Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Yahya Kemal ve Münir Nurettin'e yaklaşabilmek/Kültür - Sanat/milliyet blog



Üstad Yahya Kemal, yıllar önce, yazdığı bu enfes şiirin, Üstad Münir Nurettin tarafından besteleneceğini, bu besteyi bir yarışmada yarışmacılardan birinin okuyacağını, jüri üyeleri arasındaki bir zat-ı muhteremin de bu dev şaheseri dinlemekten yoruldum diyeceğini sanki görmüş...
Geçtiğimiz pazar gecesi, Star TV ekranlarında “Popstar Alaturka” adlı yeni bir müzik yarışması programı başladı. Adından da anlaşılacağı üzere, konsept olarak Türk Sanat, Türk Halk ve arabesk-fantezi müzik türlerinden seçilen şarkı ve türkülerle, yarışmacıların performanslarını sergiledikleri programda yapımcı-sunuculuğu her zaman olduğu gibi Osmantan Erkır yapmakta.

Programın yarışma jürisine baktığımızda; bu tür heyet-i umumiyelerin gedikli azası Armağan Çağlayan’ı saymaz isek cidden ağır toplardan kurulu olduğunu görüyoruz. Tarz-ı hayatını, geldiği, getirdiği çizgiyi beğenir ya da beğenmezsiniz size kalmış ancak Türk Sanat musikisine olan tartışmasız hakimiyeti, müthiş ses rengi, repertuarında bulunan binin üzerindeki –ki ilk dönem klasik eserler de vardır bunların içinde- Türk Sanat müziği şarkısı ve Klasik Türk Müziği eseri ve son derece güçlü diyaframı ve nefes ve gırtlak yapısı ile Bülent Ersoy gerçek anlamda bir ağır top, bir divadır.

Diğer bir jüri üyesi ise bu tür programlarda ilk defa gördüğümüz, yine bir büyük müzik üstadı Orhan Gencebay’dır. Nev-i şahsına münhasır ve kesinlikle arabesk olmayan müzikalite anlayışı, sayısını bilemediğim yüzlerce söz ve bestesi, son derece orijinal ve eşsiz ses rengi, her şeyden önemlisi de her anlamda gerçek bir sanatçı portresi ile nam-ı diğer “Orhan Baba” programa ciddi anlamda bir seviye getirmiştir.

Son olarak, Bülent Ersoy’un sık kullandığı ve Armağan Çağlayan’ın da söz ve mimikleri ile dalga geçtiği tabirle, heyet-i umumiye azalarının dördüncüsü olarak, Türkiye’nin en güçlü nefesine ve ses aralığına sahip bayan vokallerinden birisi olan Ebru Gündeş’i görmekteyiz. Ebru Gündeş de Bülent Ersoy ve Orhan Gencebay gibi iki dev ismin yanında son derece dikkatle davranmakta ve işin doğrusu, duruşu ile hiç de sırıtmamaktadır.

Bu tip yarışmalara son derece mesafeli durmuş olan bendeniz, tesadüfen takıldığım kanaldan program sonuna dek ayrılamadım. Müziğe ve özellikle de Türk Sanat Musikisine olan düşkünlüğüm, yukarıda saydığım jürinin genele yansıyan yüksek hasletleri cidden haftaya pazarı da iple çektirir hale getirdi.

Pazar gecesi gerçekleşen ilk programda öyle bir olay yaşandı ki bizler gibi kendisine; müziği, sanatı, kültürümüzü, bizleri biz yapan değerleri ve bu değerlerin sembolleşmiş, bayraklaşmış isimlerini son derece sayan ve korumacı, yüceltici sonsuza dek yaşatıcı misyonlar yüklemiş insanlarımızı derinden yaraladı.

Yarışmacılardan bir bayan; edebiyatımızın büyük üstadı, abidevi kişilik Yahya Kemal Beyatlı’nın müthiş şaheseri Endülüste Raks adlı şiirini, yine Türk kültürünün, musikisinin son dönemlerde yetiştirdiği en ulu isimlerinden birisi olan Üstad Münir Nureddin Selçuk’un akıl almaz bir melodik ve harmonik yapı ile besteleyerek bizlere kazandırmış olduğu dev eserini seslendirdi. Şarkı, müthiş zor bir şarkı idi ve yarışmacı bayan gerçekten de benim de beklemediğim bir performansla nerdeyse hatasız okudu.

Tabi bu durum üzerine ilk sözleri alan ve oradaki otoriteleri tartışmasız kabul edilmesi gereken Ersoy ve Gencebay, hem yarışmacıyı tebrik ve takdir ettiklerini ifade ettiler hem de söz ve beste ile ilgili, bu kültüre aşık, tutkun olan herkesin göstermesi gereken saygının yansıması olan sözler sarfettiler.

Yorum bildirme sırası Sayın Armağan Çağlayan’a geldiğinde, önce görüş bildiren jüri üyeleri gibi benim ve tüm izleyenlerin kanı dondu adeta. Sayın Çağlayan, bu eseri dinlerken, kendi tabiri ile “yorulmuştu”. Tabi ağır toplar, haklı tepkilerini vermekte çekinmedi ve gecikmediler. Çünkü hepimiz gibi onların da kanına dokunmuştu.

Son sözü alan, Ebru Gündeş daha usturuplu ve bence de en doğru yorumu yaptı. Gündeş, şarkıyı dinlerken duygu ve elektriği tam olarak alamamıştı sanatçıdan. Bu söze de kimse itiraz etmedi zaten. Bence de yarışmacı; bu son derece zor, icra edilmesi meşakkatli, maharet, bilgi ve kabiliyet isteyen dev eseri hatasız seslendireceğim derken –ki bunu da başardı bana göre ve Ersoy’la Gencebay’a göre- şarkıya ruhunu katmayı unuttu ya da başaramadı. Çünkü tüm enerjisi şarkıyı hatasız yorumlamak üzere kanalize olmuştu. Laf aramızda, bu işi de öyle dört dörtlük yapmak, böylesine dev isimlerin önünde ve milyonların karşısında her babayiğidin harcı olmasa gerek. Söylenen şarkı, “arabadan in, arabaya bin, gıdıkla yavrum gıdıkla” olsa neyse. O zaman Armağan Bey’de yorulmazdı zaten.

Üstad Yahya Kemal, yıllar önce, yazdığı bu enfes şiirin, Üstad Münir Nurettin tarafından besteleneceğini, bu besteyi bir yarışmada yarışmacılardan birinin okuyacağını, jüri üyeleri arasındaki bir zat-ı muhteremin de bu dev şaheseri dinlemekten yoruldum diyeceğini sanki görmüş de bakın neler yazmış:

“Çok insan anlayamaz eski musikimizden.
Ve ondan anlamayan hiçbir şey anlamaz bizden.”

Bu tip olaylar, bu eserler, şiirler, şarkılar, operetler, resimler, müzikaller, tiyatro oyunları ve bir toplumun kültür yapıtaşlarına dair ne varsa, sosyokültürel hayatın mihenk taşlarıdır. İnsanlar, bunların önlerinde, çıkarlar tartıya ve herkes kaç karat olduklarını işte böyle anlar.

Nur içinde yat Üstad Yahya Kemal, nur içinde yat üstad Münir Nurettin, yüreğinize ve dilinize sağlık Bülent Ersoy ve Orhan Gencebay!

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Kitaba para yok!/Kültür - Sanat/milliyet blog



Kitaplarımı kimseye vermeye gönlüm elvermez. Bu konuda direk paranoyaklaşırım, sinirlerim bozulur. Kıyamam vermeye; çünkü geri gelmeyeceğini bilirim. Kitabı ödünç isteyen yüz kere yemin billah etse kitap geri gelmez, gelmedi. Alıştım buna artık; ama yine de anlayamıyorum, verilen söz iki elin kanda olsa yine de tutulmaz mı?

Hele ki kuaföre, üste başa tüm parasını yatıran, ‘yetmezse’ para yaratıp, kredi kartının son limitlerine kadar borçlanıp yine de o saçı sarıya boyayan, Mango’daki o bluzü alanlara hiç vermek istemiyorum; çünkü kitabı hor görmelerini kabul edemiyorum. ‘Ayy, kitapçıda çok pahalı, yere de düşmemiş ki alayım... Seninkini getirir misin, bir okuyayım. Çok istiyorum da okumayı.’

Birincisi, o bluzü ya da onuncu çizmeni de almayıver de o kitabı al, madem o kadar çok istiyorsun okumayı. İçinde koca bir dünyayı barındıran, ayların yılların emeğiyle yazılan bir kitaba bir paçavranın tercih edilmesine kızıyorum. İkincisi, kitabın yere düşmesini beklemek, yazarın emeğine saygısızlıktır; paranın fotokopiciye, matbaaya, yeraltı ekonomisine kaydırılmasıdır, orjinal kitap alanların kitapları daha pahalıya almasına neden olmaktır. Dolayısıyla korsan döngüsünü beslemektir.

Şimdiye kadar okuduğum tüm kitapları yani dünyaları, değerleri, zenginlikleri biriktirip büyük denebilecek bir kütüphane oluşturmaya çalışıyorum senelerdir. Arada bir sevdiğim kitaplara dönüp yeniden, yeniden okumak için. Önceden bulamadıklarımı bulup, daha zenginleşmek, ‘güzelleşmek’ için. Eğer birini zenginleştirmek istersem, kitabın yenisini alır hediye ederim, yine kütüphanemden vermem. Benden sonra çocuğum da bu kütüphaneden yararlansın isterim; çünkü bu kitapların tümüne yakını klasikler, kült kitaplar, önemini belki asırlardır korumuş ve koruyacak eserler... Ve tüm o kitaplar, parayı kuaföre, kıyafete, gezip tozmaya vermekle kitabı almak arasında yaptığım seçimin bir sonucu.

Kitaba değer vermeyen birine onca değerli kitapları geri dönmeyeceğini, belki de hiç okunmadan bir kenara atılacaklarını bile bile vermek içimi acıtıyor. Elimde değil. Bunun maddiyatla ilgisi yok, tam tersi bana bu duyguları yaşatan maneviyatın ta kendisi.

Kitaba para yok diyenlerden olmayın lütfen. Çoğu zaman kendi seçimlerimizdir bize bu talihsiz tümceyi söyleten.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Yaşasın! Şair oldum/Kültür - Sanat/milliyet blog



Bir süredir bloglarda boy gösteriyor kendimce yazılarım. Bir şeyler söylemek istediğimde, kafam bozulduğunda bazen de sadece canım sıkıldığında kağıdın üstüne dökülen kelimelerimi yazıp yazıp atardım önceleri. Sonra sanal dünyada "blog" diye bir şey keşfettim. Bir çeşit "Hyde Park" oldu blog yazarlığı benim için. Kimselerin okumadığı bir köşede içimi döker gibi, söylenir gibi
 biriktirdiğim cümleleri yayınlamaya başladım. Hayatını yazı yazarak kazanan biri olarak, yazmaktan çok okumayı sevsem de, hoşuma gitmeye başladı kimseciklerin karışmadığı, tek "sansürün" vicdanım olduğu bir mecrada yazmak. Hiçbir zaman da yazılarımı "edebiyat" olarak düşünmedim. Sonuçta ben bir "yazar" değildim, sadece "yazan"dım. Taaa ki son yazımı Milliyet blog editörleri red edene kadar.

Aslında olması gereken öfke, üzüntü olmalı herhangi bir "hayır" cevabı karşısında. Hele bu "hayır" bir yazıya karşı söyleniyorsa. Fakat posta kutuma gelen red gerekçesini okuduğumda üzüntüm yerini sıcacık bir neşeye bıraktı. "Şiir gibi özgün edebi yazılara yer veremiyoruz" diyordu editör yayına almama gerekçesinde. Oysa klavyenin başına oturup herhangi bir "yazan" gibi düşürmüştüm kelimelerimi sanal kağıdıma.

Başucunda sadece şiir kitapları olan, şiiri edebiyatın en üst noktası olarak gören ama kendisi yazamadığından içten içe şairleri kıskanan birine verilebilecek en güzel "hayır" gerekçesiydi ve hayatımda duyduğum birçok "evet"ten daha çok mutluluk verdi. Yayınlayamasam da, yazarken şiir olduğunu bilmesem de, yazıma niye şiir payesi verildiğini anlayamasam da umurumda değil. Artık benim de bir şiirim var. Teşekkürler sayın editör.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Öykü(n)mece ve Feyza Hepçilingirler/Kültür - Sanat/milliyet blog



Feyza Hepçilingirler’ in Öykü(n)mece isimli küçük öykü kitabını biliyor musunuz? İsmi bile bir farklı ve esprili. Bence espri yapabilmek zeka gerektirir. Öykünmece ince esprilerle örülmüş, herbiri gotik ve metafizik gibi farklı tarzlarda yazılmış birçok kısa öyküden oluşuyor.

Sanırım amacı o tarzlara birer örnek vermek değil, tam tersine alaycı bir şekilde yaklaşmak. Kapı tokmağıyla konuşup 13 yaşındaki halini takip ettiği öykü ise favorim oldu. Gerçeküstücülüğün içinden yoğun bir yaratıcılık kendini gösteriyor çünkü. Üstelik her öykünün öncesinde çizimi de var, onlar da kitabın tarzına katkıda bulunuyor.

Hayatın her alanında sadelikten yanayım, özellikle de edebiyatta. Dostoyevski’yi düşünün. Öyle etkili bir yazar ki roman kahramanları rüyalarımda dolanır, beraber düşünürüz onlarla, beraber yaşarız. Yine ‘benim yazarlarımdan’ biri olan Hemingway, bence en tanımlayıcı tümceyi kurmuş onun hakkında: ‘Biri nasıl bu kadar kötü ve aynı zamanda bu kadar derin yazabilir?’

İşte Feyza Hepçilingirler’ in öykülerini okurken ben de nasıl bu kadar kısa ve yalın bir öyküde bu kadar etkileyici olabiliyor diye düşündüm sık sık. O ayrı bir yetenek olsa gerek; çünkü kısa yazmak, uzun yazmaktan çok daha zordur bence. Okumadan önce bir bakıyorum iki sayfacık bir öykü, bu kadar kısa bir metinle insan ne kadar çok şey ifade edebilir diye merak ediyorum; ama ikinci sayfanın sonunda öykünün sadece formatıyla, kurgusuyla, yazım teknikleriyle bile ne kadar çok şey anlatmış olduğunu görüyor, şaşırıyorum. Yazarın, son cümleleri ise öyküde bütünlük sağlamak ya da etkileyici olmak için her seferinde ustalıkla kullandığını görüyorum.

Ayvalık doğumlu yazarın uzun süre Türkçe öğretmenliği yaptığını, edebiyatı onu sıkıcı bulan öğrencilerine bile sevimli karakteriyle sevdirdiğini biliyorum. Karanfil Ne Renk Solar isimli kitabına ek olarak birçokları onu bazı okullarda zorunlu okutulan Türkçe Off ve Dedim Ah gibi Türkçe’nin kullanımındaki yanlışları işlediği kitaplarıyla tanıyor. Eski Bir Balerin (1985 Sait Faik Hikâye Ödülü) , Ürkek Kuşlar, Kırlangıçsız Geçti Yaz (1989 Yunus Nadi Armağan Öykü ikincilik Ödülü ve Balkan Yazarlar Karşılaşması 1991 “Borski Grumen” Ödülü), Savrulmalar (1997 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü) isimli kitaplarına ek olarak Feyza Hepçilingirler’in çocuk kitaplarının da birçok ödüle layık görüldüğünü hatırlatayım.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Pachebel'in Canon'u/Kültür - Sanat/milliyet blog



Pachebel'in Canon'u

İlk bakışta farkedilmiyordu. Rüzgarın savurduğu saçları, hasat
zamanına ermiş ekinlerin Van Gogh sarısına karışmıştı. Minik
elleriyle açıp, araladığı yolda yürüyordu. Elmacık kemiklerinin
üstünü örten güneş yanığı derisi yanaklarına elma parçası
yerleştirilmiş hissini veriyordu. Nereye
 yürüdüğünü anlamaya
çalıştım. O da bilmiyordu, sadece yürüyordu. Boyuyla yarışan
ekinlerin arasında kendine yol açması tek başına kaldığı zamanlar
için bulduğu bir oyundu belki.. Belki de yalnız kalmaktan
hoşlanıyordu.. Bir çağrıya kulak verir gibi aniden durdu. Minik
başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Üstünden geçen pamuk yumağı
bulutlara bakıyordu. Kollarını iki yana açıp, başını ince boynunun
sınırlarını zorlayacak kadar arkaya attı. Gözleri kapalıydı.
Bulutları zihnine atmış, tüm beyazlığını içine çekmeye çalışır gibi
duruyordu.. Bir süre kolları açık, öylece bekledi. Önce sağ, sonra
sol kolunu indirip dizlerinin üzerine çöktü. Sağ kolunu
kıvırıp başının altına yastık yaptı. Sol elinin avuç içi toprağa
değerken, gözleri kapalı, yere uzanmış duruyordu. Rüzgar,
toprağınkine karışan sarı saçlarının taze kokusunu etrafa
dağıtıyordu. Pamuk beyazı bulutlar sıraya geçmiş, Van Gogh sarısı
ekinlerin arasında, doğanın en güzel ürünlerinden birinin, minik
tırnaklarının arasına toprak dolmuş o güzel çocuğun üstünü
örtüyordu.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Fransız filmleri/Kültür - Sanat/milliyet blog



Bu aralar kafamı gömdüğüm kumdan çıkarıp birbirinin aynı Amerikan filmlerini seyretmeye ara verdim. Yine de insan eski alışkanlıklarından vazgeçemiyor kolay kolay. Ama en azından Dünya sinemasını da takip etmeye –en azından- çalışmaya karar verdim.

Bu fikir doğrultusunda da üç tane Fransız filmi seyrettim bu haftasonu. Bu filmler ismini çok duyduğum ama bir türlü seyretmeye zaman ayıramadığım filmlerdi. Gerçekten üçü de beni çok şaşırtarak günlerdir aklımdan çıkmayan sahneleriyle Fransız sinemasını hayatımın akışının içinde bir yere sığdırmayı başardı.

Üç filmle karar vermek genellemelerde bulunmak belki yanlış olabilir. Ama beni gerçekten çok etkileyen bu filmler hakkında birkaç şey söylemek istiyorum.

İlk olarak görsel zenginlikleri beni çok etkiledi. Üçünde de ayrı ayrı renklerin kullanılışı ya da kullanılmayışı bir fotoğrafçı hassasiyetiyle çalışılması gerçekten film izlerken aynı zamanda bir fotoğraf galerisi geziyormuşsunuz izlenimi veriyor. Filmlerin üzerinden çok zaman geçse de konusu hafif hafif hafızanızdan silinmeye başlasa da hipotalamus arada bir size daha önce çekmiş olduğu resimleri isimsiz dosyalar halinde yollayarak hayatınızı zenginleştiriyor.

İkincisi zıtlıkların, tuhaflıkların, aşırılıkların ve mucizelerin filmi sanki onlar. Filmin sonunu tahmin etmek o kadar da kolay değil. Bir sonraki sahnede sizi şaşırtamayacağını düşündürecek kadar sıradanmış gibi gözüküp, tokat gibi çarpabiliyor son sahnesiyle yüzünüze.

Üçüncüsü şaşırtıcı derecede duygu zenginliği içerisinde filmler. Sizi sadece bir duygunun pençesinde bırakmak yerine. Kendiniz için seçtiğiniz karakterle filmin içinde yolculuk yapmanızı sağlayacak kadar da cömert. O karakterle gerçekten gülüyor, gerçekten ağlıyor, aşık oluyor ya da terk ediliyorsunuz. Film bittiğinde karakteri üzerinizden soyunup soyunmamak da size kalmış üstelik…

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat

Sessiz dünya: Kitaplar ve resimler/Kültür - Sanat/milliyet blog



Kitaplar, bir nevi birer dünyadırlar. Her kitap, okuyucusunu farklı dünyalara götüren bir araçtır. Kitaplar sayesinde kapılar açılar ve okuyucu kitabın konusunu oluşturan dünyaya doğru yol alır.

Bu haliyle kitaplar sayesinde kişi, yolculuk edebilir. Hani "Çok gezen mi çok bilir, yoksa çok okuyan mı?" diye bir söz vardır ya, işte tam da bu söze cevap verme niyetine göre kitaplar sayesinde çok daha fazla şey bilebiliriz. Yolculuk demişken, kitaplar sayesinde kendinizi Fransız İhtilali'nin yaşandığı Fransa sokaklarında tutkulu bir aşk öyküsünün içinde de bulabilirsiniz veya Sovyetlerin son dönemlerine uzanıp çöküşüne tanıklık edebilirsiniz. Zaman makinasının henüz icat edilmediğini de göz önüne alırsak, geçmişe bir yolculuğun en ekonomik şeklinin ancak bu şekilde mümkün olduğunu kavrayabilirz.

Kitap, kendisine bağımlı kılar okuyucuyu. Tıpkı zevk, bilgisayar gibi kitap da kendisine bağımlı klıdığından kişiyi, kitabın bizim hayatımızı yönetmesine izin vermemeliyiz. Kitabın, bir nevi "sessiz bir dünya" olduğu bir gerçektir, ancak bu tür bir dünya ile gerçek dünya arasında farklar mevcuttur bu yüzden bu sessiz dünyaya ancak biz izin verdiğimiz zaman giriş yapmalıyız. Kuşkusuz, bazıları ise bu tür bir sessiz dünyanın varlığından habersizdirler veya bu tür bir dünyaya giriş yapmayı tercih etmezler. Her iki durumun arkasında da "Ben kitap okumam" cümlesi vardır ve bu tip kişilerin gözünü, maddesel zenginlilerin ışıltısı öyle bir kamaştırmıştır ki, dünyevilik ile maddesellik birdir onlar için.

Resim de "sessiz dünyanın" temsilcilerinden biridir. Ancak bu dünyada başrolde olan kelimeler değil çizgiler ve renklerdir. Kuşkusuz resmin temsil ettiği bu tip bir sessiz dünya çok daha "renkli"dir, fakat verdiği mesaj çizgilerin oluşturduğu şekiller yardımıyla olduğundan, anlaması bazen çok daha karmaşık olabilir. Kitabın temsil ettiği sessiz dünyada konular çok daha zengindir. Resmin temsil ettiği dünyada ise bu çeşit bir zenginlik mevcut değildir, ondaki sessizlik daha çok peyzaj, nü gibi kategorilerdeki eserlerin fazlalığı ile sağlanabilir. Kuşkusuz, resmin varolması, Tanrı'nın insanlara verdiği "yaratıcılık" ve "kabiliyet" gibi unsurların sonunda ortaya çıkabilmiştir. Çizgilerin içindeki renkler ise, kişiyi ressamın iç dünyasına doğru bir yolculuk etmenize sağlayabilir, eğer gerçekten de resmin sizi nereye götürmek istediğini anlayabilirseniz.

Kuşkusuz "fotoğrafçılık" ve "heykeltraş" gibi diğer sessiz dünyanın da temsilcileri vardır, ancak bu dünyanın "temsilcileri", sessiz dünyanın kitap ve resim temsilcilerine göre daha az popülerdir. Kısaca, kitaplar ve resimler size, farklı ve sessiz bir dünyaya yolculuğa çıkarmaya her zaman hazırdılar. Bizim bu yolculuğa çıkmamız ise, tamemen kendimize bu yolculuğa hazır hissetmemiz ile ilgilidir.


Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Biri bana sanatçı kim anlatabilir mi?/Kültür - Sanat/milliyet blog



Uzun zamandır aklıma takıldı bu konu. Bir şeyler yapmak istedim ama yapamadım. Bir şeyler yazmak istedim TV kanallarına yazdım çözümleri çok basitti 'başka kanal seyredin'. Oysa benim bütün çabam, çırpınış nedenim bir yanlışlığı düzeltme adınaydı. Ama düzeltemedim.

Ne kadar 'aa asla seyretmem, ben bakmam bile' desek dahi pek çoğumuz, o yada bu nedenle magazin programlarını seyrediyoruz. Babam bazen kızar 'yapma çocuğum vaktine, gözlerine yazık' diye benim cevabım hep aynı 'ama baba Allaha şükretmek için bir neden bu, Allah korusun ya beni de bunlardan biri yapsaydı'. Bu işin şaka yanı ama ortada gerçekten vahim bir durum var ve herkes bunun farkında ama nedense hiç bir şey yapılmıyor.

Olayın pek çok boyutu var. Bana göre en vahim olanı gençlerin yanlış yönlendirilmesi. Çünkü bu programlarda her ne hikmetse herkes sanatçı! Yaşanan ilişkinin adı aşk! Alınan milyarlık lüks arabalar, daireler alın teriyle alınmış falan filan. Şimdi TDK ( Türk Dil Kurumu) nın İnternet sayfasında güncel türkçe sözlükten arama yapınca şu açıklama geliyor:

1. Güzel sanatların herhangi bir dalında yaratıcılığı olan, eser veren kimse, sanat adamı, sanat eri, sanatkâr.
2. Sinema, tiyatro, müzik vb. sanat eserlerini oynayan, yorumlayan, uygulayan kimse: "Türk tiyatrosunun en önde gelen kadın sanatçıları arasında yerini alıverdi."- H. Taner.

Yani bundan daha güzel bir açıklama olamaz. Bu ne demektir, okula giden çocuklarımıza öğretmenleri hemen hemen bu bilgiyi veriyor sanat ve sanatcı açıklaması yaparken. Çocuk akşam eve geliyor tv de magazin programı, ekranda baldırı çıplak, kargaları kıskandıran bir sesle ne yaptığı ne söylemeye çalıştığı anlaşılamayan ama programı sunanın sanatcı diye tanıttığı bir tip. Alın size çelişki. Çocuk düşünüyor hemen, eğer bunlar sanatçıysa Suna Kan neci? Bedri Baykam, Jale Yılmazbaşar yazmaya kalksak sayfalar dolar taşar yüzlerce sanatçımıza haksızlık olmuyor mu bu?

Vatandaş denizin ortasında olmayan bikinisi ile poz veriyor, 'ay yine yakaladınız beni, valla kocam beni bu sefer kesecek' diye fingirdiyor buna sanatçı deniyor. Oysa 'bu sefer' kelimesi ne çok şey anlatıyor. Pek çok kere olmuş bir şey yani bu. Ama saygıdeger! eş her seferinde göz yumdu buna yummayacak. (Neden ki bu poz digerlerinden daha çok pirim yapacak bana göre.) Ama normal vatandaş rüzgarın azizliğine uğrasa mahalleden geçerken eteği az açılsa taşa tutarlar, utanmaz diye yapmadığını bırakmazlar kadına di mi?

Hanım lokantadan içeri girdiğinde ayağa kalkmayan aklı başında tek insana gidip 'saygısız beni görmedin mi neden ayağa kalkmıyorsun ' diye fırça atıyor bunu TV'ler günlerce haber yapıyor, vatandaş sanatçı! sanatçı ama megalomanyak bir sanatçı!! ( o gazeteci arkadaşa hala öfkeliyim o tavrı yüzünden sözde sanatçıyı mahkemeye vermediği için)

Sonra sanatları! ile ekrana gelseler başım gözüm üstüne. Ne kardeşleri kaldı hayatımıza girmeyen ne baldızlarının bilmem kaçıncı sevgilileri. Ve işin ilginç yanı komşumuza bile söylemeye çekineceğimiz sırların milyonların önünde çok basitmiş gibi anlatılması. Bazen iyiki kızım yok diyorum, mazallah nasıl anlatırdım bunların yaptıklarının sanat olmadığını.

Madalyonun pek çok yönünden biri de bu. Toplumun terbiye, saygı kavramı değişiyor. Zorla değiştiriyorlar. Haftada 3 sevgili değiştiren sayın sanatçı! 'ay ne yapayım aradığım aşkı bulamadım' diye gündemi sarsan bir açıklama yapıyor. Ne yani aradığımızı bulamadıysak bulana kadar deneyecek miyiz? Bunun yanlış olduğunu çoluğumuza çocuğumuza nasıl anlatacağız. Altında 2006 son model jeep fiyatını söylemeye dilimiz varmıyor hatunun işi ne belli değil açıklama bomba gibi 'ay ben bunu alınterimle aldım'. Peki çocuğuna okula başlarken ayakkabı alamayan anne/ babanın alnındakı kuyu suyu mu ki bir ayakkabı bile almaya yetmiyor güçleri. O zaman ne oluyor yeni yetişen gençlik abuk subuk yarışmalarla bu kurtlar sofrasına dahil olmak için evlerinden kaçıyor 'annem istemedi ama bu benim özel hayatım' diye açıklama yapabiliyor göğsünü gere gere 17 yaşındaki kız çocuğu. Neden? Çünkü hala kiminle sevgili olduğunu anlayamadığımız bir takım varlıklar her cümleye 'bu benim özel hayatım' diyerek başlıyor. Oysa adı üzerinde özel hayat gözlerden uzak olandır 80 milyonun dilinde olan değil.

Suçu hep magazin basıncılığına atıyorlar. Oysa bir Mehmet Aslantuğ ve cici eşi, Cihan Ünal, Yıldız Kenter pek çok sanatçımızın neredeyse yüzlerini unutacağız. Onlar bu memlekette yaşamıyorlar mı, dışarı çıkıp yemek yemiyorlar mı? Yoksa basına 'ben şurdayım ama bak gelirsen küserim valla' demeyi mi unutuyorlar. Yani demek istiyorum ki arada aynaya bakmayı bilmek lazım. Suçu birazda kendinde aramak lazım.

Basının hiç mi suçu yok? Olmaz mı ama o ayrı bir konu. İçler acıtan başka bir dava. Basın özgürlüğünün, haberciliğin ne olduğunu bilmeyen iki baldırı çıplağın ahlaksızlıklarını yayınlamanın yayıncılık özgürlüğü olduğunu ileri süren, bırakın sanatçı geçinenleri onların ailelerinin bile özel hayatını ekrana taşıyan bir zihniyet haline geldi gazetecilik.

Benim babam sarı basın kart sahibi, hep gururla 'babamız gazeteci' demişizdir. Çünkü yazdığı haberlerle, oyunlarla, kitaplarla hep doğru birşeyler vermeye çabalamış, bize de tüm hayatımız boyunca 'doğrunun peşinden ayrılmayın' diye öğretmişti, ama şimdilerde nasıl diyorlar nasıl düşündürüyorlar bilemiycem çünkü doğru diye verdikleri yanlışın adresi aslında.

Büyük önder gerçekten büyük insanmış geleceği de görerek ' Herkes bakan, başbakan, milletvekili hatta cumhurbaşkanı olabilir ama sanatçı olamaz' demiş, demiş ama anlayanı nerede bulacaksın da anlatacaksın açılıp saçılmakla, haftanın 7 günü başkasına aşık olmakla, defilede/konserde firikik! vermekle sanatçı olunmuyor diye.

İşte dostlar bütün bunlardan sonra biri bana sanatçı kim anlatsın lütfen?

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat

Hemşerim Tarkan geliyor... Memleket kıpır kıpır.../Kültür - Sanat/milliyet blog



Bir haftadır Rize'mde bir şenlik bir festival havası var ki sormayın. 23 senelik hayatımda böyle güzel ve büyük bir organizasyonu ilk kez görüyorum buralarda. Her gün çıkan birbirinden ünlü ayrı ayrı sanatçılar, her gece
 doyasıya oynanan konser sonrası horonları ki benim favorim tulumla oynananıdır eğlenceyi zirveye çıkartıyo ve en güzeli şu ana kadar bir taşkınlık bir sürtüşmenin yaşanmaması.

Tabi ki bu kadar ünlünün bir araya geldiği festival haftasının elbette finali muhteşem olmalıdır. Bu akşam Milli Piyango Rize festivali özel çekilişi ayrı bir heyecan yaşatacaktır bilet sahiplerine ve dediğim gibi festivalin son günü Rize Atatürk Stadı'nda muhteşem bir final bizi beklemektedir.

Megastar Tarkan memleketine özellikle gelmek istediğini belirtir ve konser turnesine Rize'yi de ekleterek bir kez daha gönüllerimizdeki yerini sağlamlaştırmıştır.

Şahsım adına hem kendisini hem de yaptığı müziği beğeniyorum. Alanında Türkiye'de tektir. Başarıların devamını dileyerek bu muhteşem festivalin sorunsuz bir şekilde tamamlanmasını canı yürekten diliyorum.

Bu güzel günleri Rize ye yaşatan herkese teşekkürlerimi borç bilirim..

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Sinoptan bir Bienal geçti.../Kültür - Sanat/milliyet blog

 


Sinop 1. Uluslararası Bienal 3 eylülde sona erdi.


1 Eylülde gezmek için eski Sinop Cezaevine gittiğimde başlamak üzere olan bir performan olduğunu öğrenerek hızlı adımlarla oraya yöneldim. Sebahattin Ali dahil pek çok değerli fikir adamımızı misafir eden bu tarihi ceza evinde Aldırma gönül aldırma...dizeleri dilimde bir sandalyeye iliştim.


Ortam ve gösteri en mükemmel böyle birleşebilirdi. Konu Aile nin bizi hapishanesinde nasıl sarıp sarmaladığı idi. "Birşey değil! De Rien "Suna Suner; Viyanada doktora ve performans çalışmalarına devam eden gencecik bir sanatçımız,üzerinde sade bir gecelik,eller arkadan kelepçeli,gözler ve ağız siyah bantlı...köşede aynadan bir yatak, üzerinde iki yastık...Teypten ingilizce türkçe çocukluğumuzdan itibaren duyduğumuz emir cümleleri...Şunu yap şunu yapma...Ortam sizi alıp ta çocukluğunuzun karanlık, ıslak, acı anılarına götürüyor. Ürkek bir kuşsunuz, ne yapıp ne yapmıyacağınız emirlerinden şaşkın... Gece dönüp geldiğiniz sığınak eviniz... Camdan-aynadan keskin, acı yatağınız...Tek kişilik gösteri devam ediyor, önce ağız açılıp konuşma başlıyor...Bir yastıktan çıkan eski mektuplar okunuyor, daha sonra gözler açılıyor diğer yastıktan çıkanlarda cam boncuklar...İçinize akıttığınız gözyaşları...

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,



Şimdide davetiye üstünden alıntıya göz atalım birlikte..."Bu performansın esas malzemesi aile, dil ve kişisel tarihtir. Performans tekinsiz bir şey olarak ve bir dert olarak aile ile ilgilenir...Performans için aile, gizli, açık olmayan, kasdi ve kasdi olmayan bir tehdit ve tehlikeye işaret eder. Aynı zamanda da aile ulaşılamayan, GERÇEKLİĞİ VE BÜTÜNLÜĞÜ MÜMKÜN OLMAYAN BİR ÜTOPYADIR...Karadenizin bu çıkmaz sokak kasabası Sinop tan bir Bienal geçti...