2010 YILINDA BÖLGE DEVLETİ OLAN TÜRKİYE
Türkiye eğer doğru tercihleri kullanırsa, doğru yönetilir ve yönlendirilirse 10 yıl içinde dünya ülkelerinin en zengin yüzde 10’nu içine girebilir. Bu, aşağı yukarı her yıl yüzde 10 dolayında bir kalkınma hızını gerektirir. Bence bütün mesele elimizdeki kaynakları doğru kullanabilecek miyiz meselesidir. Bir örnek vereyim : “Türkiye olimpiyatlarda 40 dala atlet yetiştirirse, hiçbirini kazanamaz. Ama kendisine uygun 3 dal bulur, bütün imkanlarını buralara yöneltir, bu üç dalda altın madalya alacağız” derse, o zaman 2000 yılı olimpiyatlarında 3 altın madalyamız garanti olur. Ama kaynaklarımızı her yere incecik bir zar gibi yayarsak, serbest piyasa ekonomisini kendi kendine ne olursa olur, mantığına bırakırsak, bunu başarmamız mümkün olmaz.
Türkiye, büyük kentlerde gördüğümüz disiplinsizliğe rağmen aslında çalışkan bir ülke. Eğer Türkiye tüketimi hiç arttırmamak değil, tasarruf kaynaklarını yok ettirmeyecek bir düzeyde arttırarak hareket edebilirse, 2020 yılına geldiğinde önemli bir ekonomik kalkınma düzeyine ulaşabilir.
Türkiye bugün “değişik açılardan bir dört yol ağızdadır. Türk toplumu uyumlu bir şekilde ne yapması gerektiği konusunda klişelerden uzak yeni arayışlara yönelmelidir. Bir kere Türkiye’de piyasa ekonomisinin yerleşmesi gerektiğine inanıyorum. Türkiye’nin ekonomik geleceğine ilişkin senaryonun yalnızca ülkenin kendi verilerine dayanılarak çizilemeyeceğinin bilinmesi gerekir.
Türkiye hem batı ile doğu; hem de kuzey ile güney arasında bir noktada bulunuyor. Bu konumu Türkiye’nin lehine de işleyebilir, aleyhine de. Türkiye bu yüzyılın başından, Osmanlı devletinin parçalanmasından itibaren Doğu-Batı arasında merkezi bir ülke olma iddiasından vazgeçti; Batı dünyasının kenarı olma rolünü rıza gösterdi. Bugün de bu konumunu korumaya çalışıyor. Fakat şimdi dünyada Türkiye’nin iradesi dışında çok büyük değişmeler yaşanıyor. Şimdi soru: Türkiye yarının dünyasında merkez mi, yoksa kenarda bir ülke mi olacak? Bugün ekonomik güç ve yoğunluk Atlantik Havzası’ndan Pasifik Havzası’na geçmiş durumda. Bu güç yavaş yavaş Pasifik Havzası’ndan batıya, orta doğuya doğru ilerliyor. Bakın Japonlar Türkiye’ ye kadar geldiler; AT’ nin sınırlarına dayandılar.
Çin sessiz gibi görünüyor; ama bu aldatıcı bir sessizlik. Çin, var gücüyle Japon teknolojisini yakalamaya çalışıyor. Hindistan Çin’ den daha ileri teknolojiye sahip; elindeki teknoloji askeri bir güç haline çevirmeye çalışıyor. Güç merkezinin Pasifik Havzası’na kayması Avrupa’ nın gerileyeceği demek değildir. Benim düşüncem şudur ki Avrupa, büyütülmüş bir İsviçre ve Belçika olacaktır.
Yeni Avrupa bir yandan mali planlama, bankacılık hizmetleri sağlık ve sosyal hizmetler konularındaki bilgi birikimiyle genişletilmiş bir İsviçre; bir yandan da Latin ve Germen kültürlerinin, Katolikliğin ve Protestanlığın uyum içinde yaşadıkları genişletilmiş bir Belçika olmaya adaydır. Avrupa’ nın güçlenmesi sınırlarına dayanmıştır, diyorum. Bu kendisini nüfus artışının durmasından da gösteriyor. Avrupa önümüzdeki yüzyılda belirli bir sükun ve barış dönemi yaşayacaktır, ama büyümesi büyük ölçüde tamamlanmış, ekonomik bakımdan duraklamış hale gelecektir. Şimdi, böyle durağan bir Avrupa ile son derece hareketli bir Asya arasında olan bir Türkiye sözkonusu.
Türkiye’nin gerek ekonomisinin gelişmesi, refahı gerekse güveliği açısından İran’ la iyi ilişkilere ihtiyacı var. İran için Türkiye, büyük bir problem. Çünkü İran’ da çok büyük bir Türk varlığı, 14 milyon nüfuslu Azeri ve Türk aşiretleri var. Azerbaycan, Türkiye-İran ilişkileri bakımından olağan üstü ilginç, kilit bir noktada. Azerbaycan etnik kimliğini, şu dinsel kimliğinden önde tuttuğu için Türkiye ile yakın ilişki arayışı içinde. Bu, İran için büyük bir tehlike.
İran bütünlüğünü muhafaza etme insiyakı içinde, Şiilik faktörüne sarılmakta. Bunun yürüyebileceği inancında değilim. İran parçalanmayacaktır, ama değişecektir. Eğer Türkiye-Azerbaycan yakınlaşması ilerlerse, İran da bu katı bürokratik rejiminden vazgeçebilir. İran’ da insan hakları, demokratik rejim er geç gündeme gelecektir.
Türkiye’nin ekonomik gelişmesini, potansiyeli giderek büyüyen Asya’ ya açılmasına; bunun gerçekleşebilmesi için giderek değişip demokratikleşen bir İran’la kuracağı yakın ilişkilere önem vermesi gerekir.
Türkiye’nin ekonomik geleceğinin dış potansiyellerine, bir anlamda Doğuya doğru açılmasına bağlı olduğunu düşünenlerden biri de, İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi ve Türk Dünyası araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan. Yazgan’ın senaryosu şöyle: “Bir ekonominin güçlü olabilmesi için belirli şartları mutlaka yerine getirmesi gerekir. Bunlardan birincisi; kritik madde problemini çözmektir. İkincisi de; insan gücü ihtiyaçlarını gelişme seyrine paralel bir şekilde, açık vermeden karşılayabilmektir. Türk ekonomisi kritik madde sorununu çözmüş değildir... (Eğitilmiş) insan gücü açısından da ihtiyaçlarını hızlı bir değişmeye elverişli biçimde karşılayamıyor. Oysa bugün dünyada yüzünü Türkiye’ye doğru döndürmüş 250 milyonluk bir Türk kitlesi yaşamakta. Türkiye onlar için bir bakıma Kabe’dir, bir bakıma ABD’den daha güçlü bir ülke; rehber, önder bir ülkedir. Bu bakış açısı Azerbaycan’dan Kazakistan’a sıçramıştır, diğer Türk ülkelerine sıçrayacağına hiç şüphe yoktur. Çünkü milliyet asrı devam ediyor. Milliyete dayalı işbirliği ortamı devam ediyor. Bu potansiyel içinde dünya petrol kaynaklarının, altın, uranyum kaynaklarının büyük kısmı vardır. bizimle işbirliğine hazır olduklarını dünya görüyor. Ben artan bir iktisadi işbirliğiyle bu potansiyeli kullanabilir hale gelirsem, benim ekonomim Japonya ile eşit hale gelebilir.”
2010 yılında Türk seçkinlerinin zihninde varolan temel senaryo şöyle betimleyebiliriz:
· Türkiye önümüzdeki otuz yılda kalkınmasını sürdürerek, 2020 yılında bugünkünden daha büyük bir refaha ulaşacaktır. Türk ekonomisinin geleceği konusunda iyimserdir. Bu iyimserlerin bir bölümü, Türkiye’yi “mucizeler yaratmaya namzet” görmekte ve Türkiye’nin gelişmiş ülkelerin ortalamasını yakalayarak yeni bir İtalya olabileceğine inanmaktadır. Çoğunluk gelişmiş ülkeleri yakalayamasa da otuz yıl sonra Türkiye’nin uluslararası ekonomik refah ve güç sıralamasında bugün olduğundan daha yukarıda bir konuma geleceği kanısındadır. Türkiye’nin ekonomide yerinde sayacağına ya da gerileyebileceğine insanlar çok azınlıktadır. Kısaca, Türk eliti, büyük çoğunluğuyla ekonominin geleceğine güvenmektedir.
·Büyük çoğunluk dünyada ekonomik bütünleşmenin ilerleyeceği, 2010 yılında Türk ekonomisinin de bu bütünleşme içinde, uluslararası rekabete açık bir piyasa ekonomisi olacağı görüşündedir. Farklı siyasi eğilimlerden kişiler arasında bu konuda mutabakat olduğu görülmektedir. 1960’larda ve 1970’lere değin hayli yaygın olan, dışa kapalı, otarşik, kendi kendine yeterliği amaçlayan, planlı ve devlet ağırlıklı ekonomi modelinin geçerli olabileceğini düşünenler pek kalmamıştır.
·Farklı siyasi görüşlerden kimseler Türkiye’nin dışa açık bir piyasa ekonomisi olarak geleceğine ilişkin inancı paylaştıkları gibi, bu piyasa ekonomisinin kendi haline bırakılamayacağı fikrinde de buluşmaktadır. Gerek Türkiye ekonomisinin uluslararası rekabet gücüne sahip olabilmesi açısından, gerekse piyasa ekonomisinin yol açtığı sosyal dengesizliklerin giderilmesi bakımından devletin ekonomide düzenleyici bir rol oynaması gereği üzerinde birleşilmektedir.
·Türkiye ekonomisinin en temel zaaflarının, yılda % 2,4 dolayındaki, Hindistan da geride bırakan nüfus artışı ile eğitim alanındaki darboğazlar olduğu çok yaygın bir görüştür. Kalkınmanın getirdiği üretim artışını yutan nüfus patlamasının önlenmesi, nüfus artışının yılda % 1 dolayında indirilmesi için ulusal bir nüfus planlaması politikasının gerekliliğine inananların sayısı kabarıktır. Zorunlu ilköğretimin 11-12 yıla çıkarılması, ortaöğretimde meslek eğitiminin yaygınlaştırılması, yüksek öğretimde kalitenin yükseltilmesi, bilim ve teknoloji daha büyük yatırım Türkiye’nin 21.yy.’a hazırlanmasında en önemli adımlar olarak görülmektedir.
·Seçkinlerimiz arasında temel hak ve özgürlüklerle dayalı çoğulcu demokratik düzenin, öteki siyasal rejimlere üstünlüğü konusunda çok yaygın bir mutabakat görülmektedir.
Türkiye’de komünizmin ve faşizmin tehlikeli olmaktan çıktığı; sağ ve sol otoriter bir askeri rejimin kurulup yerleşmesi tehdidinin geride kaldığı konusunda neredeyse oybirliği vardır. Fakat laik düzeni tehdit eden şeriatçı akımlar ile ülkenin bütünlüğünü tehdit eden Kürt aykırıcılığı, demokratik düzenin karşı karşıya olduğu iki büyük tehlike olarak algılanmaktadır.
Ancak görüşülenlerin tamamına yakın bir bölümü ne şeriatçıların ne de ayrılıkçıların amaçlarına ulaşabileceğini düşünmektedir. Gerek şeriatçılar iktidara gelip Türkiye’ de bir İslâm Cumhuriyeti kurabileceğine, gerekse Kürt ayrılıkçılığının başarı kazanarak Türkiye’yi parçalayabileceğine ihtimal verenler bir iki istisnayı geçememektedir. Ancak şeriatçı tehdidin şu veya bu tür bir askeri müdahaleye yol açabileceğini düşünenlerin sayısı az değildir.
·Laikliye yönelik tehlikelerin demokrasi içinde aşılabileceğine inananlar, şeriatçı akımların demokratik bir gelişmenin akımı olarak daha geniş ölçüde örgütlenme ve toplumda seslerine daha çok duyurma olanaklarına kavuştuklarını; ancak güçlerinin sınırı ve gerilemekte olduğunu, toplumu peşlerinden götürme imkanına sahip olmadıklarını düşünüyor. Azınlık görüşü ise, şeriatçı akımların özellikle son on yılda gelişerek, devlet içinde örgütlenerek laik rejimi tehdit edebilecek güce ulaşacakları, önümüzdeki on yıl içinde bunları bir “hesaplaşma” nın gündeme gelebileceğidir.
·Kürt ayrılıkçığının başarılı olmayacağına, ayrılıkçılık sorununun demokrasi içinde çözülebileceğine ilişkin görüş birliğine karşılık, sorunun nasıl aşılabileceği konusunda görüşler ayrılmaktadır. İlginçtir ki, çoğunluk Türkiye’nin genel olarak bugün izlemekte olduğu politikaların, yani bir yandan Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin ekonomik kalkınması için yatırımları, bir yandan da güvenlik önlemlerini sürdürmesinin sorunun halline yeteceği kanısındadır. Çoğunluk görüşüne göre, ayrılıkçılık sorunun çözümü, ekonomidedir. Azınlıkta kalan ama hayli yaygın görünen öteki yaklaşıma göre ise, Doğu ve Güneydoğu’nun ekonomik kalkınmasının sağlanması ayrılıkçılık sorunun çözümü açısından yeterli olamaz. Türkiye’nin önümüzdeki otuz yılda başta Azerbaycan olmak üzere SSCB’nin Türkçe konuşulan Cumhuriyetleriyle, Türki halklarla ekonomik ve kültürel ilişkilerin giderek güçleneceğine inanalar, bu yönde anlamlı bir gelişme görmeyenlere nazaran çoğunlukta. Türki halklarla ilişkilerin, siyasi bağlamda sonuç verebileceğini, bazı Batılı senaristlerin ortaya attığı gibi Türk Birliği veya Türk Konfederasyonunun doğabileceğini düşünenler yok değil, ama çok az sayıda. Türkiye’nin laik ve demokratik rejimiyle Türki halklara örnek olacağı yaygın bir düşünce. Türkiye’nin Türk halklarla bu anlamda artan ilişkilerinin, Türkiye-SSCB yada Rusya ilişkilerini zedelemeyeceği, aksine güçlendireceği ağır basan bir başka görüş.
·Türk seçkinleri arasında Türk-Yunan ilişkilerinin geleceği konusunda, dikkat çekici bir kutuplaşma olduğu görülüyor. 2010 yılında Türklerle Yunanlıları birbirinden en yakın iki ulus olarak görenler ile, iki ulus arasında “yapısallaşmış bir husumet” in, otuz yıl gibi bir vadede aşılması mümkün olmayacak düşmanlıkların bulunduğunu düşünenler arasında bölünüyor. Ancak, önümüzdeki otuz yılda Türkiye ile Yunanistan’ın aralarındaki sorunları halledeceklerine inanalar çoğunlukta. Birçoklarına göre, sorunların halli için iki tarafta da, bu konuda niyetli ve kararlı yöneticilerin iktidara gelmesi yeterli. Hâkim görüş, 2020 yılında Ege’nin bir barış denizine dönüşeceği.
·Batı komşumuz Yunanistan ile sorunlarımızın halledebileceğine ilişkin yaygın iyimserliğine karşılık güney komşularımızla yani Suriye, Irak ve İran' la sorunlarımızın çözümlenmesine yetmeyeceği çok ağır basan bir görüş.
İslam ve Arap aleminde demokratikleşme bugünkü otoriter ve totaliter rejimlerin yerini demokratik düzenlere bırakması sorunların çözülmesi, ilişkilerin düzelmesi bakımından temel koşul olarak görülüyor. Ancak dünyadaki demokratikleşme dalgasının önümüzdeki otuz yılda İslam ve Arap alemini kapsayacağını düşünenler azınlıkta
Türk seçkinlerine göre 2020 yılının Türkiye' sini birkaç cümleyle şöyle betimleyebiliriz: Ekonomide bugün olduğundan çok daha müreffeh, uluslararasındaki ekonominin gelişmişlik sıralamasında yukarılara doğru tırmanmış, fakat gelişmiş ülkeleri henüz yakalayamamış bir Türkiye
Demokratik rejimi Batı demokrasilerinin standartlarına uydurma yolunda hayli yol almış, fakat tam anlamıyla açık toplum kimliğini kazanamamış bir Türkiye. Batı’ ya tarihsel yöneliminden ayrılmayan, “Atlantik’ten Urallar’ a Avrupa” bütünleşmesi içinde yer alan ,fakat AT üyesi olmayıp bölgesinde önemli bir siyasi-iktisadi rol üslenen bir Türkiye.
2010 Yılında Türk seçkinlerinin zihnindeki Türkiye’nin geleceğine ilişkin ana senaryoyu ortaya çıkardığı gibi, bazı genel eğilimleri konusunda yargıda bulunmayı olanaklı kılıyor. Bu araştırma temelinde, Türk seçmenleri arasında siyasette çoğulcu ve özgürlükçü demokratik düzenin, ekonomide uluslararası rekabete açık bir piyasa ekonomisinin üstünlüğü konusunda tam olmasa da oldukça yaygın bir mutabakat olduğunu söylemek mümkün görünüyor. Öte yandan çeşitli konulardaki görüş farklılıklarının açıklanmasında, geleneksel sağ-sol ayırımı hayli yetersiz kalıyor; geleneksel anlamda sağ ve solda yer alanların birçok konuda görüş birliğinde oldukları gözleniyor.
Seçkinlerimizin siyasetle ve ekonomiyle ilgili bazı temel tercihlerde düne göre bugün çok daha büyük bir mutabakata ulaşmış olmaları; demokrasinin ve ekonominin geleceği konusunda oldukça iyimser görünmeleri; önümüzdeki otuz yılda Türkiye’nin demokrasisini ve ekonomisini ilerleteceğine ve bölgesinde önemli rol oynayan bir güç haline gelebileceğine ilişkin inancı birçoklarının paylaşması, toplum olarak da geleceğe iyimser bir gözle bakmamız için önemli bir neden olarak değerlendirilebilir.
TÜRKİYE’ NİN 21. YÜZYIL HEDEFİ NE OLMALI?
Batı dünyası 21.yüzyıl için “bilgi toplumunu” hedeflemiştir. Önümüzdeki çağ şimdiden “bilgi çağı” olarak nitelendiriliyor. ABD ve JAPONYA bu çağı daha 1990’larda yakalamak üzere... Avrupa topluluğu ABD ve Japonya’dan geride kalmamak için yeni projeler ve araştırmalar yapıyor. Bu genel durum içinde Türkiye ne yapıyor, ne yapmalı ve neyi hedeflemeli?
Türkiye’nin bugünkü görünümünü “sanayileşme çabası içinde tarım toplumu” şeklinde nitelendirmek mümkündür. 1990’lı yılların başında nüfusun hâlâ % 50’ den fazlası (% 53) tarımda çalışıyorsa tarım toplumu karakteri ağır basıyor demektir.
Bilgi çağına girerken batı dünyası ağır sanayi ve sanayi üretimini yavaş yavaş daha geride gelen ülkelere terk ederek, teknoloji üretim,ne ağırlık vermeye başlamıştır. Üretim bu istikamette yeniden şekillenmekte, hizmet sektörü ilk plana çıkmaktadır.
Sanayileşmenin henüz tamamlanmamış olan Türkiye’nin, Bilgi Çağına girmeğe hazırlanan, Batı Dünyasının terk etmeğe hazırlandığı sanayi yapısını ithal etmek yerine bilgi çağının gereklerini şimdiden yerine getirmesinde kanımızca çoğunluk vardır. bunun için ileri teknoloji üretimi ve hizmet sektörünün genişletilmesinin hedef alınmalıdır.
Bunun için, her şeyden önce insan faktörüne yatırım birinci planda ele alınmalıdır.
İktisadi Kalkınma Vakfının (İKV) Türkiye’nin 21. yüzyıla uyum konusundaki önerileri şöyledir.
· Türkiye batılaşma politikasını temel ilke olarak devam ettirmelidir.
· Hızlı nüfus artışının yavaşlatılması milli politika haline getirilmelidir.
· Enflasyon tek haneli hale getirilmelidir. Bunun için, Kamu harcamaları kaynaklarla dengeli hale getirilmelidir.
· Yeni, çağdaş, yaygın ve etkili bir vergi politikası uygulanmalıdır.
· Kamu yönetimi uygun bir hukuk düzeni içinde çağın gereklerine göre yeniden düzenlenmelidir.
· Dünya kamuoyundaki Türkiye görüntüsü düzeltilmeli ve ülke ürünlerinin dünya pazarlarında tanınması sağlanmalıdır.
· Ülkenin kültür seviyesini bir bilgi toplumu olabilmesi için gerekli seviyeye yükseltilmeli ve toplama sanayi kültürü verilmelidir.
· 21. yüzyılın yeni teknoloji ve bilgi ortamında çalışabilecek teknik eleman yetiştirilmek üzere teknik eğime önem verilmelidir.
· Türkiye Araştırma ve Geliştirme kapasitesini artırmalıdır.
· Ülke şartlarının en uygun teknolojiyi satın alıp, bunları kullanırken geliştirmelidir.
Yeni teknolojileri ülkeye getirmek, finanse etmek ve uygulamayı izleyip, yeni gelişmeler sağlaması için TÜBİTAK‘ a bağlı bir Teknoloji Bilgi Bankası kurulmalıdır.
· Türk sanayisinin dünya sanayi yapısı içinde rekabet gücüne göre katma değeri yüksek sanayi kollarını seçip, yol gösterici ve özendirirci önlemler alınmalıdır.
“Bu ve benzeri önlemlerle Türkiye gelecek çağın koşullarına göre şekillendirilir ve gerekli çalışma ortamı hazırlanırsa, Türklerin yaratıcılık, problem çözüm ve uyum kabiliyetleri ile 21. yüzyılın koşullarına uymaları için hiçbir neden görülmemektedir.”
İKV’ nın bu görüşmelerine genel hatlarıyla katılmak mümkündür. Bu görüşler, statik durumu koruma yerine 21. yüzyılda yaşamaya yönelik yeni şartları öngörmektedir. Türkiye 21. yüzyılda ilk sıralara kendini hazırlayacak politikaları üretmek mecburiyetindedir. Bunun temelinde eğitim ve insan faktörüne yatırım vardır.
TÜRKİYE İÇİN HEDEFLER
Türkiye bu hedeflere ulaşacak potansiyele sahiptir. Bu iddiamızın nedenleri, şu gerçeklere dayanmaktadır:
· Türkiye ileri teknoloji üreten ve satan bir ülke haline gelmiştir. Bunun örnekleri ASELSAN ve TUSA üretimleri ile sergilenmektedir.
· Türkiye’ de Uzay Sanayiinde önemli bir aşama kaydedilmiştir.
· Türkiye, yaratıcı beyinler yetiştirmek ve yeni teknoloji üretmek üzere üniversiteler kurmuştur. “Bilgi Toplumu” olma yolunda önemli mesafeler alınmaktadır.
· TÜRKSAT uydusunun uzaya fırlatmak suretiyle, kendi haberleşme uydusuna sahip on altı ülkeden biri Türkiye olmuştur.
· GAP projesi gibi dev bir proje uygulanmaya konulabilmektedir. Bu sayede, bölgedeki gelir seviyesi beş kat arttırabilecek ve 3.5 milyon kişi için iş olanağı yaratabilecektir.
· Su, petrolden kıymetli hale gelmektedir. Türkiye’nin ise zengin su kaynakları vardır.
· Türkiye, Avrasya ve Karadeniz Bölgesindeki işbirliği sayesinde bir cazibe merkezi haline gelmiştir. 350 milyonluk bir pazarın tam ortasındadır. Türkiye’nin konumumdan kaynaklanan sayısız üstünlükleri vardır.
· Avrasya bölgesini dünyaya bağlayacak doğal gaz ve petrol boru hatlarının yolu Türkiye’ den geçmektedir.
· Sadece yaş sebze ve meyve ihracatından birkaç yıl içinde on milyar dolar sağlayacak kapasite mevcuttur.
· 21. yüzyılın en gözde sektörlerine namzet olan Turizm sektöründe çok önemli rol oynamaya hazırlanmaktadır. 10 milyar dolarlık turizm geliri kısa vadeli hedefler arasındadır.
· Avrupa Bankalarında Türk vatandaşlarının 300 milyar DM’ ye varan tasarrufları olduğu hesaplanmaktadır.
· Kayıt dışı ekonominin vergilendirilmesi halinde % 30 - % 50’lik bir kaynak artışı sağlanması mümkündür.
· Türkiye altın zengini sayılabilecek, bir duruma gelmiştir.
· Özelleştirme ile ilk aşama 30 milyar dolar kaynak sağlanırken, işletmelerin verimlerinde de büyük artışlar beklenmektedir.
· Yüzde 70’ ten fazlası 35 yaşın altında olan genç ve dinamik bir iş gücü ordusu vardır.
· Dış ülkelerde çalışan “Türk beyin gücünün” Türkiye’ ye çekilmesi ve ilk aşamada 5 bin kişilik bir gruba ileri ülkelerde üniversite üstü eğitim sağlanması halinde Türkiye’ deki insan faktörü batı ülkeleri seviyesine ulaşacaktır.
· Türkiye, Japonya gibi bir süper güçle işbirliği yaparak sermaye ve teknoloji alanındaki eksiklerini de tamamlayacak bir konumdadır.
· Türk girişimcileri dünyanın her yerinde rakipleriyle boy ölçüşebilmekte ve iş yapabilmektedir.
· Bir çok kalkınmış ülkeye kıyasla “kullanılabilir kaynaklar” bakımından Türkiye’nin üstünlükleri vardır.
Büyük Atatürk’ ün 1923 yılında l. İktisat Kongresinde ifade ettiği “Türkiye çalışkanlar diyarı, zenginler diyarı olacaktır.” Hedefine 2000’li yıllarda ulaşacağımıza inanmalıyız ve buna göre hazırlanmalıyız.
Anadolu’ da; Denizli, Tokat, Kayseri, Gaziantep gibi illeri gezenler büyük bir potansiyelin fışkırdığını göreceklerdir. Anadolu müteşebbisi yoktan var etmesini bilmiş, inanılmaz bir girişimcilik ruhuyla büyük bir gelişme sağlamıştır.
DPT Müsteşarı Profesör Güvenen yeni bir strateji hazırlığı içersindedir. Bu stratejiye göre Türkiye 2007 yılında dünyadaki 185 ülke içinde sisteme en fazla etki yapan 15 ülkeden biri haline gelecektir. Böyle bir strateji düşünüldüğüne göre bizim önerdiğimiz hedef hiç de hayalci değildir. bir çok bilim dallarında uluslararası birincilik kazanan öğrencilerimiz ve kendi dallarında şampiyon olan sporcularımız, dünyaca ünlü sanatçılarımız dikkate alındığında sisteme yeterince etki yapabileceğimizi iddia edebiliriz.
Türkiye’nin dış ülkelerden görünümü daha güçlü ve heybetlidir. İçeride bunun bilincine henüz varılamamıştır.
Büyük ve güçlü Türkiye imajından çekinen ülkeler vardır. zorluklara ve engellere rağmen, Türkiye etkili ve istikrarlı bir yönetimle daha büyük hedeflere ulaşacaktır.
2000’ Lİ YILLAR VE İNSAN FAKTÖRÜ
Ülkelerin kalkınmasında sermaye birikimin rolünün % 30, sermayenin etkinliği artıran eğitim, bilgi ve teknolojinin rolünün % 70 olduğu hesap edilmektedir. Türkiye’nin 2000’li yıllara hazırlanırken, ihtiyaç duyduğu yetişmiş insan gücünü sağlayabilmesi için iki önerimiz vardır.
· Türkiye’nin dış ülkelerde çalışan bilim adamlarını yurda çekmek...
· Bir uzman ordusu yetiştirebilmek için, üniversite öğretimi sonrası eğitim yapmak üzere, beş bin kişinin Avrupa ve Amerika’ ya gönderilmesi.
· Yeterli insan gücünü yetiştirmenin şüphesiz en sağlıklı yolu ülke içinde yüksek öğretime gerekli desteği vermektir.
Bu önemli konunun çözümü için ortaya konan öneriler şöyledir.
· Üniversitelere ayrılan finansman kaynakları ciddi olarak yükseltilmelidir.
· Yüksek öğretimin finansmanına, kaynak sağlamak için teşvik tedbirleri alınmalıdır.
· Döner sermaye gelirleri arttırılarak yatırıma dönüştürülmelidir.
· Özel üniversitelerin sayılarının arttırılması için teşvik tedbirleri alınmalıdır.
· Yeni kurulu üniversite ve ileri teknoloji enstitülerinden her biri için 100 araştırma görevlisi olmak üzere, yılda toplam 2300 araştırma görevlisi, doktora yapmak üzere yurtdışına gönderilmelidir.
Diğer taraftan; Türk eğitim sisteminin temel sorunlarını çözmek ve 2000’li yıllardaki hedeflerini belirlemek amacıyla Milli Eğitim Bakanlığımızca uzun vadeli bir “Eğitim Ana Planı” hazırlanmaktadır. Bu plan, XV. Milli Eğitim Şurası kararları ile VII. Beş yıllık kalkınma planında ön görülen önlemleri esas alarak 15 yıllık bir süreyi kapsamak üzere hazırlanmaktadır.
15 Yıllık Eğitim Ana Planını amaçları özele şu şekilde belirlenmiştir:
· “Bilgi Çağı” nın getirmekte olduğu değişimi doğru yorumlayarak, önümüzdeki dönemde Türk Milletini, insanı, ülkesi, kültürü, modern devlet ve üretimi ile dünya faaliyetinde daha fazla söz ve pay sahibi kılmanın, eğitime düşen hazırlıklarını zamanında tamamlamak,
· Milli Eğitimin politika belgeleri olan Beş Yıllık Kalkınma planlarıyla Milli Eğitim Şura kararlarını bir bütün halinde uygulanmaya aktaracak yöntemleri geliştirmek.
· Türkiye’nin hızla kalkınmakta olduğu, İlke olarak Avrupa Birliği ile bütünleşeceği, rekabetçi ve nitelikli insan gücü ihtiyacının giderek artacağı dikkate alınarak eğitim sistemine girecek öğrenci kitlesinin boyutlarını, artışını ve çeşitli kesimlerin eğitim ihtiyaçlarını belirlemek,
· 2005 yılına kadar lise kademesinde Avrupa Birliği okullaşma ve nitelik ortalamalarına erişmek,
· Eğitim sektörüne hızla aktarılması beklenen mali kaynakların gerçekçi bir tahmini yapmak, kaynakların akılcı ve etkili kullanımını sağlayıcı tedbirleri geliştirmek,
· Bu imkanlar içinde Türk öğrencisine demokratik, katılımcı, çağa uygun ve daha nitelikli eğitimin verilebilmesi için yeterli seçenekleri, fırsat eşitliğini sağlamak için alt yapı hazırlamak,
· Eğitimin birikmiş içsel ve dışsal sorunlarından Milli Eğiştim Bakanlığınca aşılabilecek olanları sistem ve kademe boyutlarında çözümleyerek geleceğin çeşitli eğitim ihtiyaçlarına cevap sunacak sağlıklı bir yapı oluşturmaktır.
Tartışılan konular, ortaya konulan örneklerin pek çoğu yeni harcama isteyen konulardır. Diğer taraftan Milli Eğitim’ e devlet bütçesinin en büyük payı ayrılmıştır. Bunun yanında ayrılan bu ödeneklerin en büyük payı personel harcamalarına gidecektir. Milli Eğitim’ de yatırım için fazla bir kaynak ayrılmamaktadır. Sorun burada düğümlenmektedir.
1997-1998 öğretim yılında Sekiz Yıllık zorunlu temel eğitime geçilmiş ve bunun getirdiği güçlükler aşılmaya çalışılmıştır. Nitekim, 1998 konsolide bütçe yatırımları içerisinde 407.2 Trilyon Lira Eğitim yatırımları için ayrılmıştır. Böylece yatırımlar içinde eğitim sektörünün payı 1997 yılında % 18.3 iken, 1998 yılında % 40.7 ye ulaşmaktadır.
21. yüzyılı büyük iddialarla hazırlanmakta olan Türkiye’nin her şeyden önce Eğitim sorununu kökünden halletmesi gerekiyor. Cumhuriyet’ in ilk yıllarında başlatılan, “Milli Eğitim Seferberliği” aynı heyecanla devam ettirilememiştir.
XV. Milli Eğitim ªşurası ve takip eden uygulamalar 21. yüzyıla doğru yeni bir milli eğitim seferberliğinin ilk işaretleri sayılabilir.
0 Comments:
Yorum Gönder