Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Cografya Haberleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cografya Haberleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Neden ve Nasıl Yok Ediyoruz

(Coğrafya) Eski çağlarda insanlar, beslenmek ve korunmak için hayvanları öldürüyorlardı. Ama yüzyıllar içinde insanın hayvanları öldürme nedenleri çok çeşitlendi ve giderek bir katliama dönüştü. Bugün var olan türlerin yüzde yirmisinin 21. yüzyılda yok olacağı tahmin ediliyor.






Yanlış inançlar

Hayvanlar konusunda insanlar, birçok yanlış ve boş inanca sahipler. Kendileri için yararlı pek çok hayvanı bu yanlış inançlar nedeniyle yok yere öldürüyorlar. Örneğin tarlaları, köyleri farelerden temizleyen baykuş, "uğursuz" olduğu yolundaki yanlış inanç nedeniyle öldürülüyor. Leşleri yiyerek hastalık ve mikropların çoğalmasını engelleyen sırtlanlar, "çirkin" oldukları gerekçesiyle yok ediliyor. Aynı biçimde kurt, karga, yılan, örümcek ve daha pek çok tür, yanlış inaçlar nedeniyle öldürülüyor.

Korunmak için
Çok eski çağlardan beri insanlar korunmak amacıyla hayvanları yok ediyorlar. O günlerde insan, korkak ve korunmasız bir yaratıktı. Silahları ilkeldi ama zekası sayesinde kendisini tehdit eden hayvanları tuzağa düşürüp yok ediyordu. Tarih öncesi çağlardan kalma mağara resimlerinde, ilk insanların vahşi hayvanlara karşı düzenledikleri avlar sahnelenir.

Oyun ve eğlence için
İnsanlar, basit ve acımasız zevkler için yüzyıllardan beri hayvanlara doğalarına aykırı olarak davranıyor. Onlara ya işkence ediyor ya da öldürüyorlar. Roma İmparatorluğu döneminde aslan ve leoparlar arenalarda öldürülürdü. Günümüzde, horoz ve köpekler vahşice dövüştürülüyor. İspanya ve Meksika'daki boğa güreşlerinde yüzlerce boğa, acı çeke çeke yaşamını yitiriyor

DENİZKAPLUMBAĞALARI
Soyu tehlikede olantürlerden biri. Sayıları hızla azalıyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Birincisi, üreme alanları olan kumsalların insanlar tarafından tahrip edilmesi. İkinci neden, bazı türlerin etinin yenmesi. Üçüncü neden, ağları parçaladıkları gerekçesiyle balıkçılar tarafından öldürülmeleri. Bazı ülkelerde denizkaplumbağası kabukları turistik eşya olarak bile satılıyor.

Beslenmek için
Hayvanlar, insanların en önemli besin kaynaklarından biri. Bir başka deyişle, insan yaşamak için hayvanlara muhtaç. Eski çağlarda sürek avına çıkarak yabankoyunu, yabanöküzü, yabankeçisi, geyik gibi hayvanlardan yiyeceğini sağlayan insan, bu alışkanlığını günümüzde de sürdürüyor. Bugün en önemli besin kaynaklarımızı evcil hayvanlar ve deniz canlıları oluşturuyor. Tüm dünyada her gün beslenmek için milyonlarca ineği, koyunu, tavuğu, balığı, hindiyi, yılanı öldürüyoruz.

Savaşlar
Savaşlarda atılan bombalar, kimyasal silahlar, hareket halindeki binlerce zırhlı araç ve asker, vahşi doğaya büyük zarar veriyor; buralarda yaşayan canlıların yaşam ortamlarını yakıp yıkıyor.

FLAMİNGOLAR

Kuşlar, yeryüzündeki en güzel canlı gruplarından biri.
Bilim adamları, bugüne kadar 10 bin kuş türü tespit ettiklerini belirtiyorlar. Ama yaşam ortamlarının insanlarca yok edilmesi, sayılarını hızla azaltıyor. En zarif kuş türlerinden olan flamingoların uçuşunu izlemek ise olağanüstü bir deneyim. Flamingolar Sultan Sazlığı ve Tuz Gölü gibi tuzcul sulak alanlarda yaşıyorlar.

Havayı kirlettiğimiz için
Kirli hava yalnız insanların değil, hayvanların da zehirlenip ölmelerinin nedeni.
Asit yağmurlarına neden oluyor, asit yağmurları da yeryüzündeki ormanların ölümüne...
Ormanlar ise yaban hayvanların evi...

Moda ve aksesuar için
Kürkü için birçok türden binlerce hayvan öldürülüyor. Çanta, şapka, kemer ya da biblo yapmak için fillerden timsahlara, yılanlardan ceylanlara kadar birçok hayvan acımasızca yok ediliyor. Hem de yasadışı yollarla ve son derece acımasız yöntemler kullanılarak. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye'de, kürkleri nedeniyle birçok tilki, doğaya bırakılan zehirli yemlerle öldürüldü. Soyları tükenme noktasına gelen, günümüzde koruma altına alınan karacalardan bir çoğu, ayaklarından baston yapmak için katledildi. Gösteriş için de yüzbinlerce hayvanın ölümüne neden oluyoruz. Yalnızca gösteriş için, soyu tükenme noktasına gelmiş olan kaplan, geyik, leopar gibi hayvanlar öldürülüyor. Bu hayvanların post, boynuz, diş gibi organlarıyla bazı insanlar evlerini süslüyor.

KELEBEKLER
Narin, korunmasız yapıları nedeniyle kelebekler, insanın doğaya verdiği zarardan en çok etkilenen böcek türü. Kanatlarının olağanüstü etkileyici renk kompozisyonlarıyla insanların eskiden beri ilgisini çeken kelebekten Türkiye'de 268 tür bulunuyor.

Göl ve bataklıkları kuruttuğumuz için Devlet Su İşleri gibi bazı kurumlar, tarım arazisi kazanmak ve su rezervi elde etmek için göl ve bataklıkları kurutarak yaban hayvanların soylarının tükenmesine neden oluyor. Yurdumuzda yalnızca Hatay'daki Amik Gölü'nde yaşayan yılanboyun isimli kuşun soyu, gölün kurutulmasıyla yok oldu. Göl ve bataklık kurutma işlemi günümüzde de sürüyor.

Tarım ilaçlarıyla
Bitkilere zarar veren böcek, fare gibi canlılarla mücadele etmek için tarlalara atılan yapay gübreler ve zehirler, milyonlarca hayvanın da ölüm nedeni. Tarım ilaçları nedeniyle soyları tükenen hayvanlara en güzel örnek, kelaynaklar. Göçmen kuşlardan olan kelaynaklar, yazın Afrika'dan göç edip Urfa'nın Birecik ilçesine geliyorlardı. 1950'li yıllarda, bölgede 600 çiftten fazla kelaynak görülüyordu. Ama yine o yıllarda zararlı böcekler için kullanılmaya başlanan tarım ilaçları, kelaynakları da yok etti. Çünkü kelaynakların yiyeceğini bu zararlı böcekler oluşturuyordu. 1970'li yıllara gelindiğinde, kelaynakların sayısı 50'nin altına düşmüştü. Koruma altına alındılar ama, artık her şey için çok geçti. Bugün Birecik'teki koruma istasyonunda üretilmiş olan kelaynaklar, göç etme özelliklerini yitirmiş durumdalar.

Avcılık
İnsan yüzyıllardır avlanıyor. Ama avcılık hiçbir çağda 20. yüzyıldaki kadar katliam boyutlarına ulaşmadı. Günümüzde, Türkiye'de 4 milyon kayıtlı avcı olduğu sanılıyor. Hayvanların sayısı ise bu rakamın çok altında. Örneğin soyu tehlikede olan dikkuyrukların sayısı 15 bini geçmiyor. Ayı sayısı ise 2 bin civarında...

Ormanları yakıp yıktığımız için
Ormanlar doğal yaşamın en önemli alanları. Ama yakarak, keserek ormanları yok ediyor, dolayısıyla burada yaşayan böcekten ayıya, kelebekten kuşa kadar birçok hayvanın soyunun tükenmesine neden oluyoruz. Özellikle yaz mevsiminde Ege ve Akdeniz bölgelerinde çıkan yangınlar hayvanlara büyük zarar veriyor. Bu yangınlarda belki de hiç keşfedilmemiş türlerin son üyeleri de yanıp kül oluyor.

Bilimsel deneyler
Kobay sözcüğü, çoğu kişi için "laboratuvarda deney amacıyla kullanılan canlı" anlamına gelir. Ama bu sözcük, laboratuvarlarda deney amacıyla en çok kullanılan hayvan olan "kobay"dan kaynaklanır. Yaklaşık 30 santimetre boyundaki kobaylar çok kolay evcilleşirler. Güney Amerika kökenli bu hayvanların yaşamı laboratuvarda başlayıp, laboratuvarda biter. Kobayların yanı sıra, insanın fizyolojik yapısıyla benzer özellikler gösterdikleri için beyaz fareler, maymunlar, köpekler de çeşitli deneyler amacıyla laboratuvarlarda işkence görüyor ve öldürülüyor. Tropikal bölgelerde yaşayan birçok yılan, zehirleri alınmak üzere doğal ortamlarından koparılıp yok ediliyor.

ANADOLU LEOPARI
Anadolu leoparı, Türkiye'de yaşayan vahşi kedilerin en güzel örneklerinden biriydi. Ama yüzyıllar boyunca avlandı ve sayıları hızla azaldı. Anadolu leoparının son bireyleri, 1950'li yıllarda Dilek Yarımadası'nda ve 1970'li yılların başında Eskişehir çevresinde görüldü ve görüldüğü yerde de öldürüldü. O günden bu yana varlığından haber yok.

Otoyol kazaları
Gelişen ulaşım sektörü, bütün doğal alanlardan otoyol geçmesine neden oldu. Hızlı giden taşıtlar bu yollarda birçok yaban hayvanın ölümüne neden oluyor. Otoyollarda yaptığınız gezilerde çevrenize dikkat edin! Aracınızın camına, özellikle yazın pek çok böcek çarparak ölecek. Yol kenarlarında araçların çarpması sonucu yaşamını yitirmiş birçok kedi, köpek, kirpi, yılan, kaplumbağa, kuş cesedi göreceksiniz. Uçakların pervaneleri ve jet motorları da yüzlerce kuşu öldürüyor

Nüfus artışı
İnsan nüfusunun hızlı artışı, hem insan hem hayvan hem de bitkiler açısından büyük tehlike. Çünkü artan insan nüfusu, doğa ve orman alanlarının tahrip edilmesine neden oluyor. Yeni kentler kuruluyor, yeni yollar yapılıyor, yeni tarlalar açılıyor. Orman alanları, sanayi tesisleri yapılmak için kesilip biçiliyor. Dolayısıyla hayvanlara
yaşayacak yer kalmıyor. Örneğin "caretta caretta" türü denizkaplumbağaları, Fethiye ve Akdeniz koylarımızdaki kumsallara yumurtalarını gömerek çoğalırlar. Ama son 20 yıldır hızla gelişen turizm sektörü, Türkiye'nin bütün ıssız koylarının otellerle, güneşlenen insanlarla dolmasına neden oldu...

Ticaret için
Vahşi ve egzotik hayvan ticareti tüm dünyada olağanüstü boyutlarda.
Bunun yanı sıra derisi, dişi, kürkü, kemikleri ve kabukları için, fillerden timsahlara, deniz kabuklularından tilkilere kadar, birçok türde hayvan acımasızca öldürülüyor. Örneğin tropik ülkelerde tuzaklarla yakalanan papağan, maymun gibi birçok tür, Türkiye'nin büyük illerindeki hayvan mağazalarında rahatlıkla satılıyor.

AKDENİZ FOKU
Soyu tükenen her canlı, aslında insanın bir parçası. Onunla birlikte bir parçamızı da yitiriyoruz. Bu nedenle her insan, onu yaşatmak için çaba harcamalı. Yok olma sınırındaki bir başka hayvan türü de Akdeniz foku...




BM İklim Değişikliği Raporu

(Cografya) İşte Türkiye'yi bekleyen son.O günleri görürmüyüz bilemeyiz fakat torunlarımıza nasıl bir dünya bıraktığımız çok açık.

Türkiye'nin de yer aldığı Güney Avrupa son derece yakıcı sıcak dalgalarına yakalanacak. Kuzey Afrika'da kuraklık daha da yaygınlaşacak. Küçük ada ülkelerini deniz yutacak. Asya ve Afrika kuraklık ve fırtınalarla yaşanmaz hale gelecek.

Fransız Haber Ajansı AFP, 194 ülkenin üye olduğu BM'ye bağlı Hükümetlerarası İklim Değişikliği Raporu Paneli'nin (IPCC) hazırladığı taslak raporun özetini dünyaya duyurdu. Taslak rapor, iklim değişikliğinin aşırı hava olayları üzerindeki etkisine dair en kapsamlı inceleme özelliğini taşıyor. 20 sayfalık taslak, "politika yapıcılar için özet" mahiyetinde ve hortumlar, sıcak dalgaları, tufansı yağmurlar kuraklık gibi olayların dünyayı dengesiz bir biçimde vuracağına işaret ediyor.
Özet taslak Uganda'nın başkenti Kampala'da bugün başlayacak altı günlük IPCC toplantılarında incelenecek. En kötü senaryo bazı bölgelerdeki insan yerleşimlerinin yeryüzünden silineceği yönünde. Raporda, "Felaketler daha büyük şiddette ve daha sık cereyan ettiği takdirde bazı yerlerde yaşamın sürdürülmesi imkansız olacak. Bazı durumlarda göç kalıcı olacak ve yeni iskan bölgeleri için baskı yaratacak. Bazı mercan adaları sakinleri için göç kaçınılmaz olacak" ifadeleri yer alıyor. Üç yılda hazırlanan ve aslı 800 sayfa olan rapor binlerce bilimsel çalışmanın bir sentezi.

Şiddet ve sıklık artacak 
Küresel ortalama sıcaklık sanayi öncesi dönemlere göre yaklaşık 1 derece yükselmiş durumda. 1 derece ısınma küresel ölçekte büyük bir etkiyi ifade ediyor. Çünkü 1 derecelik küresel ısı artışında, bizim yaşam ortamımızın ısısı minimum 3 kat artıyor. Küresel ısının 2100 yılına kadar ise 1-5 derece arasında daha yükselmesi bekleniyor. Fakat bunun etkisi bölgelere göre değişik olacak.

İşte olacaklar 
Avrupa, özellikle Türkiye'nin de bulunduğu Akdeniz halkası artan sıcaklar yüzünden daha büyük risk altında. 2003'te 70 bin ölüme yol açarak rekor kıran sıcaklıklar bu yüzyılın ortasında artık rutin haline gelecek.
Doğu ve güney ABD ve Karayipler daha çok yağmur ve hızlanan rüzgarların getirdiği fırtınalara maruz kalacak.

Anormal iklim koşulllarına maruz kalan yerlerde daha büyük nüfus sıklığı olacak. Emlak fiyatları fırlayacak ve yetersiz altyapı hasar riskini artıracak. 2005'te New Orleans'ı vuran Katrina kasırgası bunun en büyük örneği.
Küçük ada ülkeleri için en büyük tehdit yükselen deniz sularının istilası. Deniz suları kıyıları aşındıracak ve yeraltı sularını zehirleyecek. Üstelik bu riskin gerçekleşme olasılığı yüzde 90, yani kaçınılmaz.
Afrika'da milyonlarca kişi sürekli olarak gıda yardımına ihtiyaç duyacak. Afrika diğer kıtalara çok daha tehlikeli bir yer olacak
Güney Asya ve Güneydoğu Asya'da yıkıcı yağmur fırtınaları ikiye katlanacak. Doğu Asya'da yüzyılın ortasında sıcaklık bugünkünden 2 derece daha fazla olacak. Bu da dayanılmaz bir nem yaratacak.
IPCC 2007'de Nobel Barış Ödülü'ne layık görülmüştü. Halen satır satır gözden geçirilen taslak raporun nihaisi ise cuma günü dünyaya açıklanacak.

Coğrafi Bölge tanımı kalkıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı ders kitaplarından 7 coğrafi bölge tanımını kaldırıyor.

Türkiye coğrafyasını kitaplarda bölgelere ayırmadan anlatma kararı alan Bakanlık, bu kapsamda Türkiye coğrafyasını; iklim, doğal bitki örtüsü ve toprak gibi doğal özelliklerine göre belirledi. Değişiklik, bölgelerin kendi sınırları içinde benzerlik göstermemesi ve bir bölgenin diğer bölgeden özellikleri itibarıyla tam olarak ayrılmaması sebebiyle yapıldı.

7 BÖLGE TARİH OLDU

Zaman Gazetesi'nin haberine  göre; uygulamayla Marmara, Ege, Akdeniz, İç Anadolu, Karadeniz, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu şeklindeki 7 bölge tarih oldu. Lise müfredatında yapılan değişiklik henüz ilköğretimde gerçekleşmedi.

12'nci sınıflarda anlatılan 7 coğrafi bölgeden birisi olan Marmara'nın nüfusu net olarak bilinmiyor. Bilecik, Marmara Bölgesi'nde kalmasına rağmen topraklarının bazı bölümleri Karadeniz, İç Anadolu ve Ege'de de yer alıyor. Bilecik gibi toprakları 4 farklı bölgede yer alan birçok il bulunuyor. Bölgeler arasında nüfus karmaşasının yanı sıra aynı zamanda iklimsel karmaşa da yaşanıyor. Ege Bölgesi'nin iç kesimlerinde karasal iklim görülürken, kıyı kesimlerinde Akdeniz iklimi etkili.

BÖLGELER ARASINDAKİ İLİŞKİLER NETLEŞECEK

Bakanlık 12'nci sınıf derslerinde bölge ayrımını kaldırırken yerine yeni bölgeler koymadı. Bölgeler arasındaki ilişkiler daha net ortaya çıkarılacak; bölgeler ise fiziki, beşeri ve ekonomik özelliklerine göre derslerde anlatılacak. Yeni sistemde bölgeler kendi içinde birbirine benzeyecek.

Tuz gölü kıpkırmızı!!

(Coğrafya) Su kuşlarının besin zincirinde önemli halkayı oluşturan "Artemia"ların ölümü, Tuz gölünü kırmızıya boyadı.

A sınıfı sulak alanlar içerisinde yer alan Tuz Gölü, tuz üretiminin yanısıra flamingo, suna, bataklık kırlangıcı, martı gibi su kuşlarının konaklama ve kuluçka alanını da oluşturuyor. Bunun yanı sıra Tuz Gölü, dünya kültür balıkçılığında canlı yem olarak kullanılan Artemia'yı doğal stok halinde bulundurması nedeniyle biyolojik açıdan da son derece önemli bir konumda bulunuyor. Tuz Gölü'nde konaklayan ve kuluçkaya yatan su kuşlarının besin zincirinde "Artemia" vazgeçilmez bir halkayı oluşturuyor.

Artemia Salina, tuz göllerinde yaşayan, yetişkinleri 1 cm olabilen bir zooplanktondur.

Artemia'nın ölümü ile oluşan asitler nedeniyle Halobacteriaların çoğalması, daha az organik madde ve kırmızı renk oluşmasını sağlayarak daha hızlı buharlaşmaya sebep oluyor; bu da gölün rengini kırmızıya dönüştürüyor.

Akdeniz'in İklimi Değişiyor

Küresel iklim değişikliğinin denizler üzerindeki etkisini araştırmak üzere biraraya gelen 15 ülkeden 21 bilim adamı, Akdeniz'in tropikal yapıya dönüştüğünü ve 58 yeni türün tespit edildiğini bildirdi.

Akdeniz Ülkeleri Bilimsel Araştırmalar Komisyonu Canlı Kaynaklar ve Deniz Ekosistemi Başkanı, Mustafa Kemal Üniversitesi (MKÜ) Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Turan yaptığı açıklamada, küresel iklim değişikliğine bağlı olarak Akdeniz'in yapısında da bir değişimin meydana geldiğini vurguladı.

Yaşanan iklim değişikliği ile Akdeniz'de birçok canlı ekosisteminin değişikliğe uğradığını anlatan Turan, Akdeniz Ülkeleri Bilimsel Araştırmalar Komisyonu oluşturarak Akdeniz'in Tropikalleşmesini İzleme Programı (CIESM Tropical Signals) oluşturduklarını söyledi.

Turan, programda 15 Akdeniz ülkesinden seçilmiş 21 bilim adamının görev aldığını, bu temsilciler aracılığıyla her ülkede sıcaklık, ısı, biyolojik çeşitlilik ve yabancı türlerinin izlendiğini, bu kapsamda küresel iklim değişikliği ile Akdeniz'de meydana gelen değişimlerin ne boyutta olduğunu araştırdıklarını anlattı.

Türkiye'de de İstanbul Üniversitesi ile Mustafa Kemal Üniversitesi'nin bu görevi üstlendiğini anlatan Turan, şunları söyledi:

''İskenderun Körfezine program kapsamında denizin ısınma ve tuzluluğunu ölçen ''prob'' adı verilen aletler yerleştirdik. Bu aletler denizin sıcaklığını ve tuzluluk oranını ölçüyor. Bunun haricinde Akdeniz'de Antalya Körfezi, Ege Denizi için de Bodrum ve Gökçeada civarlarına ''prob''lar yerleştirildi. Bu aletleri 30 Mart itibari ile yerleştirdik. Altı ayda bir aletleri tekrar su yüzüne çıkartarak değişimleri bilgisayar programlarına yükleyeceğiz. Günlük anlık değişimleri gözlemleyebiliyoruz. Daha sonra aleti tekrar yerine koyarak bunu birkaç yıl sürdüreceğiz. Duruma göre bu programı devam ettirmeyi düşünüyoruz.

Bu program çerçevesinde, halk sağlığını ve balıkçılık ekonomisini tehdit eden invansif dediğimiz Kızıldeniz aracılığı ile yabancı türlerin geldiğini belirledik. Bu türler Akdeniz'in yerli türleri ile bir besin rekabetine girmektedir. Yeni bir ortam onlar için oluşuyor. Sadece balık değil, kabuklular, denizanaları, bakteriler, parazitler gibi birçok canlı gurubu Kızıldeniz'den geliyor. Bir ekolojik değişim oluşuyor.''

-58 YENİ TÜR BULUNDU-

Turan, Fransa, İspanya, İtalya, Yunanistan'ı da kapsayan program kapsamında 40 cihazın su altında ölçümler yaptığını, gözlemlenen değişim sonucunda 58 yabancı türün Akdeniz'e girdiğini tespit ettiklerini belirtti.

Akdeniz'in geçmişte subtropikal bir yapıya sahip olduğunu anlatan Turan, ''Akdeniz artık tropikalleşmeye başladı. Yaşanan değişim sonucu kimi türler kayboluyor veya azalıyor. Küresel iklim değişikliğinin bir sonucu olarak, balık kültürümüz değişecek. Bir çok değerli balık kayboluyor, azalıyor. Yerini kızıl denizden gelen balıklar alıyor. Bazı barbun ve mezgit türleri, gümüş balığı, kayabalıkları Akdeniz'de azalmaya başladı. Bu gelişmeler balıkçılık ekonomisini değiştiriyor'' dedi.

Turan, tüm bunlarla ilgili bilim adamları olarak yeni çalışmalar yapmak zorunda kaldıklarını belirterek, şöyle konuştu:

''Bunların gerek ekolojik yapılarını gerek biyolojik yapılarını araştırmak durumundayız. Diğer balıklara ve halk sağlığına etkileri neler olabilir? Nasıl önlemler alınmalıdır? gibi soruları cevaplamaya çalışıyoruz. Bu programın amaçlarının bir tanesi de erken uyarı sistemi oluşturabilmek. Bunu yıllarca takip edeceğiz. Mesela bir denizanası patlaması oluyor. Bu patlama sonucunda yüzde 80-90 oranında İskenderun Körfezinde sadece denizanası avlandı. Balıkçı büyük zararlara uğradı. Balıkçı artık bu denizanalarından dolayı avcılığa çıkmıyordu. Çünkü denizanası yakalıyor ve bu ağlarını tahrip ediyor, büyük ekonomik kayıplar oluşturuyor. İşte bu denizanası gibi farklı türler erken uyarı sistemi ile ne zaman nerede hangi bölgede çıkabileceğini bilme ve önlemler alma durumumuz olabilecek.

Küçükçekmece Gölü Yok Olma Tehlikesi Altında

(Cografya)  Küçükçekmece Gölü’nün Mimar Sinan Köprüsü yakınındaki bölümünde göl yüzeyi evsel ve sanayi atıkları ile yosunlardan oluşan yeşil bir tabakayla kaplanarak büyük bir kirlilik tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Küçükçekmece Belediyesi’nden yapılan açıklamada, Küçükçekmece Gölü’nün yüzeyinde evsel ve sanayi atıklarının oluşturduğu kirliliğin gölde yaşayan canlıları tehdit eder bir seviyeye geldiği ve çok sayıda canlının yok olduğu belirtildi.

Açıklamada, evsel ve sanayi atıkları ile yosunlardan oluşan yeşil bir tabakanın göl yüzeyini kaplaması sonucu gölde yaşayan ördeklerden birkaçı bu tabakadan kurtulamayarak mahsur kaldı. Ördekler, balıkçı kepçesi yardımıyla kurtarıldı. Bu bölgede suyun içindeki oksijenin da azalması nedeniyle balık ölümlerinin yaşandığı öğrenildi.
Konuya ilişkin açıklama yapan Küçükçekmece Belediye Başkanı Aziz Yeniay, vatandaşların ihbarının ardından bu bölgeye gelip incelemelerde bulunduklarını ifade ederek, yıllardır süregelen kaçak yapılaşma, evsel ve sanayi atıklarının akıtılması nedeniyle gölün ekolojik dengesinin bozulduğunu söyledi. Yeniay, “Göl bugün bu hale gelmişse, yılların ihmali yatıyor bunun altında. Gölün ekolojik dengesi bozulmuş. Evsel ve sanayi atıkları nedeniyle yoğun bir yosun tabakası oluşmuş. Ve yosunların mevsimsel etkenlerle parçalanması ile de bu tablo ortaya çıkmış. Göl, evsel ve sanayi atıklarıyla çok kirlendiği için bu çok vahim görüntü ortaya çıkıyor.”dedi.
Göldeki kirlenme ile ilgili ilk olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile görüşüldüğünü kaydeden Yeniay, “İlk etapta tarayıcı ile yüzeydeki pislikler toplanacak. Belediye ekiplerimizi hemen harekete geçirdik. Acil bir çalışma olarak buradaki canlıları kurtarmaya çalışıyoruz” dedi.
Yeniay yıllardır süregelen ilgisizlik nedeniyle kirlenen gölün eski haline gelebilmesinin uzun zaman alacağını belirterek, “Gölün eski haline dönebilmesi için uzun vadede İSKİ tarafından yapımı devam eden kolektörün devreye girmesi gerekiyor. O da yaklaşık 2,5-3 yıllık bir zaman alacak” şeklinde konuştu.

SEMPOZYUMDA TEHLİKEYE DİKKAT ÇEKİLMİŞTİ 
Küçükçekmece Gölü’nü kurtarmak amacıyla Küçükçekmece Belediyesi, TÜBİTAK ve Yıldız Teknik Üniversitesi tarafından 20-22 Ekim tarihleri arasında ortaklaşa düzenlenen “Küçükçekmece Gölü ve Havzası İçin Çevre Yönetim Birminin Oluşturulma Süreci ve Bölgeye Katkıları” konulu sempozyumda, göldeki çevre kirliliği tehdidine dikkat çekilmişti.
Sempozyumun sonuç bildirgesinde, Küçükçekmece Gölü Kurtarma Projesi’nin önemine değinilerek, gölü kurtarmak için yaklaşık 300 trilyonluk bir bütçenin İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve İSKİ tarafından harcanacağı, çevre kirliliğinin önüne geçilebilmesi için toplam 453 trilyon lira harcanması gerektiği belirtilmişti.

Kayıp Şehir Atlantis

(Cografya) Jeologlar, Kuzey Atlantik Okyanusu’nda deniz tabanının altında, yer hareketleri sırasında su yüzüne yükselip yeniden batan bir ada keşfetti. Bilimciler, uzun süre su yüzeyinin üstünde kalan bu kara parçası üstünde yerleşim yerleri oluşmuş olabileceğini, bunun da 'Atlantis' efsanesinin doğmasına yol açma ihtimalinin bulunduğunu düşünüyor.

56 milyon yıl öncesine uzanan coğrafi oluşumda nehir yatakları ve dağlar bulunduğu belirtiliyor. Nature Geoscience dergisinde yayımlanan araştırma ekibinin başındaki isim, Cambridge Üniversitesi’nden Nicky White, “Deniz yatağının yaklaşık 2 kilometre altında antik bir kara parçası duruyormuş gibi görünüyor” dedi.

Söz konusu kara parçası, İskoçya’nın açıklarında bulunan Orkney-Shetkand Adaları’nın batısında keşfedildi. Kapladığı alan yaklaşık 10 bin kilometre kare olan esrarengiz adanın İskoçya’yı oluşturan kara parçasına ait olabileceği, hatta Norveç’e kadar uzandığı düşünülüyor.

Bilim insanlarının yaptığı keşif, okyanus tabanı ve derinliklerine inen ses dalgalarını kullanan sismik ölçümler sayesinde yapıldı. Araştırma ekibindeki Ross Hartley, sismik verilerle oluşturulan haritanın, efsanevi 'Atlantis' adasını anımsattığını belirtti.

Araştırmacılar, kara parçasında sekiz büyük nehir ortaya çıkarırken, okyanus tabanının altından taş örnekleri topladı. Örneklerde çiçek poleni ve kömüre rastlanması, kara parçasında yaşama olanak veren bir coğrafi yapı olduğunu savundu.

White, “deniz tabanının altında küçük fosiller gibi deniz yaşamına ait örnek bulduklarını, bunun da keşfedilen kara parçasının bir zamanlar su seviyesinin üzerinde olduğunu, sonradan denize dibine çöktüğünü gösterdiğini” belirtti.

White, bu durumun önemli bir soruyu akıllara getirdiğini söyledi: “Kara parçasını suyun üzerine çıkaran, ardından 2.5 milyon yıl içinde tekrar okyanusun dibine gömen etki neydi?” Araştırmacılar, 2.5 milyon yılın jeolojik açıdan kısa bir süre olduğuna dikkat çekti.

NASIL SU YÜZÜNE ÇIKTI?
White ve ekibi, esrarengiz kara parçasının bir zamanlar su yüzüne çıkmasını sağlayan etkinin, okyanus tabanındaki yanardağ faaliyeti olduğunu düşünüyor. Dünyanın çekirdeğinden okyanusa hareket eden lav ve diğer materyalleri taşıyan oldukça sıcak akım, bazen daire veya mantar şeklini alarak okyanus tabanında yükseliyor.

Araştırmacılar, bu tür bir akımın keşfedilen kara parçasını yaklaşık 30 milyon yıl öncesinde okyanusun yüzeyine taşıdığını düşünüyor.




Bugüne Kadar Tükettiğimiz Petrol Miktarı

            Şimdiye dek ne kadar petrol tükettik ??

          (Cografya) Dünyada tarih boyunca çıkarılan hampetrol miktarı konusundaki tahminler çok farklılık gösteriyor. Bir grup İngiliz araştırmacının International Journal of Oil, Gas and Coal Technology’de yayımlanan makalesine göre tahmin ettiğimizden çok daha fazla petrol tüketmiş olabiliriz.

Petrol rezervlerinin tükenmek üzere olduğu fikri yeni bir fikir değil, ama 19. yüzyılın ortalarında ilk ticari petrol kuyularının açılmasından bugüne insanoğlunun ne kadar petrol çıkardığını bile tam olarak bilmiyoruz. Macar Bilimler Akademisi’nden kimyager Istvan Lakatos ve Julianna Lakatos-Szabo’nun teorisine göre 1850 yılından bugüne kadar dünyada toplam 100 milyar tondan az ham petrol üretilmiş ve yıllık ortalama petrol üretimi 700 milyon varilden az. Hali hazırda bilinen petrol rezervlerini ve henüz bulunamamış petrol rezerv tahminlerini bir araya getiren bu kuramcılar, henüz dokunulmamış önemli miktarda petrol rezervi olduğu düşünülse bile, yakın zamanda petrol kıtlığı çekeceğimiz iddiasını yineliyorlar. İngiltere’de bulunan Aberdeen Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nden John Jones’a göre, Istvan Lakatos ve Julianna Lakatos-Szabo hiçbir kaynak göstermeden kullandıkları sayılarla, bugüne kadar tükettiğimiz petrol miktarını, olması gerekenin çok altında tahmin etmiş durumdalar. Jones’a göre, J. D. Rockefeller’ın The Standard Oil Company’i kurup da petrol çıkarma işine yoğunlaştığı 1870 yılından bugüne kadar en az 135 milyar ton petrol kullanıldı. Nesillerdir devam edegelen petrol endüstrisi, bugüne kadar toplam ne kadar petrol tüketildiğiyle değil, ekonomistlerin yaptıkları gibi, günlük ve yıllık verilerle ilgileniyor. 2005 yılında, merkezi Londra’da bulunan ve petrol rezervlerinin tükenmesi konusuyla ilgilenen The Oil Depletion Analysis Centre’a (ODAC) göre petrol üretimi ticari olarak başladığı günden bugüne yaklaşık 1 trilyon (944 milyar) varil ham petrol çıkarıldı. Jones, varilin hacmini (42 Amerikan galonu veya 0,16 m3) ve ham petrolün yoğunluğunu (0,9 ton/m3) hesaba katarak daha iyi bir tahmin ortaya koydu. Bu hesaba göre, ODAC’ın tahmini olan 944 milyar varil ham petrol, 135 milyar ton ham petrole denk geliyor.

Temiz Enerji için Önemli Bir Adım

(Cografya) Hidrojenin gelecekte temiz  ve sürdürülebilir bir enerji  kaynağı olabilmesi amacıyla suyu  hidrojen ve oksijene ayrıştıracak bir sistem geliştirmek bu alanda çalışan bilim insanları için çözülmesi  gereken bir sorun. Üstelik suyu ayrıştırırken bunun Güneş enerjisi ile verimli ve yenilenebilir bir yoldan yapılması gerekiyor. Günümüzde bu ayrıştırma işlemini gerçekleştirmek için çoğunlukla başka kimyasal maddelerin kullanılması gerekiyor, bu da düşük verim anlamına geliyor.

İsrail’deki Weizmann Enstitüsü’nün Organik Kimya Bölümü’nden araştırmacılar bu soruna benzersiz bir yaklaşım getirdiklerini ve sorunun çözümü yolunda önemli bir adım attıklarını açıkladılar. Yaptıkları açıklamada oksijen atomları arasında bağ oluşturmanın yeni bir yöntemini tanıtarak bu yöntemin gerçekleştirilebilmesi için gerekli mekanizmayı da tanımladılar. Bilim insanları suyu hidrojen ve oksijene ayrıştırma işleminde darboğazı yaratan adım olarak oksijen atomlarının aralarında bağ oluşturmasıyla oksijen gazının açığa çıkmasını gösteriyor.Doğa, suyu ayrıştırmak için çok verimli bir yöntemi, bitkilerin gerçekleştirdiği ve Dünyamızdaki oksijen gazının kaynağı olan fotosentezi  kullanır. Bilim insanları fotosentezi  anlama yolunda oldukça ilerlemiş olsalar da sistemin nasıl çalıştığı hâlâ çok net değil. Yapay yollarla fotosentez gerçekleştirmek tüm dünyada bilim insanlarının çaba harcadığı bir konu, araştırmacılar metal komplekslerini katalizör olarak kullanarak bunu gerçekleştirmek yolunda küçük başarılar elde etmişler. (Merkezde bir metal atomu ya da molekülü ve çevresinde ona bağlı atomlar, moleküller ya da iyonlar bulunan yapılara metal kompleksleri deniyor. Katalizörlerse kimyasal tepkimelere katılan ancak sonunda değişmeden çıkan kimyasal maddelere verilen ad.)

Weizmann Enstitüsü araştırmacılarının kullandıkları yeni yaklaşım, sıralı birbirini izleyen tepkimelerden oluşuyor. Isı ve ışık yardımıyla ilerleyen basamaklardan oluşan bu sıralı tepkimeler yine aynı araştırma ekibinin tasarladığı rutenyum kompleksi aracılığıyla hidrojen ve oksijen gazının ortaya çıkmasını sağlıyor. Araştırma ekibinin belirttiğine göre bu metal kompleks suyla karıştırıldığında su molekülündeki hidrojenler ve oksijen arasındaki bağlar kırılıyor, hidrojenlerden birisi kompleksin organik kısmıyla bağ kurarken oksijen atomuna bağlı kalan diğer hidrojen (yani –OH grubu, hidroksil grubu) merkezdeki metal atomuyla bağ kuruyor. Metal kompleksinin değişime uğramış hali olan bu yeni yapı bir sonraki “ısıtma aşaması” için gerekiyor diyen bilim insanları bu sulu metal kompleksi çözeltisinin 100°C’ye kadar ısıtıldığında hidrojen gazının açığa çıktığını ve metal atomundan oluşan merkeze yeni bir –OH grubunun daha eklendiğini söylüyor. Bu iki basamağın ardından gelinen yeni tepkime oldukça ilginç. Araştırmacılar son olarak oluşan yeni  kompleksi oda sıcaklığında ışık altında bıraktıklarını ve oksijen gazının açığa çıktığını sonra da metal kompleksinin başlangıçtaki haline döndüğünü belirtiyorlar. Bu aşamada ışığın –OH  gruplarının bir araya gelerek hidrojen peroksit (H2O2) oluşturmaları için gerekli enerjiyi sağladığı düşünülüyor. Hidrojen peroksit hızlıca oksijen ve suya ayrışıyor.

Weizmann Enstitüsü araştırmacıları, ”Hidrojen peroksitin  görece kararsız olmasından dolayı bilim insanları bu basamağı önemsemeyerek makul bulmuyorlardı. Oysa biz tersini kanıtladık” diyorlar. Bu çalışmayla ortaya çıkarılan diğer bir noktanınsa oksijenin yaptığı bağlarla ilgili olduğu açıklandı, düşünülenin aksine tek bir molekül içerisindeki iki oksijen atomu arasında bağ oluşturulabileceği, (bu örnekte her ikisi de merkezdeki metale bağlı) yani  bunun gerçekleştirilmesi için oksijen atomlarının farklı moleküllere bağlı olmasının gerekmediği vurgulanıyor.Sürdürülebilir temiz enerji kaynağı  araştırmaları için güneş ışığıyla işleyen  verimli yapay katalizör bulunması büyük bir amaç. Araştırmacıların bir sonraki hedefi ise ortaya koydukları bu tepkimeleri verimli katalitik bir sistemle birleştirerek alternatif enerji üzerine çalışanları bu amaca ulaştırmak.

Süper Yanardağlar

Küresel ısınma bu yüzyılda insanlığın karşı karşıya geleceği en büyük sorunlar arasında sayılıyor. Ne var ki hakkında çok az şey bilinen bir başka doğal felaket, belki de küresel ısınmadan daha ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkacak. Bu da bir süper yanardağın eninde sonunda faaliyete geçmesi olasılığı. Yerbilimciler böyle bir olasılıkta söz ediyorlar.Kuşkusuz böyle bir durumda Dünya’nın o bölgesindeki sıcaklıkta ve belki de küresel sıcaklıkta da önemli bir yükselme olabilir. ABD’deki Yellowstone Ulusal Parkı’nda yapılan bir söyleşi de Yellowstone’un böyle bir patlama için geç bile kalmış olduğu bildirildi. Tarihsel kayıtlar Yellowstone’un, her 600 000 yılda bir etkin duruma geçmiş olduğunu ortaya koyuyor; en son olarak da 640 000 yıl önce patlamış. Londra’daki Berfield Greig Afet Araştırma Merkezi’nden Prof. Bill McGuire “Uydularla ölçülen yüzey deformasyonları ve başka işaretler bölgenin hâlâ etkin olduğunu ortaya koyuyor. Yeni bir patlama için hazırlık yapıyoruz” diyor.

Süper yanardağlar gerçekte dağ biçiminde değiller; büyük çöküntüler biçiminde oluyorlar. Bunlar,  kaldera  denen çökmüş dev kraterler. Saptanmaları da zor.Yellowstone kalderası 10 km boyunda ve 30 km eninde. Yüzeyinin sekiz kilometre altında da dev bir mağma odası bulunuyor. Mağma odasındaki basınç arttıkça, yüzey yükseliyor ve ölçülebilir bir sıcaklık artışı oluyor. Ancak yanardağ bilimciler Yellowstone’un ne zaman patlayacağını tam olarak bilemiyorlar. Kıyamet! Küresel   Afetlerin  Doğa Tarihi adlı kitabın yazarı McGuire, Yellowstone’da olası bir patlamanın 2074’te olabileceğini ileri sürüyor. Son iki milyon yıl içerisinde her 100 000 yılda böyle iki olay olmuş. Süper yanardağların bulunması olası bölgeler genellikle güneydoğu Asya gibi, kıta plakalarından birinin bir başkasının altına girdiği bölgeler. Ancak ilginçtir ki güney İtalya’da Napoli dolaylarında da bir kaldera bulunuyor. Londra Yerbilim Derneği’nden Dr. Ted Nield “Yellowstone’un bir benzeri daha küçük ölçekte orada da olabilir” diyor.

Bir süper yanardağın patlaması, sıradan bir yanardağ patlamasından 10-100 kez daha etkili oluyor. Dünya’ya çarpan bir göktaşınınkine eşdeğer bir enerji ortaya çıkıyor. Dünya’ya gelmekte olan bir göktaşının rotasını değiştirebilirsiniz; ancak bir süper yanardağ için yapabileceğiniz hiçbir şey yok. Patlama sırasında binlerce kilometreküp kaya, kül, toz, kükürt dioksit ve başka birçok gaz atmosferin üst tabakalarına fırlatılır. Orada, Dünya’ya gelen güneş ışınlarını yansıtan bir tabaka oluşur. Böylece Dünya’nın yüzey sıcaklığı da düşer; tıpkı nükleer kışta olduğu gibi. Bu etkiler 4-5 yıl sürebilir; tarım ürünleri ölür ve tüm ekosistem çökebilir.” diyor McGuire. Buz kayıtları, Sumatra’daki Toba yanardağının 74 000 yıl önceki patlamasının 3-5°C’lik bir küresel soğumaya yol açtığını gösteriyor. Sıradan yanardağ etkinliklerinin bile iklim üzerinde etkileri olabiliyor. Endonezya’daki Toba yanardağı 1815’te patladığında birkaç yıl boyunca Dünya’da yüzey sıcaklığı bir derece kadar düşmüştü.

Nükleer Santraller

(Cografya) Son dönemin en güncel konularından biri hiç kuşkusuz nükleer enerji ve bunu sağlayan nükleer santraller. Türkiye'nin resmi nükleer ve radyasyon takip kurumu olan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'na (TAEK) hergün onlarca soru geliyor. TAEK'e sorulan bazı sorular ve yanıtlar şöyle;

SORU: Atom nedir?
TAEK: Bir elementin kimyasal özelliklerini taşıyan en küçük parçasına atom denilmektedir. Evrende bilinen bütün maddeler (kozmik madde, yüksek enerjili madde ve anti madde hariç), pozitif yüklü bir çekirdek ve etrafında dönen negatif yüklü elektronlardan oluşan yaklaşık 100 farklı atomdan meydana gelmektedir.

SORU: Nükleer reaktörler enerji dışında bir şey üretir mi?
TAEK:
Nükleer reaktörler, tıp ve endüstride kullanılan yararlı radyoizotopların üretilmesinde de kullanılırlar. Kanser tedavisinde, boru kaynaklarının tahribatsız muayenesinde kullanılan kobalt-60, tiroid bozukluklarının teşhis ve tedavisinde kullanılan iyot-131, doktorların vücut içini görme amacıyla çeşitli tarayıcı cihazlarda kullanılan teknesyum-99, akciğer havalanmasının ve kan akışının ölçülmesinde yararlanılan ksenon-133, bu izotoplara örnek olarak verilebilir.

SORU: Nükleer santraller riskli midir?
TAEK: Bütün elektrik üretim seçenekleri ve diğer teknolojiler risk taşır. İsviçre'de Paul Scherrer Enstitüsü tarafından yapılan bir çalışmada 1969-1996 yılları arasında ticari tesislerde enerji ile ilgili 4 bin 290 kazada meydana gelen ölümler göreceli olarak karşılaştırılmaktadır. Bu çalışmaya göre yıllık üretilen elektrik teravatsaati başına nükleer enerji üretimi 8, doğalgaz 85, kömür 342, petrol 418, hidro 884 ve LPG 3 bin 280 ölüme sebebiyet vermiştir. İnsan, hayatı boyunca teknolojinin getirdiği çeşitli olanaklardan yararlanmak ve hatta hayatta kalabilmek için çeşitli risklerle karşı karşıya kalır. Örneğin, yolculuk etmenin riskli olduğu bilinir ama evde oturmak da risklidir, çünkü tüm kazaların yüzde 40'ı evlerde olur. Araştırmalara göre erkek olmak 2800 gün, kalp hastalığı 2100 gün, kömür madeninde çalışmak 1100 gün, kanser 980 gün, yoksulluk 700 gün, alkol 130 gün, intihar 95 gün, uçak kazaları 1 gün, baraj yıkılması 0,5 gün ve ABD için tüm elektriğin nükleer santrallerden üretilmesi ise 0,03 gün ortalama ömür kaybına yol açacaktır.

AVRUPA NÜKLEERDEN VAZGEÇTİ Mİ?
SORU: Avrupa'da bazı reaktörlerin kapatıldığı ya da çalışmadığı ve dünyanın nükleerden vazgeçtiği söylenmektedir. Türkiye'de neden yapılıyor?
TAEK:
Ağustos 2010 itibariyle dünyada 29 ülkede toplam 373 bin 673 Megavat (MWe) kurulu güce sahip 440 nükleer reaktör işletme halindedir ve dünya elektrik enerjisi ihtiyacının yaklaşık yüzde 15'ini karşılamaktadır.

En fazla nükleer santral 104 ile ABD'ye ait. Fransa'da 58, Japonya'da 54, Rusya'da 32, Güney Kore'de 20, Almanya'da 17, Hindistan'da 19, Ukrayna'da 15, Çin'de 12 adet nükleer santral bulunuyor.

Toplam 2 bin 776 MWe kurulu güce sahip 5 nükleer reaktör yeniden işletmeye girebilecek şekilde uzun süreli kapatma durumundadır. Toplam 59 bin 544 MWe güce sahip 61 nükleer santral inşa halindedir. Bu veriler ışığında dünyanın nükleer santralden vazgeçtiğini söylemek mümkün değildir. Halen Bulgaristan'da 2, Finlandiya ve Fransa'da 17'şer adet 1600 MWe gücündeki reaktörler inşa halindedir. Ayrıca Fransa ve İngiltere yeni nükleer güç santralleri yapmayı planlamaktadır.

ÇEVRE DOSTU MU?
SORU: Nükleer enerji çevre dostu bir enerji üretim seçeneği midir?

TAEK: Nükleer enerji çevre dostu bir teknolojidir. Çünkü; nükleer santralların güvenlik değerlendirmesi bağımsız lisanslama kuruluşları tarafından son derece tutucu varsayımlara göre yapılmaktadır. Ayrıca bu santrallar işletmede oldukları sürede sürekli denetim altındadır. Bu nedenle nükleer santralların çevre ve insana zarar verebilecek şekilde kaza yapma riski, günümüzde kullandığımız diğer teknolojik ürünlere göre yok denecek kadar azdır. Nükleer enerji üretim zinciri, tümüyle ele alındığında sera gazı salımı konusunda en temiz seçenektir. Günümüzde nükleer santraller, elektrik sektöründen kaynaklanan sera gazı salınımında yıllık olarak yaklaşık yüzde 17 azalmaya sebep olmaktadır. Yani bu santrallerin yerine fosil yakıtlı santrallerden elektrik elde edilseydi her yıl 1,2 milyar ton karbon atmosfere verilecekti.

SORU: Nükleer santral turizm yatırımlarını olumsuz etkiler mi?
TAEK: Dünyada pek çok turizm ülkesi nükleer enerjiden faydalanmaktadır. Örneğin Fransa'da Paris'e 200 kilometreden daha yakın alanda 6 nükleer santral bulunmaktadır. İspanya'da Madrid'e 200 kilometreden daha yakın alanda 3 nükleer santral bulunmaktadır. Bradwell santrali Londra'ya 70 kilometre mesafededir.

AKKUYU'DA KURULMASI PLANLANAN SANTRAL
SORU: Akkuyu'da kurulması düşünülen VVER-1200 tipi nükleer santral yeni bir teknolojidir. Türkiye pilot proje mi olacaktır?
TAEK:
Henüz VVER-1200 tipi reaktörlerin işletiminde olan bir modeli bulunmamaktadır. Ancak bu reaktörler işletimde olan VVER-1000 reaktörlerinin güvenlik ve performans açısından geliştirilmiş modelleridir. Ayrıca işletimde olan bir reaktör hazırlık ve inşa süreleri dikkate alındığında en az 15 yıl eski teknolojiler üzerinde kurulu bulunmaktadır.

Nükleer reaktörlerin lisanslanması aşamasında tesisin güvenli bir tasarıma sahip olup olmadığının değerlendirilmesi inşaat lisansı başvurusu üzerine yapılır. Daha sonraki aşamalarda tesisin tasarıma uygun bir şekilde inşa edilip edilmediği takip edilir. VVER-1200'ler Rus düzenleyici kurumlarından inşaat lisansı alınarak Rusya'da kurulmaya başlanmıştır. Dünyada, inşa halindeki 10 adet VVER tipi reaktörlerden 4'Ü VVER-1200 tipi reaktörlerdir.

SORU: Kurulacak santralde silahlanma kapsamı var mıdır?
TAEK:
Akkuyu'da nükleer santral kurulmasıyla ilgili Rusya Federasyonu ile yapılan anlaşma tamamen barışçıl uygulamaya yönelik olup silahlanma kapsamı bulunmamaktadır.

Rusya tarafından Akkuyu'da inşa edilecek VVER-1200 AES-2006 tasarımı da dahil nükleer güç santralleri silah üretmek için tasarlanmamaktadır.

SORU: Nükleer bir santralin ömrü ne kadardır?
TAEK:
Yeni nükleer santral tasarımlarının ömürleri 60 yıl olarak öngörülmektedir.

YATIRIM MALİYETİ
SORU: Nükleer santralin yatırım süresi ve maliyeti ne kadardır?

TAEK: Dünyada nükleer santrallerin yapım süresi ilk betonun dökülmesinden takiben ortalama 6-7 yıl civarındadır. Tüm proje dönemi düşünüldüğünde bu süre 10-12 yıl civarında olabilir.

Dünyada işletmeye giren son reaktörler ve yapım sürelerine bakılırsa, Rusya'daki Rostov-2 santralinin yapımı 9 yıl, Hindistan'daki Rajastan-5 ve 6 santrallerinin her ikisi 7'şer yıl sürmüş, Çin'deki Lingao-3 5 yılda, Qinshan-2 ve 3 ise 4,5 yılda tamlanmıştır. Japonya'daki Tomari-3 santrali 4,5 yılda işletmeye girmiştir. Nükleer reaktörlerin ilk yatırım maliyetleri yüksek ama işletme ve yakıt maliyetleri çok düşük tesislerdir.

400 MİLYON AVROYA SÖKÜLEBİLİYOR
SORU: Nükleer santral sökülmesi teknolojisi mevcut mudur ve maliyeti nedir?

TAEK: Nükleer tesislerin sökülmesi ve yeşil alana dönüştürülmesi için gereken teknoloji vardır ve bazı ülkelerde sökme uygulamaları yapılmaktadır.

Örneğin ABD'de 860 MWe gücündeki Meine Yankee 1996 yılında kapatılmış, 2004 yılında kullanılmış yakıt depolama dışında koruma binası yıkılmıştır. Almanya'da kurulu bulunan standart bir nükleer santralın (1200 MW gücünde) işletmeden alınması, sökülmesi ve yeşil alana dönüştürülmesinin maliyeti 400 milyon avro olacağı tahmin edilmektedir.

DÖRT DENEME DE BAŞARISIZLIKLA SONUÇLANDI
SORU: Bugüne kadar neden Türkiye'de nükleer santral kurulmadı?
TAEK
: Türkiye'nin ilk nükleer santralinin kurulmasına yönelik olarak değişik tarihlerde girişimler yapıldı. Maalesef bu girişimlerin hiçbirisi sonuca ulaşamadı. 1973 yılında kurulmasına karar verilen 80 MWe gücündeki prototip santral projesi daha sonra daha büyük bir santralin kurulmasına karar verilince iptal edildi.

1977 yılında çıkılan ihaleyi İsveç'in ASEA-ATOM firması kazandı. Ancak, 1980 darbesi nedeniyle İsveç hükümeti kredi vermeyince bu proje sona erdirildi. 1982 yılında gerçekleştirilen ihale hükümetin yap-işlet-devret modelindeki ısrarı ve üretilen elektriğin alımı için Hazine garantisi verilmemesi nedeniyle başarısızlığa uğradı. 1997 yılında yapılan ihale ise 2000 yılındaki büyük ekonomik kriz nedeniyle iptal edildi.

DÜNYADAKİ NÜKLEER KAZALAR
SORU: Geçmişte olan nükleer santral kazaları hakkında bilgi verir misiniz?
TAEK:
Nükleer enerji üretimi geçmişine bakıldığında raporlanmış kazalardan Çernobil ve Three Mile Island (TMI) kazaları kor erimesi ile sonuçlanmıştır. Sadece Çernobil nükleer güç santralindeki kaza ölümle sonuçlanmış olup kaza anında 30 kişi hayatını kaybetmiştir. Ayrıca kazanın çevresel etkileri de olmuştur.

1990 yılında UAEA tarafından oluşturulan Uluslararası Nükleer ve Radyolojik Olay Ölçeği (INES) sisteminde ise nükleer güç santralleri için kazayı tanımlayan, seviye 4 üzeri olay yer almamaktadır. Seviye 3'te ise tesis sahası dışında çevre ve halkın etkilemediği raporlanan 12 olay sunulmaktadır.

NÜKLEER KAZA DURUMUNDA İYON TABLETLERİ NİÇİN KULLANILIYOR?
SORU: Nükleer kaza durumunda iyot tabletleri niçin, ne zaman, nasıl kullanılır?
TAEK:
İyot tabletleri, radyoaktif olmayan iyot bileşikleridir. Nükleer tehlike durumlarında ortaya çıkabilecek radyoaktif bulut içerisinde yer alan radyoaktif iyotun tiroitte tutulmasını önlemek üzere, iyot tabletlerinin en sıra süre içinde alınması gereklidir. İYot tabletlerinin, vücudun diğer radyoaktif maddelere maruz kalmasını engelleyici özelliği yoktur.

Tabletler, mümkünse aç karnına alınmalıdır. İyot tabletleri genellikle iyi tolere edilir. Sindirim bozuklukları gibi yan etkiler çok nadiren görülmekle beraber, uygulama kesildiğinde kendiliğinden geçer.



Manto'ya Sondaj

(Cografya) İlk kez okyanus yatağının 2 kilometre altına inilecek. Bulgular 'Ay'dan getirilen taşlar kadar' önemli olabilir.

Bilim adamları Kosta Rika açıklarında, okyanus yatağının 2 kilometre derinliklerine inerek kaya örnekleri alacak. Daha önce denizin altından hiç bu kadar derine inilmedi. Uzmanlar, bu örneklerin Apollo uzay aracının, Ay'ın yüzeyinden getirdiği taşlar kadar değerli bir "jeolojik hazine" olacağını söylüyor.

Bilim adamları, amaçlarının yer kabuğunun altındaki manto tabakasının mümkün olduğu kadar derinlerine inmek olduğunu belirtiyor. Araştırmaya öncülük eden uzmanlardan İngiltere'deki Southampton Üniversitesi öğretim görevlilerinden Damon Teagle, BBC'ye açıklamasında, "Dünyanın geçirdiği evrimle ilgili bazı temel sorular var. Bunları ancak manto tabakasının üzerindeki kabuğun (yerkabuğuyla manto arasındaki Moho tabakası) ve manto tabakasının yapısını tam olarak anlayabilirsek yanıtlayabileceğiz" dedi.

Manto tabakası, yerkürenin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Bu tabaka, yer kabuğundan dünyanın demir-nikel çekirdeğine 2900 kilometre derinliğe uzanıyor. Manto tabakasının, kıtaları ve okyanus zeminini oluşturan kayalarınkinden farklı bir yapısı var. Bu tabakanın ağırlıklı olarak peridotit taşlarından oluştuğu düşünülüyor. Peridodit magnezyum açısından zengin, az silikon içeren olivin ve piroksen gibi minerallerden oluşuyor. Bu kayaların içerdiği maddeler ve maruz kaldığı koşullar, manto tabakasının büyük bölümünün hareket halinde olduğuna işaret ediyor. Bu baskın tabakadaki yavaş taşınımın, yüzeyi şekillendiren tektonik süreçte önemli bir rolü var.

EL DEĞMEMİŞ ÖRNEKLER
Bilim adamlarının elinde halihazırda dünyanın derinliklerinden gelen kaya örnekleri var. Bunlar dağların oluşumu ya da volkanlarla yüzeye çıkan kaya örnekleri. Ancak bu örnekler yüze ulaşırken bir şekilde değişime uğramış durumdalar. Bu yüzden bilim adamları şimdi "el değmemiş" örneklere ulaşmak istiyorlar. Karadan manto tabakasına ulaşmak zor. Kıtalar, yer kabuğunun en kalın (30-60 km) olduğu yerler. Okyanus dibinde bu kalınlık 6 kilometreye kadar düşüyor.

Uzmanlar manto tabakasına ulaşacak teknoloji ve mali kaynağa 2018'den önce ulaşmayı beklemiyor. Rus uzmanlar daha önce karadan yerin altına, 12 kilometreden fazla inmişti.



Mini Buzul Çağı Uyarısı

(Cografya) Güneş alışılmadık bir kış uykusu dönemine girerken, bunun Dünya'da bir mini Buzul Çağı'nı tetikleyebileceği öne sürüldü.Amerikalı uzmanlara göre, küresel sıcaklıklarda yaşanacak düşüşün, 2020'den sonraki yıllarda yaşanabileceğini belirtiyor.Bu dönemde, Güneş lekelerinin (koyu lekeler olarak görünen yüksek manyetik alanlar) yıllarca ve belki on yıllarca yok olması bekleniyor. Daha sakin bir Güneş'in etkilerinin büyük ölçüde iyi olacağı ve uydulara daha az zararı olup daha az enerji kesintilerine yol açacağı belirtilirken, küresel sıcaklıklarda keskin bir düşüşün yaşanabileceği ve Dünya'da mini bir buzul çağının tetiklenebileceği ifade ediliyor.

Güneş lekelerinin yok olması görülmemiş bir durum değil. Daha önce de olmuştu, ama 18. yüzyıl başlarından beri gerçekleşmiyordu. Araştırmaya öncülük eden Ulusal Güneş Gözlemevi'nden Frank Hill, "Güneş'in döngüsünün televizyonlarda yaz sezonu gibi bir döneme girdiğini söyleyebiliriz" diyor. Uzmanlar, Güneş'in neden sessiz bir döneme girdiğini bilmiyor, ancak tüm sinyaller bu yönde.Doktor Hill ve ekibi, öngörülerini araştırmacılar tarafından Güneş'te tespit edilmiş üç değişime dayandırıyor: Güneş lekelerinin zayıflaması, kutuplarından Güneş'in halesine doğru daha az akım gerçekleşmesi ve yok olan bir jet akımı. Araştırmacı ekipten astrofisikçi Doktor Richard Altrock, bu ipuçlarının Güneş'in iyileşmek için çok uzun zaman alan bir çeşit duruma geçiyor olabileceği yönünde güçlü bir ihtimal söz konusu" diyor.

2020'de başlayacak Güneş döngüsüne odaklanan uzmanlar, Güneş'in zaten yaklaşık dört yıldır az Güneş lekesiyle alışılmadık bir şekilde sessiz olduğunu söylüyor.Güneş'teki devasa manyetik alan, güneş lekelerini, rüzgarı ve bazen Dünya'ya çarpan, hızlı hareket eden parçacıkların dışarı atılmasını içeren güneş döngüsünü belirliyor. Her 22 yılda bir, Güneş'in manyetik alanı kuzey ve güneye yer değiştiriyor ve 11 yıllık bir Güneş döngüsü yaratıyor. 2001'deki gibi zirve zamanlarında, her gün güneş lekeleri olurken, uyduları etkileyebilecek daha sık fırtına görülür. Geçen ay NASA'nın üst düzey Güneş bilimcisi David Harthaway, şimdiki döngünün (2009 yılına doğru başladı) Güneş'in yüzyıldır yaşadığı en zayıf dönemi olacağını tahmin etmişti. Geçmişte, Güneş'in uzun dönem zayıf manyetik faaliyete girdiğinde, Dünya'da da soğuma ve buzullaşma görülmüş, bu dönemler boyunca atmosfer soğumuş ve iletişim sistemlerini bozacak şekilde atmosferin büzülmesine ve kutuplarda manyetik fırtınalara yol açmıştı.



Yeryüzünün En Eski Kayaları Bulundu

(Cografya) Kanada’nın Hudson Körfezi kıyılarındaki yaklaşık 10 km2lik bir bazalt (volkanik  kaya) bölgesindeki bir dip kaya sahasında yeryüzünün bilinen en eski kayaları bulundu. Nuvvuagittuk  Yeşiltaş Kuşağı denen bölgede bulunan kayaların rengi pembemsi kahverengi. Bilim insanlarının hesabına göre bu kayalar 4,28 milyar yıl önce (gezegenin oluşumundan hemen sonra) oluşmuş. Jeokimyacılar bulunan kayaların yaşını belirlemek için kayaların içeriğindekisamaryum ve neodimyum elementlerini analiz ettikleri, izotoplu tarihlendirme yöntemine başvurmuş. Bulunan bu kayalardan önce dünyanın en eski kayaları Kanada’nın kuzeybatısında bulunmuş olan 4,03 milyar yaşındaki kayalardı.

Kanada’nın Montreal kentindeki McGill Üniversitesi’nden Jonathan O’Neil’e göre bu kayalar büyük olasılıkla Güneş Sistemi’nin doğuşunun hemen ardından Dünya’nın yüzeyinin soğumasıyla oluşan ilk yer kabuğunun kalıntıları. O’Neil “Belki de bu gezegenimizin ilk (orijinal) yerkabuğu; ve ondan önce sabit bir kabuk hiç oluşamamıştı. Bu, yanıt bekleyen zor ve önemli bir soru.” diyor. Bilim insanları bu kayaların üzerinde çalışmanın, gezegenimizin oluştuğu ilk dönemlerde neye benzediğine ilişkin önemli ipuçları verebileceğini düşünüyor. Dünya, Güneş Sistemiyle birlikte 4,57 milyar yıl önce oluşmuştu. Bulunan kayalar da bu tarihten yaklaşık 290 milyon yıl sonra oluşmuş. Bazı bilim insanları kayaların taşıdığı kimi özelliklerin, o dönemde bile yeryüzünde su bulunduğunu gösterdiğini düşünüyor. Okyanusların ilk olarak ne zaman ortaya çıktığı, suyun yeryüzünde mi oluştuğu yoksa Dünya’ya çarpan kuyrukluyıldızlarca mı getirildiği gibi konularda bilim dünyasında hâlâ ciddi tartışmalar var. Bulunan kayaların doğası, oluştukları dönemin sıcaklığına ilişkin de ipuçları veriyor. Büyük olasılıkla gezegenimiz oluştuğunda tam bir kaynayan kazan gibiydi. Ama çok kısa bir süre sonra günümüzden çok da sıcak olmayan bir dereceye kadar soğudu. Bilim insanları çok merak ettiği bir konu da yeryüzünde yaşamın ne zaman ortaya çıktığı. Dünya’daki ilk yaşam biçiminin bakteri olduğu düşünülüyor. Ne yazık ki bulunan kayalarda yapılan incelemelerde, o dönemde yaşamın olduğunu gösteren doğrudan bir kanıt görülememiş.

Delgeç Bulutlarının Sırları

Delgeç bulutları


Sanki devasa buyuklukte bir delgec ile delinmiş gibi gorunen delgec bulutlarının nasıl oluştuğu 1940’lı yılardan beri bilim insanlarında merak uyandırmıştır. Bu doğa harikalarının oluşma surecini acıklamak uzere, jetlerden kaynaklanan akustik şok dalgaları, jetin rotası uzerindeki havanın lokal ısınması, jetlerin yuksek irtifada ucarken arkalarında bıraktıkları iz boyunca buz oluşması gibi bircok olası sebep one suruldu. İlk yıllardaki gozlemler de olağandışı bu bulut  oluşumlarının jetlerden kaynaklandığını doğrulamış gozukse de hem bu oluşumun gercek mekanizması hem de pervaneli ucakların da bu bulutları oluşturabildiği yakın bir zamana kadar bilinmiyordu.

Gectiğimiz Haziran ayında Amerikan Meteoroloji Topluluğu Bulteni’nde yayımlanan bilimsel calışma, uzun yıllardır gizemini koruyan delgec bulutlarının  oluşum mekanizmasını acıklıyor. Atmosfer Araştırmaları Ulusal Merkezi’nde gorevli bilim insanlarından Andrew Heymsfield ve calışmada yer alan diğer araştırmacılar, belirli atmosferik şartlar altında jetler veya turboprob ucaklar (gaz turbini ile calışan pervaneli ucaklar) bulutların icinden  gecerken bulut tohumlama surecindekine benzer bir etki oluşmasının yağmur ve kar yağışına neden olabildiğini gosterdiler. Bu etkinin oluşması icin ucakların, donma noktasının altında (-15 derece ve daha altı) hala sıvı durumda olan su damlacıkları iceren bulut kumeleri ile karşılaşması gerekiyor. Turboprob ucaklar bu yapıdaki bulut kumelerinin  icinden gecerken pervaneler havanın cok hızlı bir şekilde genleşmesine neden olabiliyor.

Benzer bir durum, jetler yuksek hızla bulut icinden gecerken kanat uzerindeki havanın ani bir şekilde genleşmesi ile de ortaya cıkabiliyor. Hava genleştikce soğuyor ve sıvı haldeki super soğuk su damlacıklarının donup buz taneciği haline gelmesine ve yağış şeklinde bulut kumesinden ayrılmasına sebep oluyor. Bu olağandışı suni yağış neticesinde de bulut kumesi icinde ilginc  şekilli delik oluşumları ortaya cıkıyor.

biltek.gov.tr

Bitkiler Dünyayı Donmaktan Koruyor

Bitkiler Dünyayı Donmaktan Koruyor


(Cografya) Kutuplar 50 milyon yıl önce, timsahların yaşadığı, buzsuz bir yerdi. Daha  sonra, atmosferdeki karbondioksit  miktarının yavaş yavaş azalmasıyla yerküre soğudu. Bilim insanları, bu azalmayı durdurup Dünyamızı donmaktan kurtaranın karalarda yetişen bitkiler olduğunu ortaya koydular.

Şimdiye kadar atmosferdeki karbondioksit düzeyinin üst sınırı, küresel ısınma ve Dünya’daki yaşam kalitesi tartışmalarının odağı olmuşken bu çalışmada, karbondioksit  düzeyinin alt sınırda kalmasını  sağlayan dinamiklerle ilgileniliyor.Volkanik gazlar doğal olarak atmosferdeki karbondioksit miktarının artmasını sağlar. Buna karşın, karbondioksit milyonlarca yıldır, granit gibi silisli taşların hava koşullarının etkisiyle aşınmasıyla eksilir ve okyanusların dibinde karbonat olarak hapsolur.Bu taşlar aşındıkça, atmosferdeki  karbondioksit miktarı da azalır.Yale İklim ve Enerji Enstitüsü’nden Mark Pagani, Tibet ve Güney Amerika  gibi yerlerde son 25 milyon yıldaki dağ oluşumları sırasında, atmosferdeki  neredeyse tüm karbondioksitin  emilmesine yol açacak şartlar oluşabilir ve Dünya tamamen donabilirdi  diyor. Oysa atmosferin karbondioksit yoğunluğu 1 milyon parçacıkta 200-250 civarına düştü ve karbondioksit miktarındaki azalma durdu.Araştırmacılar karbondioksit miktarındaki azalmanın nasıl durduğunun yanıtını aradı. Bunun için küresel karbon döngüsü canlandırmaları ve bitki yetiştirme deneyleri yaptılar. Araştırmanın sonunda, karbondioksit düzeyinin bitkiler için yaşam sınırına kadar düşmesiyle, bitkilerin silisli taşları aşındırma kapasitesinin  büyük ölçüde azaldığını, bunun da karbondioksit düzeyindeki azalmayı yavaşlattığını gösterdiler. Araştırma grubundan Ken Calderia  ve David Beerling, bitkilerin bize lezzetli yiyecekleri sağlamasının yanında atmosferdeki karbondioksitin kritik seviyenin altına inmesini engelleyerek, Dünya’nın uzayda “kartopu” gibi dolaşmasını önlediğini belirtiyor.

Dinozorlara Olan Bize de Olur mu?

Dinozorlara Olan Bize de Olur mu?


Çok eski zamanlardan günümüze kadar yeryüzüne çarpan asteroit ve kuyrukluyıldızlar Dünya yüzeyinde çeşitli kraterlerin oluşmasına neden olmuştur. 65 milyon yıl önce Meksika’nın Yucatan Körfezi’ne düşen böyle bir cismin dinozorların yok oluşuyla ilgili olduğu sanılıyor.  NASA, bunun gibi önemli değişikliklere yol açabilecek asteroitleri on yıldır saptamaya çalışıyor. Özellikle de “öldürücü darbe” potansiyeli olan, çapı 1 km’nin üzerinde ve Dünya’ya 50 milyon kilometre ve daha yakın yörüngelerde dolanan cisimlere odaklanılıyor. Ancak büyük olanları saptamak işin kolay kısmı. Kolayca tanımlanamayacak kadar küçük olanların da ciddi tehdit oluşturabildiğini yaşanan örneklerden biliyoruz.

Yüz yıl önce Sibirya’nın orta bölgelerine düşen bir kuyrukluyıldız havada patlayarak yaklaşık 2000 km2 lik ormanlık alanı yerle bir etmişti. Havadaki patlamanın 8,5 km yüksekte ve Hiroşima’ya atılan atom bombasınınkinden 185 kat daha güçlü bir etkiyle gerçekleştiği tahmin ediliyor. Sandia Ulusal Laboratuvarları’nın yaptığı benzetimler 27 m çapındaki bir cismin bu etkiyi ortaya çıkarmaya yetebileceğini gösteriyor.  Sibirya semalarını bir ateş topuyla aydınlatan bu patlama 30 Haziran 1908’de sabahın erken saatlerinde oldu ve Tunguska olayı olarak anıldı. Bu olay, uzaydan gelebilecek gizli tehlikelerle ilgili yakın geçmişte verilmiş bir uyarı olarak kabul ediliyor.

NASA’nın Kaliforniya’daki Jet İtki Laboratuvarları’nda çalışan araştırmacılar Tunguska olayındaki gibi bir göktaşının Dünya atmosferine her 300 yılda bir girme olasılığı bulunduğunu ve “yakın” yörüngelerde dolanan benzer büyüklükteki asteroit sayısının 375.000 dolayında olabileceğini belirtiyorlar. Neyse ki bir sonraki göktaşının yeryüzünün üçte birini oluşturan okyanuslardan ya da yerleşim yerlerine uzak, geniş arazilerden birine düşme olasılığı daha büyük. İlgili kamu kurumlarının böyle bir olayın olası zararlarına hazır olmak için ne kadar kaynak ayırması gerektiğiyse risk yönetimi sınavlarının hâlâ en zor sorularından biri. Jet İtki Laboratuvarları’ndan Donald K. Yeomans, atmosferimize sürekli çok sayıda göktaşının girdiğini, bunların basketbol topu ile bir otomobil arasında değişen büyüklüklerde olduğunu ve birçoğunun tümüyle yanarken, bir bölümünün zarar verecek şekilde havada patladığını belirtiyor. En güncel örneklerden biriyse bu Haziran ayı sonunda Peru’ya düşen ve 18 m çapında bir krater açan göktaşı. Büyük olasılıkla bir basketbol topundan büyük olmayan bu cisim, gizlice süzülen göktaşlarının barındırdığı tehlikeyi hatırlattı.

NASA, Dünya’ya çok yakın, 1 km ve daha büyük çaplı 940 asteroitin olduğunu tahmin ediyor. Bunlardan 743’ü tanımlanmış durumda. NASA Dünya’ya yakın 5500’den çok asteroidi saptamış bulunuyor. Bütçe kısıntıları NASA’nın önümüzdeki yıl %90’ını bitirmeyi amaçladığı büyük cisimleri tanımlama projesini yavaşlatıyor. Sibirya’ya düşen göktaşı gibi küçük olanların tanımlanmasıysa daha uzun yıllar sürecek gibi. Durum böyle olsa da gökbilimciler Dünya’ya çarpma olasılığı olan birçok asteroitin önümüzdeki on yıl içinde tanımlanacağını belirtiyor. “Ancak farkına varmak tehdidin üstesinden gelmek için yalnızca ilk adım.” diyor Apollo 9 astronotu Rusty Schweickart. Schweickart, Dünya’ya yakın cisimleri tanımlamak ve bunlara müdahale etmek için insansız uzay aracı geliştirme amacıyla daha çok araştırma yapılması gerektiğini savunan bir vakfı yönetiyor.  Eski astronot, büyük ya da küçük, dünyaya doğru gelen bir asteroit ya da kuyrukluyıldızın saptanması durumunda bir yön saptırma tekniğinin ortaya konmamış olması bir yana, böyle kaçınılmaz bir olay için uluslar arası işbirliğine yönelik kayda değer bir çabanın da bulunmadığını vurguluyor. Schweickart’a göre uluslararası karar sürecinin işlememesi gelecekte alacağımız bir darbenin belki de en büyük nedeni olacak.

Biltek.tubitak.gov.tr

Neden Buzul Çağlarına Giriyoruz?

Buzul Çağları


Dünyamız yaklaşık 100.000 yıllık döngülerle ısınıp soğuyor. Bu sürelerin sonunda önce bir ısınma sonucu kutup buzları eriyor ve deniz seviyeleri yükseliyor. Bunu yeni bir buzul çağı izliyor ve döngü sürekli yineliyor.  Bu değişimlerin nedeni konusunda 30 kadar kuram bulunuyor. Ancak, Woods Hole ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden iki iklimbilimci, bilmecenin çözümüne yaklaşmış görünüyor. Peter Huybers ve Carl Wunsch, tortullardaki kayıtlardan belirlenen son yedi ısınma dönemini Dünya’nın dönüş hareketiyle ilgili olarak daha önce belirlenmiş bulgularla karşılaştırmışlar. Gezegenimizin dönüş  ekseni, yörünge düzlemine bir açı yapıyor, ama bu açının değeri zaman içinde değişebiliyor. Eksen, 40.000 yıllık döngülerle birkaç derece oynuyor. Açı en yüksek değerine ulaştığında gezegenimizin üst enlemleri daha çok güneş ışığı alıyor ve buzlar eriyor.

Peki, eksen açı döngüsü 40.000 yılda tamamlanıyorsa, bu 100.000 yıllık buzul döngüsünü nasıl açıklıyor? Huybers ve Wunsch’a göre güneş ışığının kayda değer bir etki göstermesi için buzulların önce yeterli bir büyüklüğe ulaşması gerekiyor. Dolayısıyla da buzul döngüleri, arada bir ya da iki eksen kayma döngüsünü atlayarak gerçekleşiyor ve sonuçta ortalama 100.000 yıllık süreleri tutturuyor.  Döngüler günümüzdeki küresel ısınmayı açıklayabilir mi? “Hayır” diyor Huybers. “Küresel ısınma çok yeni bir olgu. Son büyük ısınmaysa 20.000 y›l önce meydana gelmişti, dolayısıyla bizim yeni bir buzul çağına doğru ilerliyor olmamız gerekir.”

biltek.tubitak.gov.tr

Geleceğin Sıfır Karbon Salımlı Kenti Kuruluyor!

Sıfır Karbon Salımlı Kent


Petrol zengini Abu Dabi kentinin yakınlarında, çok farklı bir kentin inşaatı başladı. 50.000 kişi ve 1500 kadar da iş yerine ev sahipliği yapacak bu alanın özelliği, asgari düzeyde enerjiyle işleyecek ve kentte kullanılan kaynakların da yenilenebilir türden olması. Aslında tam bir bilimkurgu kenti,ilk binası, bir araştırma enstitüsü. Öyle bir enstitü ki, “Ortadoğu’nun Silikon Vadisi”ni oluşturacak bir tohum olarak betimleniyor; farkı, bilgi teknolojileri değil, yenilenebilir enerji üzerine temelleniyor olması.

Birleşik Arap Emirlikleri’nin merkezinde kurulacak olan yeni kent, 15 milyar dolarlık devlet desteğiyle başlatılan “Masdar Girişimi”nin bir parçası. Bu büyük yatırım programının bir amacı da, Emirlikler’in refah ve zenginliğini yalnızca petrole bağımlı olmaktan kurtarmak. Yetkililere göre programın başarılı olması, ülkeyi yenilenebilir enerji konusunda lider konumuna getirecek. Toplam 22 milyar dolara mal olacağı hesaplanan bu sıfır-karbon salımlı kent, bir dizi farklı teknolojiden yararlanacak: bina yüzeyleri ve çatılarda kullanılacak ince-filmli güneş panellerinden, enerji kullanımını izleyen algılayıcılara, arabaları gereksiz kılacak ve gücünü akülerden alan sürücüsüz araçlara kadar... Tabii bu da kenti, sera gazı salımlarının azaltılması için öne sürülen yeni teknolojilerin deneme alanı konumuna getirecek. Kenti sıfırdan kurmanın da bazı avantajları var. Sözgelimi, güneş enerjisinin maliyetinin yarıya yakını, kurulum malzemeleri ve işçiliği kapsıyor. Projede ince film tipi paneller, geleneksel inşaat malzemelerinin yerini alarak bina yüzeylerine doğrudan yerleştirilebilecek. Soğutma için enerji kullanımıysa binaların, sokakların ve yeşil alanların tasarım ve konumları gözetilerek daha ilk adımda azaltılabilecek; klimalarda, geleneksel kompresörler yerine güneş ısısını kullanan soğurmalı soğutuculardan yararlanılacak.

Ulaşım için harcanan enerjinin nasıl azaltılacağına gelince.Yukarıda sözü edilen sürücüsüz, akülü ulaşım araçları, gideceğiniz yeri bilgisayara girdiğinizde, kapınızda! Güçlerini araç içinde depolanmış, yenilenebilir enerjiyle sağlayacaklar elbette. Su kullanımı en düşük düzeyde tutulacak, kent içine yayılmış durumdaki algılayıcılar da kent halkını enerji kullanımlarına ilişkin düzenli olarak bilgilendirecek. Bu ve benzeri önlemlerle enerji tüketiminin, aynı büyüklükteki bir ‘geleneksel’ kentle karşılaştırıldığında %75 kadar düşürülebileceği öngörülüyor.

Doğal olarak bütün bunlar şimdilik yalnızca kâğıt üzerinde. Gerçekte kentin kurulma amaçları arasında belki de en önemlilerinden biri, yeni gelişmelerden hangilerinin uygulanabilir, hangilerinin uygulanamaz olduğunun ortaya çıkması. Projenin bir başka özelliği de, ne yazık ki birçok yönüyle yinelenemez oluşu. Yetkililer Abu Dabi’nin ki gibi bir zenginliğin, projeyi gerçekleştirmede önemli bir önkoşul olduğunu, bunun bir başka yerde kolay kolay uygulanamayacağını söylüyorlar. İkinci engel de tasarımların çoğunun yine Abu Dabi koşullarına göre yapılmış olması. Ancak Masdar Girişimi’nin her şeye karşın çok değerli bir model oluşturacağı konusunda kimsenin kuşkusu yok. Geleceğin kentini tahmin etmekten öte, gözlerimizle görmemize izin verecek bir model...

biltek.tubitak.gov.tr

Gelecekte Dünya Sıcak ve Kuru

Gelecekte Dünya


Günümüzden 1 milyar sonra,eğer kalmışsa yeryüzündeki hemcinslerimiz,yalnızca genişlemeye başlayan Güneş’in yaydığı cehennemi sıcakla bunalmakla kalmayacaklar.Büyük bir olasılıkla gezegenimizin erimiş çekirdeğini çevreleyen mantonun üstünde içecek bir damla su bile kalmayacak.

Bu boğaz kurutucu kehanetler,Japon yerbilimciler tarafından yapılıyor. ABD Jeofizikçiler Birliği’nin Aralık ayında San Francisco kentindeki toplantısında bu konuda bir rapor sunmaya hazırlanan Japon araştırmacılardan Shigenori Maruyama, "1 Milyar yıl sonra Dünya’daki tüm okyanuslar kuruyacak ve gezegenin yüzeyi, benzer bir süreç yaşamış gibi görünen Mars’ınkine benzeyecek." diyor. Anlaşılıyor ki, denizlerimizin dibi delik. Maruyama ve öteki Japon yerbilimcilerine göre gezegenimizin okyanusları, atmosferden ve yüzeyden kazandıkları suyun beş mislini manto tabakasına sızdırıyorlar.Yerbilimcilerin çoğu zaten gezegen yüzeyinin 250 kilometre altındaki bir geçiş bölgesinde muazzam bir su rezervinin minerallere bağlı olarak bıulunduğunu öngören bir modeli benimsemiş bulunuyor. Su bu rezervuarlara batma bölgesi denen ve okyanusları taşıyan tektonik levhaların, kıta levhaları altına kaydıkları bölgelerden akıyor. Modele göre daha sonra su, erimiş kayayla birlikte bu bölgede alta kayan levhanın yarattığı sürtünme ısısının yol açtığı volkanik faaliyetle ve okyanus diplerindeki sırtlardan yükselerek yeniden yüzeye dönüyor. Ancak Maruyama’nın hesaplarına göre geçiş bölgesine sızan 1.12 milyar ton okyanus suyuna karşılık ancak 230 milyon ton su yeryüzüne geri dönüyor. Aynı araştırmacıya göre son 750 milyon yıl içinde bu süreç okyanusların düzeyini 600 metre alçaltmış bulunuyor. Bu süreç, kısa dönemli iklim değişikliklerinin okyanus düzeyinde yol açtığı küçük ve geçici oynamalarca maskelenmiş olmalı.