Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Konser sezonu sona ererken/Kültür - Sanat/milliyet blog



Antalya Devlet Senfoni Orkestrası, 6 Ekim 2006 da Atatürk’ün 125. Doğum Yılı kutlama konseriyle başladığı ‘konser sezonunu’ 25 Mayıs 2007 Cuma günü ‘Bahar Konseri’yle sonlandırıyor.

ADSO sezon boyunca 31 konser gerçekleştirmiş olacak.
Bunların 24 ü AKM de, 7 konser de Akdeniz Üniversitesi ‘Atatürk Konferans
Salonu’nda verildi.(Sonuncusu veridi varsayılarak)

Antalyalı müzikseverler, tuhaflıklarla dolu bir konser sezonunu geride bırakıyorlar.

En ilginci sezonun tam ortasında (12. hafta) dağıtıla bilinen ‘konser proğramları’nın neredeyse yarı yarıya değişikliklere uğramasıydı.

Bir diğeri konserden bir gün önce, Armoni Mızıkası ortak konserinin gün ve yerinin değiştirilmesi.

Bir başka ilginçlik de Akdeniz Üniversitesi’nde verilen; Ücretsiz ve üniversite personeli ile öğrencilerine ayrıcalıklı bu konserlerde, küçük bir konferans salonunun 1/3 i ancak doldurulabildiğini defalarca gördüm. Konsere, öğretim görevlileri bile katılsa dolabilecek bir salon, sözünü ettiğim yer. Hatta konservatuvar öğrenci ve öğretmenleri (akademisyenler) bile yeterince ilgi göstermemekteler. Oradaki emeğe üzülmemek mümkün mü?

Konferans salonundaki konserlere gidip gelmekte bir başka sorun. Bireysel yakınmamı ADSO müdürü (Ahmet Rahtuvan)ne ilettim. Konser sonrası, özel aracınız yoksa yerleşkeden birkaç kilometre yürüyerek çıkabilmektesiniz...Gece olduğundan, özellikle güvenlik sorunu, bu gidiş gelişin en önemli sorununa dönüşüyor...

Bu yıl için olumlu örnekleyebileceğim bir durum; Türk besteci ve eserlerine yeterli oranda yer verildiğiydi.

Sona eren konser sezonunda dikkat çeken bir başka konu da, dinleyici profilindeki değişiklikti: Konser davetiyelerinin, bir şekilde konuya özensiz kişilerin eline geçtiğini düşünüyorum..Dağıtılan tüm yazılı unsurlarda belirtilmesine rağmen, konser başladıktan sonra salona giriş çıkışlar ve çocuk sesleri, rahatsız edici düzeydeydi.

Bu yazıya konu olan tüm olumluluk ve olumsuzluklar, yazılı şekilde ADSO müdürlüğüne de iletilmiştir. Okurlarla da paylaşmak istedim.Emek veren sanatçılara sezon için teşekkür ederken, yeni sezonun daha başarılı geçmesini dilerim.

Aspendos festivalinin de 'tenzili rutbe' sinde emek sahibi olanları kutlamak!gerekir
Uluslararası festival, şimdilik 'ulusal' hale getirildi. 1. Aşama tamamlandı, 22 Temmuz sonrası, 2. aşamayı yaşama geçirme şansları 'olamasın' dilemekteyim!

Konuyla ilgili bilgi ve gözlemlerimin, bir dinleyici ölçüsünde olduğunun bilinmesini isterim.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

İrfan Önürmen'den bir sergi: Kağıt ve tül üzerine../Kültür - Sanat/milliyet blog



İrfan Önürmen’in Pi Artworks Çağdaş Sanat Merkezi’nde 19 Nisan- 9 Mayıs 2007 tarihleri arasında gerçekleşen "Kağıt ve Tül Üzerine" isimli sergisinden oldukça etkilenmem sonucu bu yazıyı kaleme alma ve kendisiyle röportaj yapma fırsatını elde ettim.

Sergi, Önürmen’in 2007 yılındaki kağıt ve tül üzerine karışık tekniklerle işlediği temalardan oluşmaktadır. Tüllerin yoğunlukla beyaz zemin üzerine kullanılması düşle gerçek arası ve çok boyutlu bir izlenim edinmemi sağlamıştır. Sergiyi 3 bölümde ele almak mümkün; birinci bölüm "suçu seyretmek" adı verilen bir seri. Ekranlarda sürekli gördüğümüz suça ait imgelerin üst üste gelmesi ile bizim nasıl edilgen bir konuma sürüklendiğimizi ve olan biteni okuyamaz hale geldiğimizi işaretliyor. İkinci bölümde ise "portreler" adı verilen bir seri yer alıyor. Burada ise kadına dönük şiddet, töre cinayetleri ve sudan sebeplerle katledilen kadınların gazetelerde yayınlanan fotoğrafların katledilme nedenleri ile yeniden tül üzerinde yorumlanması, gösterilmesiyle ilgili, son bölümde ise televizyon görüntülerinden faydalanarak önce tek tek tül üzerine yapılan çizimler sonra da bu çizimlerin üst üste getirilmesiyle, TV formatında sunulan bir seri. Bu seri yine ekrandan akan görüntülerin oluşturduğu imgelerin bizim üzerimizdeki etkisi ile ilgilidir.

Sergi 23 eserden meydana gelmektedir ve serginin "portreler" bölümünde İrfan Önürmen’in öldürülen kadınlarla ilgili tül üzerine yaptığı portresel çalışmalara yer vermesi, toplumsal duyarlılık anlamında da oldukça anlamlı ve düşündürücüdür. Özellikle, kadın portrelerinin tuallerinin çerçevelerinin gazete kağıtlarıyla kaplı olması beni etkileyen önemli ayrıntılardan biri olmuştur.

Serginin mutlaka görülmesini tavsiye ediyorum..

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Seçimini iyi yap/Kültür - Sanat/milliyet blog



Seçmek çok düşünerek, ölçüp biçerek yapmamız gereken bir eylemdir. Yiyeceğimiz aşı iyi seçemezsek midemiz bozulur. Evleneceğimiz eşi iyi seçemezsek hayatımız zehir olur. Yapacağımız işi iyi seçemezsek işe giderken ayaklarımız geri geri gider ve mutlu olamayız. Milletvekili, parti seçmek de öyledir. Başkalarının yalan sözlerine, propagandalarına ya da adayların dış görünüşlerine, parlak
 laflarına aldanarak seçim yaparsak başımız ağrır. Politikacıların seçim zamanında hatırımızı sorması kara kaşımız, kara gözümüz için değil, oy içindir. Oyumuzu aldıktan sonra yüzümüze bile bakmazlar. Bunu bilelim, ona göre seçelim. Nasıl karpuzu seçerek alıyorsak bizi yönetecek milletvekillerini de öyle seçelim. Karpuzu yer geçeriz ama politikacıları seçmesini bilemezsek başımızda boza pişirirler yıllarca.

Satıcılar mallarını satabilmek için, “Seç beğen al!” ya da “Seçmece bunlar!” diye bağırırlar. Müşteri iyisini seçeyim derken farkında olmadan kötüsünü de alır.

Seçimi iyi yapma konusunda kısa bir öykü sunmak istiyorum sizlere.

Çok sevilen, iyimser bir insana nasıl böyle olabildiğini sormuşlar. Şöyle demiş:

“Her sabah kalktığımda kendi kendime, bugün iki seçimim var; ya havan iyi olacak ya da kötü, derim. Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü olduğunda da iki yine iki seçimim vardır; Kurban olmak ya da ders almak. Ben, başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana şikayete geldiğinde yine iki seçimim vardır; şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben ikincisini seçerim. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır; her durumda nasıl davranacağını seçersin. İnsanların senin tavrından nasıl etkileneceğini seçersin; yani hayatı nasıl yaşayacağını seçersin.”

Yıllar sonra bu iyimser kişi soyguncular tarafından kurşunlanmış, hastaneye kaldırılmış. Kurşunlardan bazıları vücudunda duruyormuş ama o gene iyimserliğini yitirmemiş ve kendisini ziyarete gelen dostuna şöyle demiş: “Vurulup yerde yatarken iki seçimim var, diye düşündüm. Ya yaşamayı seçecektim ya da ölümü; ben yaşamayı seçtim.”

Dostu, “Korkmadın mı?” diye sorduğunda şöyle konuşmuş:

“Ambulansla gelen sağlık görevlileri bana iyileşeceğimi söylediler. Ama acil servisteki doktorların ve hemşirelerin bana bu adam ölmüş der gibi baktıklarını görünce korktum. Bir şeyler yapamazsam biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten de. Bir hemşire yanıma yaklaşıp herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu. Evet, var, dedim. Derin bir nefes alarak, kurşunlara alerjim var, dedim. Gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım; ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin, otopsi yapar gibi değil, dedim.”

Seçimi iyi yapmasını bilen kişi kısa zamanda iyileşmiş ve bu özelliği sayesinde uzun yıllar mutlu bir hayat yaşamış.

Halk filozofu Ali Molla, kahvede seçtikleri milletvekillerinden dert yanan, ağzımıza bir parmak bal çaldı ama seçilince bizi unuttu, tuzu kurularla ortak oldu diye dert yanan köylülere şöyle der: “Ben, eşeğimle yolda gelirken eşeğim durdu, hayvan pisliklerini koklamaya başladı. Ben de kokladığı pislikleri heybeye doldurup yesin diye önüne koydum.”

Köylüler gülerek, “Hayvan o pislikleri yer mi be molla dayı?” derler.

Molla başını sallayarak, “Madem yemeyecekti, niye seçti, madem seçti, niye yemiyor?” Diye konuşur. Ne dediğini, ne demek istediğini anlayamayanlara şunları söyler: “Sizinki de o hesap işte. Madem pişirdikleri yemekleri yemeyecektiniz, niye seçtiniz, madem seçtiniz, o zaman önünüze konanları neden yemiyorsunuz? Bir dahaki seçimde dikkat edin de benim eşeğimin durumuna düşmeyin.”

Molla, kendini kolla! Seçimini iyi yap; Ankara’ya gitmesi gerekenleri yolla.

Erhan Tığlı

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat

Silivri kaymakamı ve İnci abla !/Kültür - Sanat/milliyet blog



Sanat ve Kültür Festivali’nin ikincisini yaşadı Silivrililer, 18 -20 Mayıs tarihlerinde…

Geçen yıl ilki yapılmıştı.

Farklı tarihler ve farklı mekanlarda yapılmış olsa da, işin doğrusu ilkinden daha kapsamlı üç gün yaşadı Silivri…

Geçen yıl ile kıyaslamanın bir anlamı yok.
Bu yıla bakılmalı ve gelecek yıla planlar
 yapılmalı…

Başkan Turan ve ekip arkadaşlarını kutlamak gerek. Üç gün de olsa, ressamlar yoğunlukta da olsa ve eserleri izleyen genç insanlar “ Bunları seyretmemiz ile bu adamlar ne kazanıyor?” diyerek etkinliği anlayamamış olmanın dayanılmaz ağırlığını da yükleseler sanatçının üzerine, emek veren herkesi yürekten kutlamak gerek.

Silivri’de, Sosyal Demokrat yönetimlerin beceremediğini beceren muhafazakar yöneticileri ayakta alkışlamak gerek..

Geçen yıl “ Ak Partili bir belediyenin etkinliğine katılmam” diyen sözde aydınlar, bu yıl gelen sınıfının diğer bireylerinden bir şeyler öğrenmişlerdir umarız. Ve umarız bu etkinlik sözde kalmayıp gelenekselleşir, gelecek yıllarda uluslar arası boyutlara taşınır.

Organizeyi yapan ve bu uğurda gecesini gündüzüne katarak büyük çaba harcayan İNCİ ABLA dün gece rahat bir uyku uyuyabilmiştir umarım. Silivri ve Silivrililer ile bir çok sanatçıyı bir araya getiren İNCİ ABLA ile yaptığımız kısa söyleşide kaygılarını dile getirirken, sesindeki endişe titreyişi, seçilmiş ve bürokratların aleyhinde olumsuzlukları yazarsak, bu etkinliğin tekrarlanmasını engellenebileceğini belirtmesinden kaynaklıydı.

Ne acıdır ki haklı!

Halkın aydınlanması bile, seçilmişlerin yada devletin başımıza tayin ettiği, bizlerin vergilerinden “Maaş” denen payı alan, harcadığı mesaiyi yine bizler için harcayan yöneticilerin düşünceleri, kızmaları, mutlu olmalarına bağlı.

Diyeceğim odur ki! İNCİ ABLA ile yaptığımız söyleşide, Etkinliğin kurdelesini kesen ve güzel bir konuşma yapan Silivri Kaymakamı Ali Dursun’un, bazı katılımcı sanatçıların tepkisine neden olan davranışını sorduğumuzda
“ Aman Ömercim ne olur yazma.. O arkadaş işi fazla abarttı. Kaymakam bey’in başka bir açılışa daha katılması gerekiyormuş o nedenle açılış sonrasında gitmesi gerekiyordu. Sayın Başkan ona eşlik etmek durumundaydı. Birlikte gittiler ve sayın başkan sonradan döndü geldi. Tek tek tüm konuklar ile ilgilendi” dedi.

Peki İNCİ ABLA ya Kaymakamımız?

O dönmedi, dönmesi de gerekmiyordu. Başka programı olamaz mı daha önceden planlanmış.. Tüm bunları söyleyebilme şansına sahipken İNCİ ABLA “ Ne olur kötü şeyler yazma” demekle yetindi.

Ben kimim ki Kaymakam ile ilgili kötü şeyler yazayım İNCİ ABLA..
Hem Kaymakam bey, o “ bu adamlar bizim seyretmemiz ile ne kazanıyorlar ki?” diye soran gençler gibi sanatı sevmek ya da anlamak zorunda değil ki! Sonuçta bir insan.. Herkes gibi..
Sevdikleri sevmedikleri olacaktır elbet.

Amaaaa İNCİ ABLA , Silivri’min Kaymakamı, Silivri’m için gelmiş 30 sanatçıyı es geçerek, bir başka yerdeki Urfa türküleri seslendiren sanatçıyı dinlemeyi biraz ertelemeliydi.

Silivri’min Kaymakamı beraberindeki heyet ile birlikte gelen ressamları, yazarları, şairleri, tiyatrocuları tek tek dolaşarak “hoş geldiniz, ne iyi etinizde geldiniz” diyebilmeliydi. Ne kaybederdi ki?

Peki ben bunları yazıyorum diye ne kaybedeceğim? Hiçbir şey..

Silivri, Kaymakam Ali Dursun’un değil; Ali Dursun, Silivri’nin Kaymakamı..

Yani sevgili İNCİ ABLA bize kızabilir, içerleyebilir, hatta polis nezaretinde sorguya bile aldırabilir ama SİLİVRİ’ye yapılacak etkinliği engelleyemez.
Sen canım ablam içini rahat tut. Makama değil şahsa demiştir akrostiş sanatçısı Ayşe Kızıltaş…
Ve denilen denenleri hak etmiştir…

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Yok olan el sanatlarımız ve ustaları/Kültür - Sanat/milliyet blog



16 mayıs çarşamba günü canlı yayında Vahe Kılıçarslanın canlı yayın konuğuydum yine. Benimle beraber konuk olan genç bir sanatçıda oradaydı o gün. İnanılmaz performansı ve yanık sesiyle adeta büyüledi herkesi bu sanatçı. Evet ben canlı yayında altın varaklı antika bir sandalyenin döşemesini anlatırken, Sibel Pamuk'ta adeta döktürüyordu. Bir yanda
 genç bir sanatçı, bir yanda antika bir sandalye. Vahe Kılıçarslan'da ise sanat aşığı bir ruh var. Oraya üç tane manken getirip, sansasyon yaratarak reyting peşinde koşmak yerine, genç bir türkücü ve kaybolmaya yüz tutan bir el sanatı için bir şeyler yapmaya çalışıyor.

BBC PRIME' da yayınlanan Antika yolu programının benzerini yapmak için CNN TÜRK'ün genel yayın yönetmeni Sn. Ferhat Boratav ile görüştüğümüzde kendiside böyle bir programın inanılmaz güzel olacağını fakat bu projenin çok geniş tutulması gerektiğini söylemişti. Projenin geniş olması demek sponsor firmanın büyük olması gerektiği anlamına gelmesi demekti. Sn. Ayşe Özgün'le Star Tv de 20 ye yakın canlı program yaptık antikalarla ilgili. Tam rayına oturmak üzereydiki canlı yayın konuklarından birinin enses olayı nedeniyle babası tarafından öldürülmesi sonucu programımız yayından kaldırıldı.

Şimdi başka bir kanalda zaman zaman davet edilerek ESKİ EL SANATLARINI VE ANTİKALARI ANLATIYORUM. Sadece anlatmakla kalmayıp canlı yayında restorasyon da yapıyorum. Yıldız Sarayı' Büyük Mabeyin binasındaki taht ve koltukları restore ettik. Ortağım Hülya Kanatlı ve eski bir sanatkar olan babam Necati Özkaya ile Restore ettiğimiz eserler şimdi Yıldız Sarayı Müzesi'nde sergileniyor. Bu konularda bir çok üniversitede konferanslar ve uygulamalı derslerde verdim.

Şu anda ise kendi sınıfımızda, aralarında üniversitelerde ders veren hocalarında bulunduğu öğrencilerime uygulamalı ahşap restorasyonu ve antika mobilya el cilası (gomalak) seminerleri düzenliyoruz. Yüze yakın öğrencimiz var. Hem öğreniyoruz hemde terapi yapıyoruz. Çöpe atılacak kadar kötü kondüsyonda olan antikaları ve eski eşyaları ilaçlamasından, tamirine, cilasına kadar son haline getirip hayata kazandırıyoruz.

Böylesine zevkli ve sabır gerektiren el sanatlarının kaybolmaması içinde, başlı başına bir tv programı için kolları sıvadık. Fakat reyting almaz korkusuyla hiçbir televizyon program yaptırmaya yanaşmak istemiyor. Bende 10 günde bir çıktığım canlı yayınlarda reyting alsın diye her türlü şaklabanlığı yapmaya çalışıyorum. Gramafon show yaptım. Çıktığım programlarda sanatçılarla şarkı söyledim. Sırf biraz daha ilgi için ve kaybolmaya yüz tutan el sanatları kaybolmasın diye.

Son programımdada vahe ile çekiç elimizde mobilya döşemesindeki yayları çakıp bağladık. Hatta konuk sanatçı Sibel Pamuk bile yardım etti. Bir Tv kanalı çıkıpta, haftada iki gün bir saatlik bir program yap dese neler yapılır neler. Seramikten, altın varağa, oymacılıktan, mobilya restorasyonuna ve döşemesine bir çok el sanatının ustalarıyla inanılmaz gösteriler yapardık. Herşeyimiz gibi el sanatlarımızda küresel kirlenmenin kurbanı oluyor galiba. Bir reyting fırtınası sürüp gidiyor. Haydi hayırlısı.

METİN ÖZKAYA

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Portalı olmayan portreler/Kültür - Sanat/milliyet blog




Artık biliniyor; George ORWELL 1984 adlı yapıtında özel yaşamın kuşatılmışlığı konusunda çanlarını yıllar öncesinde çalmış; görüntü ve ses kayıtları, belgeye dönüşen kriminal bulgular, özel yaşam alanı daraltırken; 'otorite'yi sorgulanamaz bir alana doğru
 kaydırıyor.

Kent insanı bu saldırının hızla farkına varıyor; bu nedenle kaldırımda karşısına çıkan kameraya, objektife karşı lal oluyor, saldırganlaşıyor, en naifinden yüzünü kapatıyor, pas geçiyor. Giderek hukuk normuna dönüşmemiş yeni bir kültür oluşuyor kentte.

Kırsal alanda ise henüz bakir, sınırları geniş özel hayat alanı, kamerayı, objektifi 'kendisinden geleceğe iz bırakacak dost' olarak görmesine yol açıyor; kültürel kabul alanı bu olguyla besleniyor.

Objektifi parıldatacak görüntü peşindeyken ben; yaşına inat bir hızla kapıdan fırlayan Ahmet Dede'yi gördüğümde gardımı almaya hazırlanırken ve "n'olacak acaba" sorusunun cengelinin belirsizliğini taşıyor usum.

- "Bi de beni çekive be evlat!"

Ahmet Dede'nin özel alanına objektifi şevkle davet etmesiyle şaşkınlığın son gongunu çalıyor usum. Özel alanda en değerli şeyler paylaşılır; Ahmet Dede en değerli varlığını objektife kayıt ettirmenin telaşıyla bir koşu çekerek getiriyor buzağıyı...

Geleceğe iz bırakmanın sevinciyle görüntüyü izlemeyi de unutuyor, sormuyor; çünkü müteşekkir, borcunu ödemek isteyişinin telaşından...

Öyle ya Ahmet Dede ne bilsindi digital kamerayı, şip şak görüntüyü...

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,


İşte Gidiyorum Çeşm-i Siyahım/Kültür - Sanat/milliyet blog



Hep deriz ya yaşarken kıymet bilinmez, ölünce kıymet bilinir. Ya da meşhur sözümüz vardır: " Kör ölür, badem gözlü olur." Bazen bunlar da olmuyor işte. Bugün Aşık Mahsuni Şerif'in ölüm yıldönümü ve hiç bir yerde onunla ilgili haber okumadım. Şimdi bir şiir sitesinde gördüm. Baktım saat 23.33. Henüz gün
 bitmemiş. Daha 27 dakika var. Gençliğimizde türkülerini dinlediğimiz, daha doğrusu doya doya dinleyemediğimiz bir halk ozanımızdı... Zaten onun gibi kaç tane var ki!

Ölümünden birkaç yıl sonra hemen unutuluyorlar. Nur içinde yatsın, toprağı bol olsun!

En çok sevilen ve " Vizontele" filmiyle özdeşleşen bir türküsüyle analım usta ozanı.

Sevgilerimle...

ÇEŞM-İ SİYAHIM

İşte gidiyorum çeşmi siyahım
Önümüze dağlar sıralansa da
Sermayem derdimdir, servetim ah'ım
Karardıkça bahtım karalansa da

Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Sen beni bıraktın ah ile zarda
Ötmek istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da

Bağladım canımı zülfün teline
Sen beni bıraktın elin dilinde
Güldün Mahzuni'nin berbat haline
Mervan'ın elinde parelense de

Aşık Mahzuni ŞERİF

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Gençlik bayramdır/Kültür - Sanat/milliyet blog



Gençlik bitmeyen bir enerjidir, çiçekleri solmayan bir bahardır. Başta kavak yelleri eser, deli gönül ferman dinlemez, ayakları yerden kesilir, başı göklere değer, bir türlü yere inmez, dağ tepe, bağ bahçe gezer de gezer. Yaşlılar imrenerek bakarlar ona ama acemi çaylak, toy diye suçlarlar, bir türlü güvenemezler
 kendisine. Genç acelecidir, bir an önce hedefe varmak, idealine kavuşmak, sevmek sevilmek ister, beyninden çok kalbinin sesini dinler. Ama sınavlarla boğuşmak, sorularla, sorunlarla didişmek zorunda kalır.

Farsçada “genç” hazine demektir. Gençlik de bir hazinedir. Bu hazinenin sonunun hazin olmaması için gençler çalışmalı, yaşlılıklarında rahat edebilecekleri bir duruma gelebilmek için çaba göstermelidir. Toplum da gençleri küçük görmemeli, çabalarını değerlendirmeli, onlara olanaklar sağlamalı, yetenekli gençlerin yolunu açmalı, köstek değil destek olmalıdır. Genç kadrolara, gençlik aşısına ihtiyacımız var, onlara güvenmeliyiz.

Hepimiz genç olmak, genç kalmak isteriz. Partilerin gençlik kolları, spor kulüplerimizin genç takımları vardır ama her yıl takımı gençleştireceğiz diye demeçler verildiği halde birinci takımda hep gençliğinin sonuna gelmiş oyuncular oynatılır! Yaşlı politikacılar da bir türlü yerlerini gençlere vermek istemezler, onları piyon gibi kullanırlar.

Bir özdeyişte, “Gençler düşünebilse, yaşlılar yapabilse” deniliyor. Yaşlıların deneyimleri, düşünme yetenekleriyle gençlerin enerjileri, zindelikleri birleştirilebilse sorunlar kolayca çözülür ama yaşlılar mevzilerini bir türlü terk etmez, makamlarını bırakmazlar. Bu yüzden genler ikinci, üçüncü planda kalırlar ya da iş bulamayıp kahve köşelerinde sürünürler.

Atatürk’ün şiirlerinden etkilendiği Namık Kemal ve Tevfik Fikret eserlerinde gençlere seslenmişler, onları yüreklendirmek istemişlerdir. Namık Kemal şiirlerinden başka, Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, İntibah gibi tiyatro eserlerinde, romanlarında gençlere gerçekleri göstermek istemiş, onlara öğütler vermiş, vatan, millet sevgisi aşılamak istemiştir. Tevfik Fikret de, Ferda, Promete gibi şiirlerinde gençlere seslenmiş, “Halukun Defteri” adlı kitabını gençler için yazmıştır. Atatürk de cumhuriyeti gençlere emanet etmiştir. O’nun “Gençliğe Hitabe”si en iyi söylev örneklerinden biridir. Bağımsızlığımızı, cumhuriyetimizi koruyup kollayacak olan gençlerdir. “Yurtta sulh, dünyada sulh” gençlerle olacaktır. Gençler olmasaydı tüm savaşlarda yenilir, tutsak yaşamak zorunda kalırdık.

Genç kimdir acaba, kaç yaşına olanları genç sayacağız? Bu konuda sözü gene Atatürk’e verelim. O, yurdu kaç yaşındaki gençlere emanet ettiği sorulduğunda, “Ben yaşça değil başça genç olanları kastediyorum” demiştir. O’na göre genç olmak genç fikirli olmak demektir. Bir kişinin düşüncesi genç değilse, eskiyse fiziki gençliği hiçbir işe yaramaz. Öyle sözde gençler vardır ki, çiçeği burnundadır ama yenilikleri benimsemez, tutucudur, dili yaşlıdır, eski Arapça, Farsça sözcükler kullanır, çağdışı düşünce ve görüşlerin tutsağıdır ya da pasiftir, pısırıktır, tembeldir. Yaşı yetmiş işi bitmemiş kişi ondan daha gençtir.

Hemingvay gençlerle arkadaşlık ettiği için genç kalabildiğini söylemiştir. Biz de onu örnek almalı, gençlerle fikir alışverişinde bulunmalı, onları asla küçümsememeliyiz. “ummadık taş baş yarar”, “Akıl yaşta değil baştadır” sözleri boşuna söylenmemiştir. Gençlerle aramızda duvar örmemeli, köprü kurmalıyız Deneyimlerimizden gençleri yararlandırmalı, bunu yaparken ukalalık yapmamalı, bilgiçlik taslamalı; öğüt vermekle, nutuk çekmekle kendimizden soğutmamalıyız. Unutmayalım ki gençlerin, çocukların öğütlerden ziyade iyi örneklere ihtiyaçları vardır. Kitap oku diye başlarının etini yiyeceğimize elimize bir kitap alıp okumalı, okuduğumuz kitaplardan güzel örnekler, yararlı bilgiler vermeliyiz. Kahvelerde sigara dumanları arasında oyun oynayacağımıza kitaplıklara koşmalıyız.

Avrupalılar oraya kaçan, hürriyet mücadelesi veren aydınlarımıza “Jön Türkler” adını vermişler, onlar da “Genç Osmanlılar” derneğini kurarak padişah baskısına karşı koymaya çalışmışlardır. Edebiyatımızın, sanatımızın gençlerle hayat bulup gelişeceğini, ilerleyeceğini bilen Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntemle birlikte “Genç Kalemler” dergisini kurmuş, edebiyatımızın, dilimizin gençleşmesi için o zamanın gençleri olan Ziya Gökalp ve Mehmet Emin Yurdakul gibi şair ve yazarları çevresinde toplamıştır. Namık Kemal kendisinden genç olan Recaizade Ekrem ve Abdülhak Hamit’i desteklemiş, yüreklendirmiştir. Aynı şeyi Recaizade Ekrem’in de yaptığını görüyoruz. Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Ati gibi edebi topluluklar genç şair ve yazarların bir araya gelişleriyle hayat bulmuşlardır. Nurullah Ataç Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rıfat gibi gençleri desteklemeseydi Garip şiir akımı daha doğmadan ölür, edebiyatımız yaşlı kişilerin hegemonyası altında kalırdı...

19 Mayısta gençlik bayramı yapıyoruz. Şöyle bir düşünelim bakalım, hangi ülkede var gençlik bayramı? Bu bayramın değerini bilelim, boş sözlerle, törenlerle vakit geçireceğimize bayramın gerçek bir bayram olması için var gücümüzle çalışalım; çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak olsun amacımız, gülüp eğlenmek, lafla peynir gemisi yürütmek değil!

“Dağ başını duman almış,

Yürüyelim arkadaşlar!”

Dur diyelim kötülüklere

Kavuşalım güzelliklere.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

E- Dünyanın çekiciliği/Kültür - Sanat/milliyet blog



Dergi denince nedense aklıma samanlı sarı sayfaların kendine has kokusu ile hülyalara daldığım yıllarım gelir. Kapakta el emeği bir resim, içinde çeşitli yazıların ve şiirlerin bulunduğu, bir solukta göz gezdirilen ama yeni sayısı çıkana dek geçen sürede yeniden başlanarak sindire sindire okunan, reklâmın yok denecek kadar az yer kapladığı, gelirlerinin kısıtlı olduğunu anımsatan görünüşe sahip, siyah ve beyazın egemenliği altındaki eski
 dergiler.

Şimdinin pırıl pırıl kuşe kapaklı, cafcaflı dergilerini gören yeni kuşak ne bilsin. Gerçekten de böyleydi. Kıt kanaat geçinen, hatta geçinemeyen ama sanat aşkı ile yanan sevdalıların uğraşıydı dergicilik.

Aslında bu dergileri alanların da dergiyi hazırlayanlardan pek farkı yoktu.
Çoğu kez üç beş arkadaş minicik harçlıkları bir araya getirerek bir dergi alır ve sıra ile okurduk. Öyle bir paylaşımdı ki bu yeni sayı çıkana kadar dergi adamakıllı eskir en son okunanın evinde kalırdı. Bu sebepledir ki kütüphanemde dergiler yok denecek kadar az, olanlar ise neredeyse lime limedir.

Dergiler yıllar içinde elbette değişti. Kağıt kalitesi de baskı kalitesi de yükseldi ama reklâm sayfalarının çoğalması ile doğru orantılı olarak. Ancak bir gerçek de şudur ki eskiden çıkan dergiler ile şimdi çıkan dergilerin sayıları da değişti ters orantılı olarak. Edebiyat dergilerinin pek çoğu kapısına kilit vurdu yıllar içinde. Ayakta kalmayı başarabilmiş olanların da kendilerine göre sorunları mutlaka vardır ve olacaktır.

Ülkem insanı bilgisayarla tanışmasından kısa bir süre sonra internetle de tanışınca, hele hele web sitesi yapmayı, kendi tasarımını internette görselleştirmeyi keşfedince pek çoğumuz şair , yazar oluverdik. Esasen hepimizin mayasında olan bir şey bu.

Gün geçmiyordu ki yeni bir yazarın tanıtıcı mektubu posta kutularımıza düşmesin. Link adresleri bir anda tüm kullanıcılara ulaşıveriyor, sayfalara eklenen ziyaretçi defterlerine çokça beğenilerin üst düzeyde olduğu notlar yazılıyordu.
Bir eser yazabilme, yaratabilme becerisini kendinde bulamayanlar, edebiyat alanına ilgi duyanlar hazır yazılmış şiirler, öyküler, yazılar varken adeta ganimet bulmuş gibiydiler.
Hele hele eserlerin altındaki ismi silip kendi ismini oraya geçirmeyi marifet sanıp ona buna benim şiirim, yazım diye göndermeyi ahlâka aykırı bulmayanlar, sanata, emeğe saygıdan bihaber olanlar bu kervana eklenince bu alanda da kirlilik hızla yayılıverdi.

Elbette sanata aşık olan, saygı duyan kesim de boş durmuyordu. Onlar belki önce çekinerek yaklaştıkları interneti, basılı dergi maliyeti ile karşılaştırdıklarında çok ucuz, hatta bedava bulunca E Dergicilik de başlayıverdi.
Aslında kötü olmadı.
Her önüne gelenin yazıp çizdiği, pek çoğunun sayfasına koyduğu uyduruk bir sayaçla çok okunur olduğunu iddia ederek kendini kontrolün olmadığı (şimdilerde çıkan kanunla bir nebze de olsa kontrol edilebilir halde) bu boşlukta, konudan anlayanların da “biz de varız” demesi gerekiyordu.
Boşluk diyorum zira dergi denince nasıl eski dergileri anımsıyorsam, internet denince tıpkı uzay gibi kocaman bir boşluk algılıyorum.
Dergiyi ele alıp okumak ile bilgisayardan okumak birebir aynı olmasa da “okuma ihtiyacının karşılanmasındaki eksiği giderebilir” diye düşünüyorum. Ancak saklanmak istenildiğinde işler değişiyor. Basılı dergi el altında, hazır. Parayı ödediniz mi sizin oluveriyor. Baskısı için uğraşmıyorsunuz. E Dergiyi ise olanak verilmişse pdf formatında makinenize indirebilir ve isterseniz kendiniz basabilirsiniz. Dergi okurunun tercihine kalıyor basıp saklamak.

E Dergilerin hızla artması ilgiyi çekmekle birlikte beraberinde rekabeti de getirmekte. Ancak bu rekabetin dergide kaliteyi arttırmak yerine dergi sahipleri ve yazarlar arasında olması, çocukların kendi aralarında yaşadıkları kavgalarda çokça kullandıkları “benim babam , senin babanı döver” söylemini hatırlatmakta..

Olaya okur gözüyle bakarsak, okur kendisine sunulan dergiyi dopdolu görmek, tatmin olmak, okuduğundan keyif almak, bilgilenmek, kendini bulabilmek, yeni sayıyı özleme ve merak duygusuna kapılabilmek ister.
Gerek görsellikte, gerek içerikte zayıf olan bir dergi okuru ne kadar tatmin edebilir?

Koltuğuna oturduğunda okumak istediği dergisini eline alıp sayfalarını tek tek çeviremiyorsa, bu noksanlığın üzerine bir de içerik eksikliği varsa, tıklamaları sonuçsuz kalabiliyorsa, üstüne üstlük alışmaya çalıştığı bu dergi sürekli farklı sunuluyorsa ve diğer dergilerle olan rekabetini okura yansıtıyorsa ne kadar memnun olunabilir?
E dergilerin bir kesime değil her kesime hitap edeceği düşünüldüğünde belli görüşü savunan, kendi bakış açısından farklılıklara sımsıkı kapalı olan, fikrini empoze ederken sanatsal bakış açısını kaybedebilen bir dergi ne kadar okur bulabilir?

Dergilerin yayımlanacak eser seçimleri de bu bağlamda düşündürücü olmakta. Salt kendi fikrine uygun kelimelerle bezeli diye sanatsal açıdan hiç de doyurucu olmayan eserlerin neşri, eser seçimindeki isabetsizlikler ve adaletsizlikler, körlerle sağırlar birbirini ağırlar sözüne uygun davranışlar sergileme de bu dergilerin ciddiyetine gölge düşürecek bir unsur olarak karşımıza çıkmakta.

İşin bu faslında da editörler ve seçici kurullar konusunu irdelemek gerekir.
Dergi editörü ne kadar donanımlıdır?nasıl seçilir? Editör dergiye gönderilen tüm eserleri okur mu? Okursa neye göre tasnif eder gibi sorular hep olacaktır.

Bence bir editör gelen her yazıyı okumak zorundadır. Çok güvendiği kişilerden gelse bile.
Bu okuma ardından varsa hatalar düzeltilmeli ve yayın kuruluna gönderilecekler listesine almalıdır yazıyı.
Yayın kurulu denince; dil, yazım teknikleri ve ilgili konuda bilgi sahibi, alanında uzman kişiler geliyor akla ama eserlerin yayımlanmasına karar verecek olan seçici kurulların yeterlilikleri nedir? İyi-kötü, güzel –çirkin, edebi değeri vardır-yoktur ayrımı nasıl yapılmaktadır, seçme ve yayınlama onayını elinde bulunduran kişi/ler nasıl seçilir gibi sorular geliyor akla. Bu sorular uzayıp gidebilir.
Halka sunulan her ne olursa olsun gereken özenin gösterilmesi şarttır.

***

Konu ile ilgili yapabildiğim ufak bir araştırmada aldığım sonuçlar beni oldukça şaşırttı.
Bulunduğum şehirde bir üniversite olması bu küçük araştırmaya itti beni.
Gençlerin bir kısmı E- Dergileri hiç okumadıklarını söylerken, bir kısmı okuduklarını ama tümünü inceleyemediklerini söylediler.
Şiir yazanlardan bazıları bu tip dergilere şiir yolladıklarını, yolladıkları şiirler yayınlanmış mı diye arada bir baktıklarını, yayınlanmamışsa bir daha bakmayı canlarının istemediğini, şiirleri yayına alınmış ise çok mutlu olduklarını ve bunu internetteki diğer arkadaşlarına duyurduklarını, sayfa link adreslerini tüm adres listesinde bulunanlara yolladıklarını ifade ettiler. Bir kesiminse E-dergilerden haberi bile yoktu.

Ancak bu gençlerin hemen hemen hepsi basılı dergi de almıyorlardı. Gerekçeleri de paralarının yetmediği şeklindeydi. İnternetteki dergilerin parasız ve kolay ulaşılabilir olması hatırlatıldığında ya vakit darlıklarını öne sürdüler, ya da “işim olmaz” türünden kaçamak cevaplar verdiler.
İşin acı yanı bu üniversitedeki gençlerin pek çoğunun kitap okuma alışkanlıklarının sıfıra yakın noktada olduğunu, okuyanlara da “bunlarla vakit geçireceğine dersine çalış “ diye akıl verdiklerine şahit oldum.
Bilgisayar gençliği denilen bu tür bir garabet olsa gerek.

Genç kesime fazla hitap edemeyen E-dergilerin hedef kitlesi kimlerdir diye sormak gerektiği gibi, gençlerin edebiyata ve , E-ergilere neden sıcak bakmadıklarını da irdelemek gerekir kanısındayım.
Oysa öyle ya da böyle hemen hemen çoğumuzun şairlik tarafı ortaya çıkar belli yaş dönemlerinde. Ülkem halkının yarıdan çoğunun sanatçı ruhu taşıdığını düşünmekteyim.

Hemen hepimizin içimizdeki duyguları yazma, söyleme ihtiyacı duyduğumuz zaman dilimlerimiz olmuştur mutlak. Çoğunlukla gençlik dönemlerinde oluşan bu duygular zaman içerisinde kiminde geçiyor kiminde artan bir ilgi ve sevgi ile sürüyor.

Eğer E-Dergilerin hedef kitlesi gençlik ise bu kitleyi yakalamak için çok çalışmaları gerekmekte.
Yok eğer orta yaşlı kesim ise o zaman sunumların çok titizlikle yapılması lâzım.

Hızla yayılan internet önümüzdeki yıllarda hemen bütün evlere girecek diye düşünülürse; değişen okur profilinin iyi saptanması, okura verilmek istenen ile okurun almak istediği arasında denge kurulması, E-Dergide basın yayın ilkeleri ve telif haklarına uyulmasına özen gösterilmesi (elbette basılı dergilerde de ), yazın sanatına artı değer getirecek eserlerin seçilmesi, ciddi yarışmalarla okuma ve yazmaya teşvik edici organizasyonlara gidilmesi ile E-dergilerin okunma şansı daha çok artacaktır .
.
E-Dergilerin okur kitlesinin istenilen seviyede olmadığını ama bu dergilerin kişileri yazmaya teşvik ettiğini rahatça söyleyebiliriz.
Çok çeşitliliğin sunduğu avantaj ve dezavantajları bir arada bularak irdeleyenlerin, bu incelemeleri sonucu tercihlerini belli sitelere yönelteceği kesindir.
Üstelik kişilerin yazma ihtiyacının artacağını, gerilemek ve kötüye gitmek yerine daha iyiye, güzele ulaşmaya çalışacaklarını , bu çabaların da E-Dergileri hem kaliteye teşvik edeceğini, hem de dilimize daha fazla sahip çıkmak için çıtanın giderek yükseleceğini düşünüyorum.
Çıtanın yükselmesi yeni sanatçıların keşfinde faydalı bir yöntem de olabilir.

Ayrıca internette başkalarıyla paylaşılan her şey, günümüzün hastalığı meşhur olma, kendini teşhir etme, adı sanı bilinmeden yaşamaktansa bir şekilde kendini duyurabilme, gruplaşmış ve kendilerini herkesin üzerinde gören belli zümrelere karşı ben de varım deme fırsatını bulma, çoğu kez (bulunmanın kolay olmadığı zannıyla) normal yaşamda açıkça söyleyemediklerini özgürce ifadelendirebilme, hiçbir şansı olmadığını düşünürken bir şans yakalamış hissine kapılma, tanımadığı ve tüm yaşamı boyunca tanımayacağı insanları tanıma, tanışma, konuşma, araştırma, inceleme, bilgilenme, merak etme gibi çeşitli insani duyguların dışavurumu…

Üstelik size ait olan ve internet ortamında yayınlanan hemen her yazı, resim vb. yayınlanan saha herhangi bir şekilde sistem tarafından yok edilmediği sürece boşluk tabir ettiğim bu alanda uçuşup duracak ve dünyanın diğer ucunda yaşayan kişiye bir tıklama ile ulaşabilecek.

Eeeee belki de E-dünyanın çekiciliği burada saklı!

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,

Güler Sabancı' yı önderliğe çağırıyorum/Kültür - Sanat/milliyet blog



Kerem Oğuz pürüzsüz bir zihnin masum şahsiyetidir. Beni dürtükleyince klavyenin başına geçirmeyi başardı.

Bu yazı yazmak ne kadar zor zanaatmış. Yazdıkça cahilliğinle yüzleşiyorsun. Yazarlara acır oldum bu günlerde. Kimselerin bilmediği bir şeyleri biliyormuş gibi yaparak para kazanmakta zor olsa gerek.

Bu günlerde yıllarca ihmal ettiğim bir alan olan sanat tarihi konusunda ve bölük pörçük bildiğim şeyleri bir araya toparlamak için Sibirya ormanlarından çıkarak bozkırları fetheden Türk tarihini okuyorum.

Siyaset bilimcilerin Avrupa ve çevresini tanımlamak ve bu coğrafyanın azamet satan merkezini belirtmek için birazda içten içe küçümseme kokan Eski Dünya diye kullanılan bir deyim vardır.

Okuduğum sanat tarihi kitabı tamda bu duruma uyan bir Avrupalı sanat tarihçisi tarafından yazılmıştı. Bu konuda benim gibi bir cahili aydınlatan eser yararlı olurken, tarihsel süreçte sanat anlayışının gelişiminde belirleyici olacağına inandığım, ekonomik, siyasal, sosyal boyutlara yeterince yer vermeyerek kendini de sınırlayarak can sıkıcılaştı.

Avrupalıların uygarlık tarihinin her alanında olduğu gibi sanatta da kendilerini ve Hıristiyanlığı merkeze yerleştirmeleri okuduğum eserde de kendini belirginleştirmiş.

Doğuluların, oluşmasında belirleyici ve ortak bir sürü değeri görmezden gelerek kendisinin ürünü olan Avrupa’yı ötekileştirdiği büyük yanlışı, kültürünü ve dinini doğudan almamış, borçlu değilmiş gibi yok sayıp, küçümseyerek, Avrupa bu tavrıyla üretip, kışkırtıyor.

Bize de, bu konuları eskinin değil, yeni dünyanın merkezi ABD’li akademisyenlerin tüm uygarlığı kucaklayacak vicdanlı bir eserinden elden geçirmek gerekecek.

Çok önemsediğim ve değer verdiğim bizim burjuvazimiz 1 milyar dolar’lık kaynakları batılı burjuvaziye öykünerek kendi adlarında kurdukları üniversitelerde heba edeceklerine, mevcut üniversitelerde kendi isimlerini taşıyan bölümler açarak sosyal ve teknolojik araştırmaları ve yayınları kendi isimleriyle üretse dünya çapında çok büyük bir şöhrete sahip olurken, ülkemize de yararlı olurlar inancındayım.

Dünya çapında eski dilleri bilen uzmanları, dil bilimcileri, arkeologları, hukuk, siyaset, sanat, ekonomi, din v.b gibi uzmanları ve Rus, Çin, Hint, İran, Arap, Yahudi ve Avrupalı tarihçiler yanında bizim ve Türk dünyasının tarihçilerinin bir araya getirildiği akademik kadronun, Sabancı Türkoloji, Tarih Bölümünde öğrenci yetiştirip, bu devasa kadroyla yapılacak araştırmalarla üretilen eserler Sabancı ismiyle yayınlanırken, Sabancı İnsanlık, Türk Tarih Ansiklopedisi hazırlansa, bilimde belirlenen değil belirleyen ve dünya da şöhretli bir yer edinilmez mi?

Koç, Eczacıbaşı, Doğan, Türk iş ve sivil örğütler örneklerini gördüğümüz bağış müessesesinide işleterek, bu örnekte Hukuk, Çalışma Ekonomisi, Teknoloji, Müzik v.b gibi alanlarda şekil ve sözde değil, özde bilgiyi ve insan kaynağını üretirse, devlet de üretilen değeri satın alarak desteklerse, bu korku krallığının Toplumsal İktidarını yıkar, kendine güvenen liderler ve özgür demokrat bir toplum oluştururuz.

Yoksul Atatürk cumhuriyeti bu imkanlara sahip değilken daha ihtişamlı projeleri gerçekleştirdi.
Güler Sabancı çocukluğumdan beri takip ettiğim bence çok çekici olmakla birlikte, sınıfının sınırlarını aşmış, incelmiş rafine zevklerinin yanı sıra, iş kadını olmak dışında, kültür insanı olmanın da ipuçlarını gördüğümüz bir şahsiyet.

Güler Sabancı dan sınıfının ilerici rolüne önderlik edecek sorumluluğu göstermesini bekliyorum.

Çünkü onlardan sonra gelen kuşaklar ümit vermekten çok uzaklar.

Gelecek yazımda milliyetçilik, karanlıklar holdingi imajı, Nihat Genç, Yalçın Küçük ve dış mihraklar paranoya balonuna değmek istiyorum.Nasip.

Blog,Blog Milliyet,Alıntı,Bayram Cigerli,Okunacaklar, bayramcigerli.blogspot.com, Kültür,Sanat,