabah uyanıyorum Yurdanur’um her şeye göğüs gerebilecek kadar güçlü, ertesi gün Zarife’yim ulaşamadıklarıma pencereden bakıp gergef işliyorum, bir başka gün Canan’ım içim kan ağlarken bile gülebilecek kadar yürekli …

Asmalı Konak’ta aynı duyguları hissetmemiştim. Hatta toplasanız on bölüm ancak izlemişimdir, o da diğer insanların zoruyla. Aslında en rahatsız olduğum şey insanların Asmalı Konak, Bir İstanbul Masalı, Kurtlar Vadisi gibi bazı dizileri hayatlarının merkezi haline getirmeleri. Bu dizilerin olduğu günler hayat duruyor onlar için. Birini arayıp gece bir şeyler planlamaya çalışırken aa pazartesi olmaz şu dizi var dediğinde gerçekten midem bulanıyor. Çok sinirleniyorum. Hayatını dizinin yönetmesine izin veren küçük insanları sevemiyorum. Ama o insanları ne hayatımdan çıkarabiliyor ne de bunları yüzlerine söyleyebiliyorum sonuç olarak saplantı haline gelen diziye karşı önyargım oluşuyor.

Çağan Irmak’sa gerçekten benim için araştırmaya değer biri. Bu hafta internette onunla ilgili baya bir yazı okudum. Ama merakımı giderecek sorular ona hiç sorulmamıştı. Gerisini hayal etmek zorunda kaldım. Çağan Irmak 4 Eylül 1970 İzmir doğumlu. Seferihisar’da geçmiş çocukluğu. Maalesef Seferihisar nasıl bir yer bilemiyorum bu biraz hayal kurmamı engelliyor. Kendimce Babam ve Oğlum’daki gibi bir yer olduğunu düşünüyorum. Sonra geçen gün konuşurken bir arkadaşımın dediği nokta takılıyor aklıma neden hiç küçük kız çocukları yok filmlerinde ve dizilerinde ? Ve neden filmleri bu kadar güzel, bu kadar dokunaklı ve bu kadar rahatsız edici ? Bence Çağan Irmak filmlerinin ortak özelliği bu, seyirciyi rahatsız etmesi. Film bittikten sonra bile hafif hafif dürtükleyen, en güzel rüyaların içinde birden beliriveren, sabah uyandığınızda kafanızda soru işaretleri yaratan.

Merak ediyorum nasıl bir çocukluk geçirdiğini ? Bütün bu yaptıkları garip bir şekilde birebir yaşadığı şeyler gibi geliyor ve bu yanılsama halim beni daha çok rahatsız ediyor. Sanki “Mustafa Hakkında Herşey” deki kardeş cinayetini işleyen de, babası öleceği için dedesinin evine bırakılan da, 1980 döneminde öğretmeni tarafından bütün bu yaşadıklarımı anlat denen de Çağan Irmak benim için. O fantastik öyküler kuran bir çocuk. Bense onun öyküleriyle kafası karışmış, artık bir seyirci olmaktan çıkmış, bir dedektif gibi onun filmlerinde dizilerinde satır aralarını okumaya çalışan obsesif biriyim.

Sanki onun bütün sırlarına bir gün, filmlerinde herkese gösterdiği ateş böceklerini görebilirsem kavuşacakmışım gibi… Bekliyorum…

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

bcmusicblog.blogspot.com banner images, template images




Blank Bootstrapt Blogger Template Code, Boş Bootstrapt Blogger Teması Şablon Kodları Nasıldır Nasıl Yapılır.

Blank Bootstrapt Blogger Template - Boş Bootstrapt Blogger Teması , Şablon Kodları

Bizim için önemli olan kısımları renklendirdik. Bir blogger temasına bootstrapt gömmek istiyorsanız renkli alanları ilgili yerlere koymanız gereklidir.

Özellikle jquery dosyalarını </body> etiketinden sonra kullanmalısınız yoksa çalışmaz.

Çocukluğumun en sadık dostları/Kültür - Sanat/milliyet blog




Çizgi film izlemeyi hep çok sevdim ben. Bugün bile hala ilerlemiş yaşıma rağmen kendimi engelleyemiyor. Televizyonda yakaladıklarımı ya da vizyona giren gerçekten film tadında hatta bazen onlardan bile güzel çizgi filmleri.

Çocukken en sevdiklerimden biri uçan kazdı kardeşimle televizyonun dibine otururduk tüm “biraz uzak otur gözünü bozacaksın” uyarılarına rağmen. Rüyalarımda o kazla dünyayı gezerdim ben. Beni her gece kanadına alır pencereden kaçırırdı uçan kaz. Kendimi Clementine zannederdim çoğu zaman. Ne kadar da güzel bir müziği vardı… Sonra Yakari küçük Kızılderili.

Sonra sonra başladı He-man, Voltran’lı vurdulu kırdılı çizgi filmler. En sevdiğimiz repliklerdi. “Hadi Voltranı oluşturuyoruz!” ya da “Gölgelerin gücü adına güç bende artık!” Bir dönem Japon olmak istedim ben çünkü onların çok büyük güzel gözleri olduğunu ve öyle gözlerinden yaşları fıskiye gibi fışkırtabildiklerini sanıyordum. Büyüdükçe anladım ki Japon çizgi filmlerindeki karakterler hiç de Japonlara benzemiyor. Kendimi aldatılmış hissettim. Hiç sevmedim Japonları bu yüzden.

Şimdi ise Buz Çağı favori çizgi filmlerim arasında çocukluğumdaki çizgi filmlerin tadını buluyorum onda. O garip sincabın atası olduğu düşünülen yaratık beni çocukluğumun tuhaf kıvrımlarının arasında dolaştırıyor.

Şimdiki çocuklar maalesef daha şiddet içerikli çizgi filmlerle büyüyor. Sadece çizgi filmlerde değil, oyuncaklar ve bilgisayar oyunları da onları bir şiddetin içinde oynamaya zorluyor. Üzülüyorum onlar için hem de çok …

O yüzden sımsıkı sarılıyorum çocukluğuma çocukluğumun mutlu masallarına… Bir gece uçan kaz beni ve Clementine’i alıyor . Yakari’de atıyla aşağıdan bizi izliyor. Güzel sakin bir bahçe buluyoruz. Saklambaç oynuyoruz ben sayıyorum “1,2,3,…….29, 30 önüm arkam sağım solum sobe saklanmayan ebe” gözlerimi açıyorum bir de ne göreyim kimse yok hepsi yokolmuş. Yerlerinde ellerinde silahlı beni kovalayan kötü adamlar, katiller ve dna’ larıyla oynanmış yaratıklar. Koşmaya başlıyorum. Onlar peşimden ateş ediyorlar, bir uçurumun kenarına geliyorum atlıyorum, düşmeye başlarken. Uyanıyorum… Herşey bir kabusmuş diyerek ışığı açıyorum. İşte hepsi buradalar. uçan kaz kapımın önünde boynuna gömmüş kafasını, Clementine yanımda yatıyor, Yakari atının sağrısına dayamış başını uyuyor. Gülümsüyorum, “onlar beni hiç bırakmadı ki” diye mırıldanarak uykuya dalıyorum …

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Luc Besson'un son masalı.../Kültür - Sanat/milliyet blog




Angela bir Luc Besson filmi. Filmin senaristi ve yönetmeni de kendisi. Filmin en ilginç tarafı siyah beyaz olması. Bu durum filme inanılmaz bir animasyon havası vermiş.

Filmin konusu çok da ilginç değil. Hatta bazıları Melekler Şehrini andırdığını bile söyleyebilirler. Kısaca konuyu özetlersem; Andre beceriksiz bir dolandırıcıdır ve bir gün köprüden atlamak üzereyken Angela ile karşılaşır…

Andre’yi Jamel Debbouze oynamış. Onu Amelie’den hatırlayanlar olacaktır. Geceleri resim dersi alan manav çırağı. Amelie’de de gerçekten kısa ama dikkat çekici bir roldeydi. Jamel 18 Haziran 1975, Fransa doğumlu. Fransa’da Zidan’dan sonra tanınan tek Kuzey Afrikalı olarak biliniyor. 15 yaşındayken bir kazada tek kolunu kaybetmiş Jamel. Filmde şaşkın,başarısız ve umutsuz bir insanı gerçeten başarıyla canlandırmış.

Luc Besson filminde oynattığı iki karakteriyle tam bir zıtlık yakalamış. Biri kısa,şaşkın,esmer bir adam; diğeri uzun boylu, zayıf, sarışın bir kadın. Çekimler görsel bir ziyafet. Sanki Luc Besson kafasında bazı resimler çekmiş ve bunları filmin içerisine yerleştirmiş. Çizgi film karakterlerini andıran ikiliyi izlerken eminim keyifli vakit geçireceksiniz.

Ben en çok köprüde yan yana durup nehrin akışını seyrettikleri sahnede arkadan çekim yapılan anı sevdim. Sanki yaşamı simgeliyor gibiydi. Hiç aklımdan çıkmayacak bir fotoğraf karesi. Kadın ve adam öyle farklı, öyle zıt ve öyle güzeller. Hayat siyah beyaz bakınca bile farklı, çekici. Zaman köprünün altından akan bir nehir gibi hiçbir şeye ve hiç kimseye aldırmadan akıp gidiyor… Bir fotoğraf karesi sanki yaşamımızın aynası…

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Evde film izlemek gibisi yok/Kültür - Sanat/milliyet blog




Havaların serinlemeye başlamasıyla evde film izleme günlerimiz de başladı bizim. Bu haftasonu birçok film izledim. Sinemaya gitmeyi o büyük ekranda hiç tanımadığım insanlarla bir anda gülmeyi ya da ağlamayı da çok severim. Ama evde film izlemenin keyfi de başkadır. Özellikle sinemalarda sürekli yemek
 yiyen insanları gördükçe evde huzur içerisinde film izlemenin keyfi daha bir başka.. Bir kutu kolanın en romantik sahnede açılma sesini duymadan veya yanımda oturan kişinin patlamış mısır yeme sesi eşliğinde ağlamadan ya da filmin ortasında bir şeyler almak için ayağa kalkan insanlar yüzünden filmin birkaç sahnesini kaçırmadan… Benim de son dönemde sinemadan el ayak çekmeme ve evimin mahrem sessizliğine kaçmama neden oluyor bütün bu yemek yiyerek film izleyen insanlar.İstediğim yerde filmi durdurabilmek, istediğim sahneyi tekrar izleyebilmek ve en önemlisi istediğim kişilerle film izlemek benim için büyük bir zevk.

Tek seyredemediğim film türü gerilim ve korku filmleri. Bazen çok merak edip seyrediyorum ama sonrası benim için kabuslarla dolu gecelere mal oluyor. Her defasında büyük bir yanılgı içerisine girerek bu defa korkmayacağım diyorum. Ama sonu genelde evde tek kalamamalara, ışık açık uyumalara ve hatta bazen uyuyamamalara neden oluyor. Bu durum o kadar uzun süre geçmiyor ki, hayat benim için olduğu kadar etrafımdakiler için de çekilmez oluyor. Bazen bir polisiye film sahnesi bile aynı etkiyi yapabiliyor. Özellikle psikolojik bir tarafı varsa bu durum beni çok sarsıyor. Her halde bu da bir hastalık bilemiyorum ama gerçekten çok korkuyorum. Bir anda başlayan bu korku beni çok tedirgin, gergin ve panik yapıyor.

İşin garip tarafı komedi filmi de sevmem ben. İlk tercihim değildir yani. Komedi olacaksa da içinde kesinlikle hüzün de barındırmalı bir film. O sadece gülünen Amerikan Pastası tarzı filmleri hiç sevemedim. Ben ince esprilerle süslenmiş filmleri seviyorum. Beni bir yerlere götüren film bitince bile üzerimde bir hakimiyet kuran. Birkaç gün beni etkisine alan ve yıllar sonra bile herhangi bir sahnesini tüm ayrıntılarıyla hatırlayabildiğim filmleri.

İnsan ne kadar çok ayrıntı fark edebilirse bir filmde, o kadar güzel hayal edebilir okuduklarını da. Her okuduğum kitapta da bunu ararım ben. Yazar bir ressam gibi yavaş yavaş çizmeli bana anlatmak istediğini ve ben o sahneyi gözümde tamamladığımda en güzel film sahnesi olmalı gözlerimin önünde beliren harflerin bütünü …

Sanat bir bütün değil midir zaten her seyrettiğiniz güzel filmde çok iyi bir ressamın sergisini gezmiş gibi olmaz mısınız ya da çok iyi bir roman okumuş gibi ve hatta en iyi besteyi mırıldanmış gibi…

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,



Yalvarıyorum sus!/Kültür - Sanat/milliyet blog




Geçtiğimiz günlerde Yılmaz Erdoğan’ın “yalvarıyorum” başlıklı yazısı (ya da kendi tabiriyle “güvercin kanadına yazılmış mektup”) yayınlandı Hürriyet gazetesinde. Yazı da genç ölümlere isyan ediyordu Yılmaz Erdoğan ve büyük bir “tevazu” ile dizleri üstünde yalvarıyordu. Televizyonlar bu yakarışa kayıtsız kalmadı. Gümbür gümbür düştü bu yalvarış
 ana haber bültenlerine. “helal olsun Yılmaz Erdoğan”, “içimiz parçalandı”, “yüreğimiz dağlandı”. Televizyonun başında bu ihtişamlı “yalvarışı” seyreden bendeniz ise sadece mide bulantısı hissettim. Bilmem neden garip bir bünyem var. Ne dayatılanı, ne de yalanı sindiremiyor.

Her zaman hayranlıkla okudum, izledim Erdoğan’ın ürettiklerini. Garip,insanı içine çeken ya da içine giren kelimeleri vardı “cebinde”. Sade, süs-püsten uzak ama derin, ama sıcak, ama gerçekti söylediği herşey. Hayatı ıskalayanların, hayatın ıskaladıklarının öyküsüydü hep sanki anlattığı şiirlerinde, oyunlarında ve hatta dizilerinde. Zor bir coğrafyadan, zor bir coğrafyaya göçmüş, tutunma mücadelesi vermiş bir kalemden düşüyordu yazdığı kelimeler. Peki derdim ne o zaman? Nedir bu “yalvarma” karşısındaki mide bulantısı?

Herşeyden önce samimiyetini yitirmişti benim için Yılmaz Erdoğan. O naif öfkelerin, şiddetli sevgilerin kokusu gelmiyordu artık kurduğu cümlelerden. Elbette değişen yaşam koşulları vardı. Parasını nereden, nasıl kazandığı belli olan adamların, yaşamın gülen yüzüne de dokunması suç değildi. Ama Erdoğan’ın yaşadığı erozyon farklıydı. Sanki kandırmıştı hepimizi. İlk önce başbakana “Tayyip Abi” diyerek başladı yeni hayatına. Bu, “ikinci Yılmaz Güney” diye “umut” edilen bir adamın ilk ihanetiydi kendine. Yeni hayatının miladıydı sanki “Tayyip Abi”, hiç ihtiyacı olmadığı halde, hiç gerek olmadığı halde. Asla “ağabeyini” incitecek birşey söylemedi, yazmadı o günden sonra. İnsanlar meydanlarda linç edilirken, dövülürken, vurulurken o “Bodrum”a saklandı hep. Yazarlar, aydınlar en azından isyan imzaları toplarken olana bitene, onun kalemini mürekkebi bitti nedense. En büyük ilham kaynağı, her fırsatta övündüğü şehrinde, Hakkari’de patlayan “derin” bombaların sesini dünya duyarken, o işitme ve konuşma kaybı geçirdi. Ne duydu, ne tek kelime söyledi. “Tayyip Abi”sinin uslu, şakacı kardeşi olmayı seçti.

Fakat ne olduysa oldu, belki eski günlerini özledi, belki de “isyancılık oyunu” oynamak istedi. Oturdu ve barış için “yalvaran” yavan bir mektup döşendi, yeteneğine ihanet ilkokul kompozisyonu tadında. Çünkü olan biten gerçekte umurunda değildi. Kelimeleri sahte, duygusu zorlama, aslında suya sabuna da pek el sürmeyen cümleleri ekledi ardı ardına. Sistemle arası en iyi gazete de bu yüzden yazısını manşete çekti, televizyon haberi de “flaş, flaş, flaş” dedi. Sonuçta “ağabeyi” üzmedi, kendi rahatını bozmadı, bolca da sempati topladı. Olan bazılarımızın midesine oldu. Tek isteğim var kardeş Erdoğan’dan. “dizlerimin üstüne çöktüm,yalvarıyorum”. ARTIK SUS!

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Siyah beyaz hatıralar/Kültür - Sanat/milliyet blog




Sıcak bir yaz akşamı boğaza karşı solgun bir İstanbul gecesinde gözü yaşlı hatıraları yazmak istedim. Bir nefes kadar kısa fakat dokunulmamış ama estiği yerde iz bırakan kimileri için yaşanmamış, kimileri için ardında yalnızca rutubet ve küf kokusu bırakan
 hatıralar. Belki de aklımda kalan kurumaya mahkum bir gülün gözyaşları ya da siyah beyaz tonlarda eskimeye yüz tutmuş davetkar bir gülümsemeydi yalnızca. Hatıralardan oluşan bir dünya daha mı güzel olurdu? Eski dostlar, akrabalar, ilk aşk, ilk öpücük, ilk sigara, film şeridindeki sevimli çocuk...Hepsi siyah beyaz bir karede hapsolmuş bitmek tükenmek bilmeyen bir mevsim yaşıyorlar.

Yazları yalnız ve solgun, kışları hüzünlü ve bir o kadar eski. Ilık meltem yüzüme vururken rakımdan bir yudum daha alıyorum ve anlıyorum ki her resmin ayrı bir hikayesi var. Hepsinde farklı kahramanlar, farklı mekanlar ama tema hep aynı...Bir yanda piyanonun tuşlarında tekrar bestelenen bir sevda masalı, diğer yanda küçük bir çocuğun gözyaşlarıyla ıslanmış, yaşanmamış, terkedilmiş anılar. Artık daha iyi anlıyorum yaşanmamışlığı. Zaman o kadar hızlı ki takvim sayfaları yetişemiyor. İnsanlar da o sayfalar gibi savrulup gidiyor farklı yerlere ve bir gün resimleri karıştırırken bir bakıyorsunuz hepsi kendi hikayesiyle geri dönmüş. Yıllar önce dertlerinizi paylaştığınız dostlar, başını omzuna yasladığınız sevdikleriniz...Her farklı resimde aklınızda bin bir türlü düşünce geliyor ve sonunda bu acıya dayanamayan gözleriniz resimleri ıslatmaya başlıyor. Damlarlar düşüyor, düşüyor durmak bilmeden ıslatıyor resimleri. Ta ki siz kendi hikayenizle bir resim olana kadar. O zaman anlıyorsunuz ki ağlayan gözler değil yürek! İnsanların hayatlarını bir çırpıda sisli karelerde takip etmek acı veriyor. Kimisi dost, kimisi akraba, kimisi de biranda rastladığınız ve hatta hatırlamadığınız birisi. O an düşünüyorsunuz: acaba şimdi ne yapıyorlar?

Hayat tertemiz bir gömlek. Her seferinde biraz daha kırışıyor, kirleniyor ve sonunda aynaları suçlamaya başlıyorsunuz. Yıllar geçtikçe affetmeyi, yeniden sevmeyi, takvime değil de insanlara göre yaşamayı, başarmayı, sonuna kadar gitmeyi öğreniyorsunuz. Arkanıza baktığınızda güvenebileceğiniz, her şeyinizi emanet edebileceğiniz bir dost gördüğünüzde kendinizi şanslı hissediyorsunuz. Sonra bir duble daha rakı doldurup Orhan Veli’yi, Yaşar Kemal’i, Ahmet Haşim’i düşünüyorsunuz. Onlar İstanbul’a nasıl baktılar? Kim bilir? Belki aşkla, belki tutkuyla, belki de gözyaşlarını tutamadığımız siyah beyaz fotoğraflardan. Hepsinde farklı duyguları, farklı İstanbul’ları, farklı hikayeleri buluyorsunuz okudukça. Şiirlerinde Osmanlı’dan kalma sokakları gezip hanlarda yatıyorsunuz, yedi tepeye tepeden bir bakış atıyorsunuz. Sonra arkanıza dönüp bakıyorsunuz. Biricik torununuz resminizi çekiyor. Artık siz de o karelerin içindesiniz ve sizin de bir hikayeniz var. Yalnızca okunmayı bekliyor. Öyle bir hikayeniz olsun ki tek bir kareye sığmasın, yalnızca siyah ve beyazın değil, her rengin güzelliğini anlatsın.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Bukowski ve Fante'yi kim çevirdi?/Kültür - Sanat/milliyet blog




Hiç Bukowski ya da John Fante okudunuz mu? Okuyanlar bilirler, okumayanlar için Charles Bukowski'nin kim olduğu hakkında çok güzel bir yazıyı Milliyet Blog ortamında Celal Çelik yazmıştı ayrıntısıyla. Bukowski'nin hangi kaynaklardan beslendiğini onun hayatını okuyarak da anlayabilirsiniz. Ben Bukowski'nin hayat hikayesini geçiyorum şimdilik (onu daha iyi anlayabilmek için çok önemli olmasına rağmen).


'John Fante ile Bukowski'nin ortak noktaları nedir?' sorusu aslında abesle iştigaldir. İkisi, Amerika'nın bir döneminin ruhudur adeta. Ve Bukowski ile Fante'nin ruhunu en mükemmel şekilde yakalayarak çeviren tek isim bence Avi Pardo'dur. Neden derseniz, ilk olarak, Bukowski biçem olarak ağır bir argo edebiyatı ile ve günlük dilde yazmaktadır. Herkes edebi biçimsel yönü ağır basan metinlerin daha zor olduğunu düşünebilir.


Ama bence gündelik dili ve her yana çekilen argoyu çevirmek neredeyse 4 dil bilmeyi gerektirir: İngilizce, argo İngilizcesi, Türkçe ve argo Türkçesi. Avi Pardo sanırım uzun yıllar yurtdışında yaşamış olması ve gündelik dili çok iyi kavramış olmasıyla da en doğru kişi olduğunu kanıtlamıştır.


Bukowski'nin en çok sevdiğim dediği ve hayatını değiştiren yazar ise John Fante'dir. bunu kendisi her fırsatta söylemiştir hayatı boyunca. ve onun sayesinde de Batı edebiyat dünyası bir anda Fante isimli 1930'lardan kalma eski bir yazarın kıymetini anlayabilmiştir ironik olarak. John Fante ile Bukowski 10 yaş farkıyla aynı dönemlerde yaşamıştır ve yazarlık serüvenleri çok benzerdir. Her ikisi de Amerika'nın bunalım yıllarını yaşamış ve "yitik kuşak" diye nitelendirilen yazarlardır. Her ikisi de göçmen ailenin birinci kuşak çocukları olarak farklılığı, yoksulluğu ya da tutunma kaygılarını yaşamış anne babaların çocuklarıdır. Ve her ikisi de yazarlık yapabilmek için alakasız işlerde çalışmışlardır.


İtalyan asıllı Fante balık fabrikasında işçilik, Alman asıllı Bukowski ise uzun bir alkolizm ve aylaklık döneminden sonra postanede memurluk yapmış ve hayata sadece yazarak tutunmaya çalışmışlardır. Her ikisinin de dilinde alaycılık ve insanı çok derinden, her türlü zayıflığıyla kavrayan bir anlatım vardır. Bukowski'yi tam anlayamayanlar onun sürekli küfür eden ahlaksız bir adam olduğu sanısıyla birinci öyküde kitabı bir kenara fırlatıp atarlar. Oysa öyle Bukowski öyküleri vardır ki bir bıçak gibi kesiverir sizi, o anlatımın inceliği karşısında diyecek hiç bir şey bulamazsınız. Kaba saba olmaklığı sisteme olan inançsızlığından ileri gelir. Ama özünde çok hassas bir kalbi vardır ve de herkese göstermez onu.


Bukowski'nin hayatını konu alan bir film de çevrilmiştir yazar henüz ölmeden "Barfly" adıyla, bizde de "Bar Kelebeği" olarak gösterime girdi ama aslında bende ilk duyduğumda "Bar Sineği"ni çağrıştırmıştı. Nitekim Bukowski'nin mektuplarından oluşan "Güneşe Uzan" kitabında sevgili Avi Pardo da aynen böyle çevirmiş.


Şimdilerde ise Hollywood John Fante'nin kesinlikle başyapıtı olduğunu düşündüğüm ve yine ilk kez Avi Pardo tarafından çevrilmiş olan "Toza Sor" (Ask the Dust) isimli ilk romanı aynı adla filme alındı. Ama ne yazık ki ve hangi akla hizmet olduğunu asla anlayamadığım bir şekilde bizim Türk film pazarlamacıları bunu "Aşka Sor" diye Türkçeleştirdiler. Dumura uğramaktan başka ne yapabilirim? romanın adının neden "Toza Sor" olduğu romanın sonunda açıkça belli olmaktadır ve de "Aşka Sor" gibi ucuz bir pazarlama kurnazlığı, hem yazarı hem de İngilizce bilmeyenleri "boşver ne anlarlar, biz gişe hasılatına bakalım" der gibi yok saymaktır neredeyse. Bu konu ayrı bir yazı konusu...


Bize gelirsek, Türk okuru 1920 doğumlu ve ülkesi Amerika'da da 50 yaşından sonra popüler olabilen Bukowskiyle 1980'lerin sonunda tanıştı ne yazık ki. Yanılmıyorsam Metis yayınlarından ilk çıkan kitabı "Ekmek Arası" idi ve çevirmeni Pardo değildi. Ancak o ilk basımdan sonra ve Bukowski'nin 1994'te ölümünden bir yıl sonra 1995'te Metis bu sefer Avi Pardo çevirisiyle yeni bir Ekmek Arası baskısı daha yapmış ve bu andan sonra da bence Türkiye'de Bukowski ve Avi Pardo isimleri yanyana anılır olmuştur.


Bukowski'nin neredeyse tüm yazıları, söyleşileri, öyküleri, şiirleri, mektupları, romanları Avi Pardo tarafından dilimize kazandırılmıştır. Ben Avi'yle şahsen tanışma şansına da sahip oldum ve Bukowski'nin gerçek ruhunu kavramış, neredeyse onunla nefes alan bir insan gördüm. Avi Pardo zaten kişisel olarak Bukowski'ye çok düşkün biri olmasının yanı sıra her önüne gelen metni çevirmeyi sevmeyen bir insandır. Bunun için gerçekten de oldukça mütevazi koşullarda yaşamaya razı olmuştur yıllardır.


Bukowski'nin sürekli yinelediği Fante'nin eserlerini de ilk olarak Avi Pardo çevirmiştir. Gerçekten de çeviri bir insanı bir metinden soğutabilir ve yazarın ruhuna asla yaklaşamayabilirsiniz kötü bir çeviriyle. Bu hem her iki dile hakimiyeti hem de dil dışındaki kültürel, ekonomik, güncel, siyasal her türden konuya hakimiyeti gerektirebilir. Pardo son 4 yıldır Parantez yayınlarından Bukowski ve Fante serilerini tamamladı ve bir de daha önce yasaklanan Henry Miller'ı yeniden kazandırdı dilimize. Ancak şimdilerde bu yayınevi de kapandı ne yazık ki.


Avi, hem bir özgün yazar avcısı hem de çok iyi bir çevirmen olarak beni hiç bilmediğim yazarlarla tanıştırmış ve öte yandan Türkiye'de edebiyat alanında çevirmenlik işinin ne kadar adaletsiz koşullarda yapıldığını da yakından görmemi sağlamıştır.


Eğer okumadıysanız bir Bukowski ya da Fante ya da Miller okuyun. Hayatlarını koyup o metinleri ortaya çıkaran yazarları düşünürken gecesini gündüzünü bu işe adayıp, önünde kitaplar yığılı, evinden hiç çıkmayan, işine aşık Avi Pardo'yu da aklınızdan çıkarmayın.


Bu yazıyı da metinle aramızda görünmez olmayı becerebilen tüm çevirmenler için yazdım.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,