Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Hayat öyküleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayat öyküleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cevat Şakir : Halikarnas Balıkçısı ve Bodrum

Cevat Şakir "bana ne" demez, tarihî eserlerin de peşine düşer. Misal, İngilizler tarafından çalınan ve British Museum'da sergilenen Mausoleum için Kraliçe'ye bir mektup yazar. Tesirli olsun diye "o, ancak Arşipel (Akdeniz) mavisinin önüne yakışır" gibi bir cümle kullanır. Tesir tamam da cevap alaycıdır.
" Mausoleum'u iade etmemiz mümkün değil, lakin içiniz rahat olsun, salonu Arşipel mavisine boyatacağız ! "


Halikarnas Balıkçısının Hayat Hikayesi....

Yazdığı hikâyeden dolayı Bodrum'a sürülen Cevat Şakir Çine'de 6 gün kalır ve üzerinde "Allah'a emanet" yazan bir hurda ile Muğla'ya yollanır. Minare merdivenini andıran yollardan, eşkıyanın devlet postası soyduğu karanlık vadilerden geçer, Vilayete varırlar. Muğla'da onu bir Jandarma subayı esir alır, zira Komutan Bey o günlerde şehre gelen tiyatro kumpanyasındaki kadın oyuncuya abayı yakmıştır. Mademki mahkum ünlü bir ediptir, oturup aşk mektupları yazmalıdır.
Bir, iki, üç, beş... Cevat Şakir'i onbeş gün eli altında tutar, yaz babam yaz...
Nihayet sıkıntıdan patlar bir mektup da valiye yollar. Yollar da yanık âşığın elinden yırtar.
Vali Bey Bodrum kaymakamına hitaben bir emirname kaleme alır ve "mücavir alan içinde serbest bırakılsın" der, "kasabada dilediği gibi dolansın. Yalnız dikkat edin denize açılmaya."
Hürriyet budur işte, ohh ne ala, ne ala. Zincir hücre yoktur, başka ne arzular.
Günler sonra bir araba bulur Milas'a varırlar, Milas'taki subay Büyükada'dan tanıdığı çıkar, gönlünce gezer tozar.

Yolsuz kasaba
Bodrum'un henüz yolu yoktur. Onu postacı Mustafa'nın yanına katar, bindiği atın kabasına bir şaplak vururlar. Büyük İskender'in savaş arabalarından beri (2300 yıldır) tekerlek dönmeyen coğrafyada ilerlemeye başlarlar.
At yolculuğu çok sarsar. Gönlünün rızası ile iner, kendisini çıtkırıldım kalem efendisi sananlara inad tempolu bir yürüyüş tutturur. Mis gibi reyhan, kekik kokan havayı içine çeker, ciğerleri bayram yapar.
Derken rüzgar serinler, Cevat Şakir henüz görmeden denize yaklaştığını anlar. Bir tepeyi aşmışlardır ki Bodrum ansızın karşılarına çıkar. Şırrrakgurrrr...
Masmavi bir gürleyiş... Dalgalar...
Akşamın cividinde koyulaşan deniz.
Binlerce mil uzanan heybet, burunlar, koylar... Meltem, buğu, koku... Güya hapis... Keyfe bak...
Rüzgar gitgide ıslanır, ufak ufak tuzlanır, saçlarının arasında dolanır, yüzünü gözünü okşar.
Düğmelerini açar ve koşar.
Koşar, deniz kabuklarına, çakıllara varıncaya kadar.
Ak köpüklere ulaşınca durur, parmaklarını yosunlu kumlara daldırır, avuç avuç başına çalar.
Dalgalar "hummmm" diye vurur, "fıss fısss" ede ede çekilip kaybolurlar.
Çocukluğundan beri ilk defa ağlar. Hıçkıra hıçkıra ağlar.
Ne büyüksün ya Rabbi... Şükran!
Aylar süren bir yolculuktan sonra nihayet, Bodrum'a vasıl olurlar.
Şirin bir kaza.
Daracık daracık sokaklar, camlarda teneke teneke fesleğen, karanfiller, şebboylar. Hani öyle iki dükkan bir fırın da değildir, çarşısı insan kaynar.
Meyve, sebze, balık... Tezgahlardan bereket taşar.
Hoş bu güzellik içinde insan sadece ekmek ve su ile yaşar.
Bodrum'da onu jandarmaya teslim ederler, jandarma da kaymakama.
Kaymakam Muğla valisinin yazdığı cümleyi tekrarlar. "Buyrun serbestsiniz, malum hudutlar arasında".
Halbuki Müddeiumumi (savcı) "kalebend" ifadesine takılır, kale yıkık olduğuna göre reyi kodese kapatılmasından yanadır.
Neyse ki Kaymakam işi tatlıya bağlar, böyle bir şey vuku bulmaz. Hatta dahasını da yapar; önüne düşer ona deniz kenarında, tertemiz, kutu gibi, ak kireçli, bahçeli, asma gölgeli, kuyusu olan dört odalı bir ev tutar. Ev sahibi 25 deyince Cevat Şakir hiiiç itiraz etmez 25 lirayı avucuna tokalar.
Kaymakam "ne yapıyorsun sen" der, bu diyarda kira 25 kuruştur, çok çok 30 olsun, o kadar.
Ayıp olmasın diye 6 aylık peşin verir de içi rahatlar.
Taaa Üsküdar'dan beri sürüklemeye çalıştığı ağır mahkumiyet yükü omzundan kalkar, âdeta kuşları uçar.
Gider manifaturacıdan birkaç metre memmerşahi kestirir, kendine bir cibinlik çakar. Bavulunu kenara atar, şiltesini yayar.
Kuş böcek sesleri içinde uykuya dalar.
Sabah renkler belirginleşir, portakal ağaçları zeytinler, mercan kırmızısı bir desti, denizde yol yol lekeler, zümrütvariler, leylakiler, karanlık morlar.

Mavi mavi masmavi
Gün masmavi bir nur gibidir, öyle mavidir ki ışık iliklerine işler, gölgesini bile maviye boyar. Saydamlaşıyor mudur acaba?
Halk kul hakkından korkar. Kimse kapı kilitlemez ve kimse hırsızlık yapmaz.
Bodrumlular yazar deyince ak saçlı, bükük belli bir ihtiyar beklerler, henüz 35'lik genci görünce çok şaşarlar.
O da onlara şaşar, bütün gün kahvede oturup, tavla, iskambil, domino oynayanları anlayamaz.
Sorar "ne yapıyorsunuz böyle?"
- Vakit öldürüyoruz.
İnsanın ömrü öldürdüğü vakitlerden ibarettir oysa... Bunun adı şu olabilir: Ufak ufak intihar.
Bıkkın bezgin insanlar... Hepsinin ağzında aynı şikâyet: "Burada hayat mı var?"
Var ya, şu güzelim beldede neler yapılmaz?
İlk işi demirciden orfos için kancalar dövdürüp, camideki yaşlıları dağıtmak olur. Tın tın bastonlarına yaslanan kafile, kale ardında olta atar. Bekledikleri kadar balık tutamasalar da bundan hoşlanır, artık bir işe yaradıklarına inanırlar.


Tarihî belde
Bodrum, milad öncesinden kalma bir kenttir, Halikarnas Kraliçesi Artemisya zamanında hayli mamur ve güçlüdür, öyle ki surlarını İskender bile aşamaz. Sen Jan Şövalyeleri, Haçlılar derken Türklerin eline geçer. Dedelerimiz hilalli bayrağı burca asarlar.
Cihan harbinde Fransızlar Bodrum kalesinde cephane olduğunu sanır, Dupleix kruvazörünü yollarlar. Topçu binbaşısı bebek gibi masum masum uyuyan şirin beldeye kıyamaz "şimdi biz burayı mı bombalayacağız" diye sorar.
Komutan kasabadaki jandarma çavuşuna "kaleyi yoklayacağız" diye haber yollar. Çavuş "ne haddinize" diye gürler ve direniş başlar.
Çiftesini çakmaklısını kapan koşar. Turgut Reis'in torunları (o da Bodrumludur malum) Limana gönderilen filikadakileri yakalar, gemiyi yaylım ateşine tutarlar.
Dupleix kruvazörü 24 santimlik toplarını gürlete gürlete kaçar, bu arada antik kaleyi yıkar atar.
Bodrumlular esirlere itina ile bakarlar. Yaşlı teyzeler "bunlar da ana kuzusu" der, oturup katmer yaparlar...

***

Sürgün gelip Bodrum'a meftun olan Cevat Şakir, hanımını ve oğlunu (Sina'yı) da getirtir, zamanla ahaliyle kaynaşır, sırdaş olurlar. Gün geçmesin ki biri kapılarını çalmaya, derdini söylemeye, içini açmaya... Bilirler ki anlattıkları bu kapıdan dışarı çıkmaz.
Pembe sabahlar, mavi öğleler, altın ikindiler, menkeşe akşamlar diyarı hayli bereketlidir, bir domates fidesi 5-6 yıl yaşar, yükselip çardakları sarar.
Yaseminler yıldızlar gibi açar, şebboylar şelale gibi akar.
Mandalin, hurma, portakal...
İnsanlar kilolu değildir, çocukların yanaklarını sıksan kan çıkar.
İyi de tam kasabaya alışmışken İstiklal Mahkemesi huzurlarına çomak sokar: "Affedildin! Git cezanı İstanbul'da tamamla!"
Nerden çıkmıştır şimdi bu, hem İstanbul'da serbest kalacak değildir ya.
İster istemez hazırlanır, ilk vapurla yola çıkar.
Bodrumlular uğurlamaya gelir, İstanbuldaki hemşehrilerine küp küp zeytin, sepet sepet yemiş (kuru incir) yollarlar. Denkler, kasalar, bidonlar...
Ve yeniden demirparmaklıklar...
Karakol, müdüriyet, evraklar, mühürler, imzalar...

İyilik mi bu?
Resmen içeride kalır, emanet yiyecekleri bile dağıtamaz.
O da İstiklal Mahkemesine bir telgraf çeker "cezama razıyım" der, "lütfen lütuf göstermeyin bana!"
Karar çıkmıştır bir kere, dönüş olmaz. Ancak bu telgraf ile bürokrasi hızlanır, anasının evinde kalmasına razı olurlar.
İki yıl sürgün gibi geçer. O kış İstanbul'da havalar nasıl da soğuktur anlatılamaz. Gök kurşuni bir renge bürünür, yağar da yağar. İstiklal Mahkemesinde yargılanan bir adam "vatan haini" sayıldığı için eski dostlar yol değiştirir, yüzüne bile bakmazlar.
Karışık bir devirdir vesselam, öyle ya millet mimlenmekten fişlenmekten korkar.
Haydi, onları anlar da, hakkında atıp tutanlar olmasa...
Ne tercüme, ne yazı, ne resim işi... Günleri bomboş akar.
Hasrete bakın gider Büyük Postanedeki "Akdeniz" yazan kutunun önünde pinekler. Ağlar da ağlar.
Bu arada büyük bir hevesle balık malzemeleri, misinalar, iğneler, zıpkınlar, paraketalar alır, tarım hayvancılık kitapları ısmarlar. Sağdan soldan tohum toplar. Hatta Büyükada'da ağaç üzerinde gördüğü palmiye tohumlarını araklarken başına iş açar. Birden etrafı sarılır, zaptiyeler, korumalar... Nereden bilsin ki o köşkte Rus ihtilalinin beş liderinden biri olan Troçki'yi ağırlamaktadırlar.
Neyse zor da olsa günü dolar.
Polis müdüriyetine gider, hikayeyi baştan anlatıp "Şimdi Bodrum'a gidebilir miyim" diye sorar. Müdür "dairede mahkumiyetinize dair bir evrak yok" der, "serbestsiniz, eğer isteseniz iki yıl evvel de gidebilirdiniz."
Hayda!..
Ertesi gün bacası sigara böreğine benzeyen bir vapura atlar, sağ salim Bodrum'a ulaşırlar. Bu kez hazırlıklıdır, tohumları seve okşaya gömer, can suyu verip Allah'a ısmarlar. Nasıl da büyürler anlatılamaz, ortalık zeytin, palmiye, anber, okaliptüs dolar. Kız çocuklarının kara saçlarında kendi çiçeklerini (mimozaları) görünce içi içine sığmaz.
Cepleri dizine uzanır, her birinde kiloyla tohum taşır. Bodruma bakan yamaçları didik didik dider, her köşeye bir tohum atar.
Malzeme bitince çevreci derneklerle yazışır, Brezilya ve Sicilya'dan çağrısına karşılık alır.
Tekrar dağa bayıra vurur, çukur eşer, tohumları funda toprağı ile örtüp beklemeye başlar. Düşünebiliyor musunuz pire kadar tohumdan 35 mekrelik ağaçlar çıkar. (Şimdi çatır çatır yaktıklarımız, kesip bar disco yaptıklarımız onlar olmalılar)
Geceleri rüyasında kendini general gibi görür. Arkasında, yüz binlerce ağaç. Kökleri üzerine kalkmış, ilerliyorlar! Mikroplara vitamin ve ışık bombaları ile karşı koyuyor, portakal, greyfurt atıyorlar."

Denizle iç içe
Gün batarken küpeşteleri alev alev yanan baltabaş ve kemanbaş tekneler arz-ı endam eder, ağır ağır sallanırlar.
Cevat Şakir de özenir, bir sandal alıp deryaya açılır. Yelkeni mendil kadardır ama en iri balıkları o yakalar. Tuttuklarını önüne çıkana dağıtır ki özensinler, onlar dahi denize çıksınlar. Ufacık çocuklara olta atmasını, halat tutmasını öğretir, derya sevgisi aşılar. Bunların vücudları gözle görülürcesine oturur, omuzları genişler, pazuları kalınlaşır, yaman birer delikanlı olurlar.
Derken "Yatağan" denilen kartal burunlu bir tirhandil alır ki zelzele olduğu günlerde ailecek teknede kalırlar.
Bodrumlular eskiden beri sünger avlar ama para kazanamazlar. Cevat Şakir Kooperatifler kurar, yurt dışında pazar bulup önlerini açar.
Keyfi yerindedir ancak çocukların okul çağı gelince şehre göçmek zorunda kalırlar. Zira o yıllarda Bodrum'da mektep medrese bulunmaz.
Yakın olsun diye İzmir'e taşınan (1947) Cevat Şakir, hayatını gazetecilik ve turist rehberliğiyle kazanmaya başlar.
Fransızca, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca ve Yunanca'yı iyi bilir. Değme mihmandarlar aşık atamaz onunla. Anlatmayı sever, para pul kimin umurunda...
Guletle Mavi yolculuk fikri de yine ondan çıkar. Şimdiki gibi lüks değil ama. Yanlarına sadece su, peynir, İstanköy peksimeti ve tütün alırlar. Gazete okumaz, radyo dinlemez tabiri caizse dünyadan koparlar. Haftalarca denizde kalır sadece acil ihtiyaçlar için karaya çıkarlar.

Mirasın peşinde
Cevat Şakir "bana ne" demez, tarihî eserlerin de peşine düşer. Misal, İngilizler tarafından çalınan ve British Museum'da sergilenen Mausoleum için Kraliçe'ye bir mektup yazar. Tesirli olsun diye "o, ancak Arşipel (Akdeniz) mavisinin önüne yakışır" gibi bir cümle kullanır.
Tesir tamam da cevap alaycıdır.
"Mausoleum'u iade etmemiz mümkün değil, lakin içiniz rahat olsun, salonu Arşipel mavisine boyatacağız!"
Otuzlu yıllarda (ve ellilerde) Avrupa özentilerinin İstanbul'da cami, hamam, sebil, çeşme yıkarak açtıkları yollar, yaptıkları köşeli binalar canını çok sıkar. "Burnuma leş gibi taklit kokusu geliyor" der "içim bulanıyor."

13 Ekim 1973'te İzmir'de vefat eder. Vasiyeti icabı onu Bodrum Kümbet'te bir tepe üzerinde toprağa bırakırlar.


Buradan Alıntıdır.


Afife Jale: "Bir dramın öyküsü" Bize böylesini anlatmamışlardı.

Afife, konak çocuğudur, emrinde mürebbiyeler halayıklar varmıdır bilmiyoruz ama Dr. Sait Paşa'nın torunu olduğuna göre rahat yaşar. O yıllarda kadınlar ya ev hanımı olurlar, ya da ev hanımı olurlar. Lâkin Afife akranları gibi çeyizle meyizle uğraşmaz. Müslüman kadınlara sahnenin "yasak" olduğu bir dönemde "tiyatroculuğa" merak salar.


Asrın başlarında ortalık toz dumandır, birileri ısrarla "hukuku delmeye" bakar ve "maşa" kullanmaktan çok hoşlanırlar. Nitekim şöhret krizine giren üç beş kızcağızı ayaklandırır, onlara "kahraman" muamelesi yaparlar. Bunlardan Memduha, Beyza ve Behire gözlerini açar, yakalarını siyaset simsarlarının elinden kurtarırlar. Refika ise sahne gerisinde çalışmaya başlar. Elde kalır mı Afife? Üç beş prova seyreden çocuğu havalara sokar, ona "asrın yıldızı" gibi davranırlar.


Bir ara Darülbedayi, Kadıköy Apollon Tiyatrosu'nda "Yamalar" adlı oyunu sahneye koyar. Ancak Eliza Benemenciyan adlı Ermeni kızı gruptan kopunca ortada kalırlar. Mâlum şahıslar Afife'nin sırtını sıvazlar "şimdi tam sırası" buyururlar. Bunun kanunen "suç" olduğunu bilmezler mi? Bilirler ama nasıl olsa onlara "bişeycik" olmaz, yanarsa Afife yanar.

Alkış, alkış, alkış...
Afife, "Jale" takma adıyla sahneye çıkar ve rolünü rahatlıkla oynar. O geceyi "Anlatılmaz bir sarhoşluk içinde idim" diye anlatır, "Ağlama sahnesinde, taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım... Alkış, alkış, alkış... Perde kapandı, açıldı. Ayağımın dibine çiçekler atıldı. Muharrir Hüseyin Suat koşup geldi, alnımdan öptü. 'Bize bir sanat fedaisi lâzımdı, işte o fedai sensin.' diye haykırdı."

Afife henüz seksek oynayıp, ip atlayacak yaştadır, "fedailiğin" ne mânâya geldiğini "hakkında takibat açılınca" anlar. Yönetimle hesabı olanlar ufacık çocuğu gaza getirir ve "direnmesini" sağlarlar. Afife'yi "Odalık" oyununda bir Türk için "riskli" bir role soyundururlar. Akılları sıra tedbir alır, muhtemel baskında sahne arkasından kaçış yollarını hazırlarlar. Nitekim Afife zaptiyeleri görünce kazan dairesinden kömürlüğe geçer ve o günlüğüne paçayı yırtar.

Peki sonra? Sonra ne olsun çekirge bir sıçrar, iki sıçrar sonunda yakalayıp içeri alırlar. Belki polisler babacan bir tavırla vazifelerini anlatsalar, çocukcağız hak verecektir ama onlar "nush (nasihat) ile" babını atlar, "kötekle uslandırmaya" kalkarlar. Şöhretten başı dönen kızcağızı, döndüre döndüre döver, posasını sokağa atarlar.

Sonra gider Darulbedayi idarecilerinin kulağını çeker, (dahiliye nezaretinin 204 sayılı bildirisiyle) kuralları hatırlatırlar.

O güne kadar Afife'ye "kurtarıcı" muamelesi yapan tiyatro idarecileri iki polis görünce tırsar, 17 yaşındaki kızcağızı cascavlak ortada bırakırlar. "Ne yer, ne içersin? Paran pulun var mı?" diye sormaz, selâmını bile almazlar. Garibim ailesinin yanına da dönemez zira mahallenin bitirimleri "Afife"ye "Aşufte" gözüyle bakmaya başlar. Çocukcağız boşa koyar dolduramaz, doluya koyar aldıramaz.

Her şeye yeniden başlamaya, biricik babasının hanım kızı olmaya, sıcak evinde oya moya yapıp nasibini beklemeye dünden razıdır ama meğer ki geçmiş ola. Sahi nerededir o sırtını sıvazlayanlar, alnından öpenler, ayakta alkışla-yanlar? Çaldığı kapılar yüzüne kapanır. Dost bildikleri "git, belediye baksın" der, başından savarlar.

"Olmak ya da olmamak..." Bunu sahnede terennüm kolaydır ama hayat-la "oyun" olmaz. Afifecik soğuk ve rutubetli izbelerde, hırsızın uğursuzun dolandığı ucuz ve pis semtlerde sersefil bir hayat yaşar. Uykusuzluk, gıdasızlık hele hele çaresizlik onu çok hırpalar. Zaten bünyesi narindir, öksürük, aksırık neysede baş ağrılarına dayanamaz. Hekim geçinen "kalbi bozuklar" onu morfine alıştırırlar.

Cumhuriyetin ilanı ile Türk kadınlarına uygulanan tiyatro yasağı kalkar. Ancak Afife eski Afife değildir, bir iki kırık dökük kumpanya ile Anadolu turnesine çıksa da aradığını bulamaz. Bir ara ud, tambur çalan Selahattin Pınar'la tanışırlar. Birbirlerinden hoşlanır ve evlenme kararı alırlar (1929). Kocası onun için besteler bile yapar ama Afife uyuşturucuyla yatar, uyuşturucuyla kalkar. Adam, bakar bataktan çıkası değil, ayrılırlar.

(Selahattin Pınar-Afife Jale)

...Ve perde iner!
Film acıklı biter, el bebek, gül bebek yetiştirilen paşa torunu, pis, ıslak, soğuk kaldırımları mekân tutar. Vücudu kurur, gözleri çöker, genç yaşta kamburu çıkar. Elleri ayakları tutmaz olunca onu akıl hastahanesine yatırırlar. Afife zaman zaman Mazhar Osman'a içini açar "keşke ünlü bir sanatkâr olacağıma çocuklarıyla boğuşan sıradan bir anne olsaydım, akşamları camın önüne oturup kocamın yolunu gözleseydim" diye dert yanar.

Sahipsizin ölümü nasıl olsun? Bir sabah genç kadının cesedini bulurlar. Tımarhaneden alıp, gasilhaneye bırakırlar.

Afife hâlâ birilerinin "aklına" ve "işine" geliyor. Karnı toklar, sırtı pekler ve tuzu kurular "söylevler" irad buyuruyor, "Afife, gerçek bir fedai ve korkusuz bir devrimciydi. Onun adına ödüller düzenlemek, örümcek kafalılara atılabilecek en güzel tokattır" diye kürsü yumrukluyorlar.

İnsan kullanmanın da bir sınırı var. Zavallının gençliğini, hayallerini, hayatını çaldılar, şimdi ruhuna musallat oluyorlar.

Sahi, Afifeciği "fedai ve devrimci" gibi tanıtanlar, onun yürek parçalayan hikâyesini niye anlatmıyorlar?

Buradan Alıntıdır..


VECİHİ HÜRKUŞ : İlk Sivil Türk Pilotunun Trajikomik Öyküsü

Bu yazımızda, Türk havacılık tarihinin en büyük insanlarından biri olan "Vecihi Hürkuş" un, teknoloji, gelişim ve havacılık adına yaptığı, yapmaya çalıştığı çalışmalarını "İrfan Özfatura' nın kaleminden okuyacağız.
Türk insanının neler başarabileceğinin bir örneği olan Vehici Hürkuş, gerek yaşamı, gerekse yaşamında karşılaştığı engeller karşınında ki azmiyle hepimize örnek olası bir insandır...
Vecihi Hürkuş, İstanbul, Arnavutköy’de doğan bir yalı çocuğudur. Henüz üç yaşında iken babası Müfettiş Fahim Bey’i kaybeder. Annesi Vidinli Zeliha Hanım ona hem annelik hem babalık yapar. Bir süre Harbiye’de eskrim ve resim dersleri veren amcası Şekür Bey’in yanında yaşar sonra Üsküdar’a taşınırlar.

Vecihi kıpır kıpır bir çocuktur yerinde duramaz. Üsküdar’da Füyuzati Osmaniye Rüştiye’si ve Paşakapısı İdadisi’nde okuduktan sonra Tophane Sanat Okulu’nu tamamlar.
1912’de Balkan Harbi’ne gönüllü olarak katılır ve eniştesinin (Albay Kemal Bey’in) yanında vazife alır. Belki komuta kademesinde de yükselecektir ama o “tayyareci” olmayı arzular. 1. Cihan Harbinde Bağdat cephesinde bir uçak kazası yaşar. Yaralanır ama hızı azalmaz derken Yeşilköy’deki Tayyare Mektebi’nde işin inceliklerini kapar.

İlklerin adamı
Kafkas cephesinde savaştığı günlerde bir Rus uçağını vurur ve bir ilke imza atar. Ancak bir başka hava savaşında tayyaresi isabet alır, sağ salim yere inmeyi başarır, düşman eline geçmesin diye uçağı yakar. Ruslar onu esir alır Hazar Denizi’ndeki Nargin adasına kapatırlar. Buradan Azerilerin yardımı ile kurtulur ve yüzerek (Arnavutköy çocuğu ya) kaçar. Dile kolay taaa Erzurum’a kadar yürür, Dadaşlar onu üç beş gün ağırlar, sonra İstanbul’a yollarlar.
Vecihi işgal altındaki İstanbul’u görünce yıkılır, adeta saçını başını yolar. O günlerde Asitane’deki subaylar padişahın isteğine uyar, gizlice şehirden çıkıp Anadolu’daki mücadeleye katılırlar. Onu da Harem’den kalkan bir gemiye bindirir, Mudanya’ya yollarlar. Memleket yangın yeri gibidir ve Vecihi biran önce tayyarelerin bulunduğu mevkiye varmayı arzular. Zira bu hengamede onun gibi bir pilota çok iş çıkar. Nitekim Yunanlıların hava sahasını deler ve bombaları taa beline kadar sarkarak tepelerine atar.

Vurun yerliye
Bu arada Akşehir’de Jandarma Komutanının kızı Hadiye Hanım’la yuvasını kurar. Savaş sonrasında tayyarecileri eğitsin diye onu İzmir Seydiköy’e yollarlar. Kara tahta başında laflamak kolaydır da ortalıkda tayyare bulunmaz. Vecihi Hürkuş Türklerin de uçak yapabileceğine adı gibi inanır, geceli gündüzlü proje karalar. Nitekim Yunan’lıların kaçarken bıraktıkları motorları kullanarak “Vecihi K VI”yı yapar. Yapar ama havalanmak için müsaade alamaz. Uçağın kusursuz olduğunu göstermek için marşa basar, ancak ödül yerine ceza gelir, o da istifasını sunar. Hava kuvvetlerinden kopar, Türk Tayyare Cemiyeti’nde (TTC) çalışmaya başlar.
Bu arada Almanya’ya gider Junkers ve Rohrbach fabrikalarında sektörün nabzını tutar. Ju A-20 tayyarelerinde bazı noksanlıklar bulup düzeltince Almanlar hayran olurlar. Ardından Fransa’ya geçer, Bregue, Potez ve Henriot tesislerini gezer. Saatlerce tecrübe uçuşu yapar, habire not tutar. İşte tam o esnada Milli Savunma Bakanlığı Kayseri’de Tayyare ve Motor Anonim Şirketi (Tomtaş) adında bir fabrika kurmak için teşebbüse geçince Hürkuş’a gün doğar. 1926’da telgrafla memlekete çağrılan Vecihi Bey’den, alınması düşünen iki tayyare (Alman Ju A-35 ve Fransız Newport De Large) arasında bir tercih yapması istenir. Kahramanımız Ju A-35’in gücünü bilir, nitekim Fransız pilotla havada temsili bir savaş yapar, adamı madara edip tezini ispatlar.


Dünya pazarına
Vecihi Bey yurda döndükten sonra, Kayseri Tomtaş tesislerinde Junkers tayyarelerinin imalatına hız katar. Bu tayyareler yolcu da taşırlar ki, “ilk hava yolu kuruldu” desek başımız ağrımaz.
Vecihi Bey Tomtaş malı Ju A-35’leri geliştirir, kanatların içini benzin deposuna çevirerek menzili uzatır. Düşünün Ankara’dan Tahran’a direkt uçar, Acemleri büyüler, İran’da büyük bir pazar yakalar. Eğer bu satış gerçekleşirse Tomtaş kabuğunu kırar, uluslar arası arenaya çıkar. Ancak firma o günlerde THK’nın eline geçer ve kurumun kurmayları Tomtaş’ı batırabilmek için ne gerekiyorsa onu yaparlar. Vecihi Bey yerli uçak sevdasından kopmaz, çizimler maketler arasına dalar. Nitekim ücretsiz izin alır ve Müteahhid Nuri Demirağ’ın desteği ile Kadıköy’de bir keresteci dükkanını kiralar. Marangoz Şaban Efendi ile birlikte 3 ay içinde Vecihi K-XIV uçağını ve uçak motorlu sürat teknesini (Vecihi SK) yaparlar.(1930)




Daima mania
İlk uçuşunu 16 Eylül 1930’da Kadıköy Fikirtepe’de büyük bir kalabalık önünde gerçekleştiren Vecihi bey Ankara semalarında da yürek hoplatmaya başlar. Başvekil İsmet İnönü tebriklerini sunsa da ona bağlı birimler (mesela İktisat Bakanlığı) bir türlü “uçabilir” izni vermez, sertifika istendiğinde “tesis yok, malzeme yok, uzman yok” gibi bahanelere sığınırlar.
Vecihi Bey dilekçelerine cevap alamayınca ilgili makamlara çıkar ve “Halkımızın gözleri önünde yaptığım uçuşlar, tayyaremin sağlamlığı hakkında kâfi delil sayılmaz mı? Tam bir muvaffakiyete haiz eserin bir kalemde mahvedilmesi milli kalkınma anlayışına yakışır mı? Tayyaremin muayenesi için Fen Şubesi, elinde aerodinamik vasıfları tespit edecek vasıta bulunmadığını ileri sürüyor. Çok rica ederim binbaşım! Bu şube, fenni muayenelerin icap ettiği vasıtaları henüz temin edememişse, varını yoğunu harcamak suretiyle böyle bir eser vücuda getiren vatandaşın kabahati ne? Binaenaleyh, bu haksızlığın giderilmesini ve tayyaremin kurtarılmasını tekrar tekrar vicdanınıza bırakıyorum” der ama... Ma fi fayda!

Teberrucu THK
Peki o n’apar? Uçağı söker, götürüp Çekoslavakya’da bir daha bağlar. Çek diline çevirdiği evrakı ilgili makama sunar. Çekler bu mekanik kuşa bayılır hatta onu “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir pankartla karşılarlar. Elin gavuru sofra donatıp, başarısını kutlar.
Vecihi Hürkuş uçağının atıl kalmaması için Posta idaresine çalışmayı arzularsa da THK bu uçağı gösterip, teberru toplamayı planlar. Vecihi bey Ankara’dan yola çıkar, tek tek Ege ve Akdeniz şehirlerine iner kalkar. THK heyecana kapılan halktan çuvalla para toplar. Kurum buna rağmen ekibi bunaltır, yardımcısını bir telgraf emriyle (3 Kasım 1931) kovar, uçuş tazminatına el koyarlar. Hasılı turnenin tadı tuzu kalmaz.
O da gider kendi başına (21 Nisan 1932) bir Tayyare Mektebi kurar. Bu ilk sivil tayyare mektebinden ikisi kız olmak üzere 12 öğrenci mezun olur. Kalamış’ta bir hangarları ve uçuş alanı olarak kullandıkları küçük bir sahaları vardır. Tekel İdaresi’nin ve İş Bankası’nın reklamlarını yapar iyi kötü para da kazanırlar. Sivaslı Nuri Demirağ arkalarındadır, bu vatansever müteahhit vatan evladlarına sponsor olmaktan gurur duyar.

Denklik olmayınca
Vecihi Bey Tayyare okulunun masrafını bir şekilde karşılar ancak talebeler diplomalarına denklik alamayınca okumayı beyhude bulurlar.
Derken THK’da yönetim değişir onu yine Ankara’ya çağırır ve “baş öğretmen” yaparlar. Vecihi bey Ahi Mes’ut (Etimesgut) tesislerinde gençlere havacılık aşkı aşılar.
O zorlukların adamıdır, bir gün uçağıyla Ankara yakınlarında bir köye inmek zorunda kalır, parçalanan kanadı takar çakar ve tekrar havalanıp İmalat-ı Harbiye yanındaki çayıra kadar uçar.
Bir 29 Ekim günü (1936) yeğeni (Küçük Eribe) demode bir paraşütle tayyareden atlar, alamet açılır ama iş işten geçtikten sonra... Sevimli kızcağızın kaybı Vecihi beyi çok yaralar, teknolojinin takip edilmesi konusundaki inancı artar. Nitekim onu 1937 sonbaharında Almanya’ya yollar Weimar Mühendislik Mektebinde ihtisas yaptırırlar. Vecihi bilgi ve birikimiyle arkadaşlarına fark atar, 4 yıllık tedrisatı iki yılda tamamlar. Gelgelelim Bayındırlık Bakanlığı “iki yılda ihtisas mı olur” buyurur ve ona “Tayyare Mühendisliği Ruhsatnamesi” vermekten kaçar. Vecihi bey yokuşlara alışmıştır. Gider Danıştaya dava açar, masraf, masraf masraf... Davalar, avukatlar filan... Hakkını söke söke alır, bir maniayı daha aşar.

Sıra reklamcılıkta
Bu arada THK baskıya başlar, onu “otlu peynir yesin diye” Van’a yollarlar. Vecihi bey bu kurumla iş olmayacağının farkındadır, gider kendi imkanlarıyla “Kanatlılar Birliği” adlı bir cemiyet kurar (1947). Külüstür de olsa bir tayyare edinir ve iyi kötü bir dergi çıkarırlar.
O, sadece merasimlerde boy gösteren bir kuruma karşıdır. Tayyarenin neye yaradığını ispat için Zirai ilaçlama işine girmeye niyetlenir ve bir firma kurar. Ancak öncelikle para kazanmayı düşünen ortaklarıyla anlaşamaz.
İş başa düşünce çelik kuşu reklam panosu gibi kullanır, Paro mama ve Puro sabunlarına çalışarak ayakta kalmaya bakar. O devirde gökten atılan reklam kağıtçıkları ilgi uyandırır, tayyarenin peşi sıra uçuşan pankartlar dikkatle okunurlar.
Vecihi Bey havacılığın bir umman olduğunu bilir, nitekim büyük bir cesaretle “Hürkuş Hava Yollarını” kurar. Banka kredisi ile THY’nın seferden kaldırdığı 8 tayyareyi alıp filosunu tamamlar. Gelgelelim gazete taşımasına bile müsaade edilmez, genç firmayı palazlanamadan boğarlar.

Bankaya bulaşınca
Olacak bu ya Hürkuş Havayollarının pilotlarından Fevzi Gökdeniz 1955 yılında bir reklam işine çıkar, Bursa stadının tribünlerinde kız arkadaşını görünce artisliğe başlar. Bir sürü riskli hareketin ardından kanadı tellere takar. Vecihi Bey uçağın gittiğine mi yansın hastane masraflarına mı? Ama pilot Fevzi iyileşir ve maaşını ödesin diye şirketi sıkıştırmaya başlar. Bakar firma tepetaklak, gidiyor, oturup bir intikam planı yapar. Vecihi beyden alacağı olan bir başka pilotla (Bir zamanlar bombardıman uçağı kullanan Sadık Sagun’la) Hürkuş uçaklarından birini Bulgaristan’a kaçırırlar. Dünyada ilk uçak kaçırma hadisesini Albay Mihailov gerçekleştirir, bizimkiler ikinci olurlar. Hasılı bir iniştir başlar, Vecihi Bey elinde kalan son pırpırla Güney Doğu Anadolu’yu turlar, MTA adına dağda bayırda maden arar.

Gazi maaşına haciz
Bu arada borç boyunu aşar. Malum bankacılar yaz günü şemsiye satar, kış günü elinizden alırlar. Hele bi tekerlenesiniz diye tetikte dururlar. Faize bulaşan kim düze çıkmış ki, o çıka? Ama pişmanlık fayda vermez, üç kuruşluk “gazi maaşına” bile haciz koyarlar. Bunca iş bilmez adam, bu kadar cahil idareci, acımasız bürokrasi, devletçi kafa, yasakçı zihniyet, sabotaj, ihanet derken mücadele edecek gücü kalmaz. 52 yıl süren havacılık macerasını 102 farklı uçakla sürdüren ve 76 yaşına kadar cem’an 30 bin saat uçuş yapan Vecihi bey hatıralarını yazarken beyin kanaması geçirir ve el oğlunun Ay’a gittiği günlerde gözlerini hayata yumar.


Bir kıymet heba olur, birileri kına yakarlar.


Kaynak Yazı : İrfan Özfatura



Galileo (Galile) : "Eppur si muove" (Ama dünya yine de dönüyor)

O zamanlar Pisa Kulesi ne kadar eğiktir bilemiyoruz ama bildiğimiz bir şey var ki bu kent oldum olası eğitim merkezidir. Pisalı Vincenzio hem müzikle, hem matematikle uğraşan, kâh besteler yapan, kâh hipotezler koyan, habire Romalı hocalarla, Floransalı sanatkarlar arasında turlayan ama hiç kaale alınmayan ve parayı bulamayan garibin tekidir. Ama o küçük oğlu Galileo'dan (biz Galile diyoruz) çok ümitlidir.

O devir Avrupa'sında öğrenciler Aristocu bir mantıkla okutulurlar. Galile de bu tedristen geçer ve bütün hastalıkla büyüyen çocuklar gibi hekimliğe merak salar. Pisalılar onda nasıl bir istidat görürlerse görürler, yaşına (17) başına bakmadan üniversiteye alırlar. Galile tıp öğrencisi olmasına rağmen fizik ve geometri derslerinin cazibesine kapılır, Aristotales ile Pluton'un kitaplarını karıştırmaya başlar.
Galile bunlardan elbette çok şey öğrenir ama pek çok şeyin de yerine oturmadığını yakalar. O, inandığını savunmaktan çekinmeyen açık yürekli bir gençtir ve "ağzın süt kokuyor" diyenlere aldırmadan meydana çıkar. Boyuna posuna bakmadan iki ünlü bilginin hatalarını ortaya koyar. Ama o devir insanları gözleriyle gördüklerine değil "kilisenin onayladıklarına" inanırlar. Galile'yi bir anda düş-man beller, "bozgunculuk ve sapıklıkla" yaftalarlar. Onlara göre bu genç, kâinat hakkında yerleşmiş ve kabûl görmüş teorileri yıkmaya kararlıdır, onunla tartışmak şeytanla konuşmak kadar zararlıdır.

Bak sen şu konuşana!
Galile, güçsüzdür ama koca bir Ortaçağa mührünü vuran Aristotales'i hedef almaktan kaçınmaz, onun fizik ve astronomi ilmine ne büyük zararlar verdiğini anlatmaya başlar. Evet, söylediklerini kurduğu düzeneklerle ispatlar ama etrafındaki baskı çok artar. Hocaları da dirsek göstermek zorunda kalır onu üniversitenin kapısına koyarlar.
Galile, kolay pes etmez. Kendi kıt imkanlarıyla çalışmalar yapar. Ağırlık merkezi üzerinde enteresan tespitler yapar ve hasımlarının önüne hidrostatik teraziyi koyar. Sonra ortaya "yerçekimi" gibi duyulmadık kavram atar, ağır cisimlerin (sanılanın aksine), hafif cisimlerden daha hızlı düşmediklerini (Aristotales'in yanlışıdır) ispatlar. Cisim, kuvvet, ivme, hareket üzerine enteresan şeyler söyler ve Aristo fiziğini yok sayan "eylemsizlik kuralı" ile büyük taraftar toplar. Galile yerçekimi ve salınım üzerine çok çalışır ve sarkaçtaki uyumu saatlerde kullanarak yeni bir çığır açar. Akademisyenler daha fazla direnemez, birer ikişer yanına sokulmaya başlarlar.


Galile o günlerde Endülüs kaynaklarından gezegenlerin güneş etrafında dolandığını okumuş ve mantıklı bulmuştur. Ancak Kopernik'in başına gelenleri bildiği için konuşmakta acele etmez, uygun zamanı kollar. Galile, bir ara Venedik'te tanıştığı Hollandalı gözlükçüden optik üzerine çok şey öğrenir ve bu bilgilerin ışığında kendine bir teleskop yapar. Bu alet cisimleri 32 misli büyütür ve Ay yüzeyindeki dağlar ovalar kraterler açıkça görünür. Halbuki Aristatoles gök cisimlerini "kusursuz bir yuvarlak" olarak (cilalı bir küre gibi) tarif eder, kilise insanları böyle inanmaya zorlar. Bu da yetmez, Galile, Samanyolu hakkında bilinen ne varsa alayını yıkar, gezegen ve uydular hakkında "aykırı" sözler eden Kopernik'e arka çıkar. Dahası, yok ilan edilen Jüpiter'in uydularını keşfeder ve adamların gözüne sokar!

"Eppur si muove!"
Halbuki papazlar dünyanın "sabit" olduğuna inanmakta, bunu şiddetle savunmaktadırlar. Şimdi Galile dünyanın hem kendi etrafında, hem de güneş etrafında döndüğünü söyleyerek onları yalancılıkla itham etmektedir. Kilise geri adım atmak yerine Galile'yi hasım edinir ve onu Hıristiyanlık inancına gölge düşürmekle suçlar. Lâkin Galile kendinden emindir ve meydan okumaktan kaçınmaz. Savunduklarını ispat edecek matematik donanıma haizdir, rakamlarla konuşur, laf ebeliğine sığınmaz. Ama onun beklediği ilmi münazara zemini asla kurulmaz, aksine engizisyon mahkemesine çıkartıp, yargılar (1633) ve içeri tıkarlar.
Galile küflü zindanlarda çok çeker. Karanlık ve gıdasızlık yüzünden gözlerini kaybeder. Farelere yem olacağını hissedince papazların önünde diz çöküp yalvarır ve düşüncelerinden vazgeçtiğini söyler. O her ne kadar "çok pişmanım" diye ağlasa da dostlarına "eppur si muove" (ama dünya yine de dönüyor) diye fısıldamadan yapamaz.
Galile o günden sonra insan içine çıkmaz. Küçük beldede, kuytu bir eve çekilir. Yine mekanik ve matematik üzerine düşünür ama artık ağzını bile açmaz.

Sahi ne değişti?
Tamam Ortaçağ Avrupalısı'nın her yeniliğe tepki göstermesini anlayabiliyoruz ama Papa 2. John Paul'ün "Galile'nin affedilmesi" ile ilgili teklifi (1979) günümüz rahiplerini bile uğraştırır. Söz konusu karar için tam 13 yıl tartışır, affı ancak 1982 yılında çıkarırlar. Bazı kardinaller gözle görülüp, elle tutulan hakikatlere bile "çekince" koyarlar.
Dünya hızla döner ve gün gelir sözde bilim adamları kendilerince bir "din" peydahlarlar. Bu dinin temelinde inançsızlık yatar ama onlar Marks, Engels, Darwin ve Freud'a tapınmalı olurlar. Akıl, mantık, tecrübe ne söylerse söylesin, saplantılarına sâdıktırlar ve sahte mabutlarına kesinlikle toz kondurmazlar. Hatta bu uğurda saldırganlaşır, "engizisyon"a sahip çıkarlar.

-Günümüzden bir dipnot-

Galileo'nun adı önümüzdeki günlerde faaliyete geçecek olan AB'nin en sivri teknolojik teşebbüslerinden birine verilmiş durumda.

Konuya bahis olan mesele; uydu radyo navigasyonu, küçük bir alıcıya sahip olan herkesin yörünge uydularından yayılan sinyalleri alarak herhangi bir zamandaki konumunu enlem, boylam ve yükseklik cinsinden kesin olarak belirlemesini sağlayan bir sistem. Sistem daha şimdiden hava trafik kontrolü, gemi ve kamyon filoları yönetimi, kara ve demiryolu trafiği izleme, acil servislerin seferber edilmesi ve dünya genelinde taşınan malların izinin sürülmesi gibi alanlarda bir devrim niteliği taşıyor. Bugün için teknoloji yalnız ABD'nin GPS yani Küresel Konumlama Sistemi ile Rusya'nın GLONASS yani Küresel Navigasyon Uydu Sistemi ile kullanılıyor. Fakat bu sistemler askerî otoritelerin destek ve kontrolünde bulunuyor. Dünya'nın her yerindeki kullanıcılar için GPS'e karşı sivil alternatif sunmak şeklinde tanımlanabilecek siyasî bir hedefe sahip olan Galileo aynı zamanda teknolojik ve ticarî bir meydan okuma.

Avrupa Komisyonu ile Avrupa Uzay Ajansı'nın ortak teşebbüsü olan Galileo, dünya genelinde özel olarak sivil amaçla kullanılmak üzere tasarlanmış ilk küresel uydu konumlama ve navigasyon sistemi. 24 bin kilometre yükseklikte yörüngede bulunan 30 uydu takımından oluşan Galileo, askerî kullanıma yönelik tasarlanmış olan GPS ve GLONASS sistemleriyle birlikte çalışabilme özelliğine sahip. Hatırlanacağı üzere Haziran 2004'te AB ile ABD arasında imzalanan anlaşma ile GPS ve Galileo arasında uyum tescil edildi.

Mevcut uydu navigasyon sistemleri arasında gerekli olan teknik uyumlaştırmaya ek olarak, karada yerleşik ekipmanların geliştirilmesi ve nihaî olarak bu teknolojinin yaygın kullanımının teşvik edilmesi için uluslararası işbirliği zorunlu. Nitekim AB dışından pek çok ülke, sistem tanımı, araştırma ve endüstriyel iş birliği konularında şimdiden Galileo programına katkıda bulunmuş durumda.

Hava, deniz, kara ve demiryolu ulaşımı kullanıcılarının ihtiyaçları, Galileo sistemi tarafından karşılanacak. Galileo sanayide, faal bir ölçme aracı olarak hizmet edeceği inşaat mühendisliği ve kentsel gelişim başta olmak üzere bir dizi alanı destekleyecek. Ayrıca tarım, balıkçılık, madencilik, çevre koruma, tabiî kaynakların yönetimi, petrol ve gaz sevkiyatı ile arama ve kurtarma hizmetlerine destek sağlamada pekçok fırsat sunuyor.

Galileo sadece ekonomi ve ticarî şirketlerle sınırlı değil. Kurtarma, sınır denetimi gibi alanlarda kullanılmasına ek olarak örneğin görme engelli ya da hareket kabiliyeti azalmış kişilere rehberlik etmek, Alzheimer hastalarını izlemek ya da uzun yürüyüşçüler ve yelkencilere yardımcı olmak gibi amaçlarla da kullanılacak.

15 yıl sonra 3 milyar alıcı, yıllık 275 milyar euroluk bir gelir ve salt Avrupa'da 150 bin çok kalifiye iş imkânı demek olan bu sisteme; Çin, Fas, Hindistan, İsrail ve Ukrayna dahil olmuş durumda. Arjantin, Avusturalya, Brezilya, Güney Kore, Malezya, Meksika, Norveç ve Şili ise sırada bekliyor. AB ile katılım müzakeresi eden Türkiye'nin atacağı adım ise merakla bekleniyor.


Buradan Alıntıdır...


El-Cezeri : Tarihin ilk robotunu Anadolu’da yapmış.

Bugün medeniyet dersi vermeye kalkışan Avrupalının, cahiliyet dömenini yaşadığı 1200'lü yıllarda; dünya bilim tarihinde çığır açan buluşlara imza atan Anadolulu mühendis El-Cezeri'nin hayatı ve çalışmaları belgesel film oldu. Yönetmenliğini Duygu Yılmaz'ın, proje ve metin yazarlığını da Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Oğuz Makal'ın üstlendiği film, bilimin İslam toplumlarında eriştiği yüksek seviyeyi bir defa daha gözler önüne serdi. Belgeselde dünyada ilk robotun El-Cezeri tarafından yapıldığı anlatılıyor.

24 saatin kaşifi

1153 yılında Cizre'de doğan El-Cezeri'nin yaptığı otomatik makineler bugünkü teknolojik gelişmelerin temelini oluşturdu. El-Cezeri, 21 yaşında saray mühendisi olarak Diyarbakır'da Artuklular Beyliğinin hizmetine girdi. 30'lu yaşlarında sarayın baş mühendisi oldu. Cezeri, bir robot yaparak Artuklu hükümdarına takdim etti. Otomatik olarak çalışan ve kendi kendine bazı hareketler yapan alet, dünya tarihinin ilk robotu oldu. Bu dahi bilim adamımız, Leonardo da Vinci'den tam 300 sene evvel dişli çarklar ve esaslarına dair kaideleri kitabında neşretti. Hatta Leonardo da Vinci bu kaidelerin birçoğunu bilmemektedir. El-Cezeri, günü 24 eşit saate ayırarak dünya bilim tarihine adını yazdırdı. Bilimin kaynaklarına sahip çıkmaya çalışan Avrupalılar ise onun bulduğu saat düzenini ancak 18. yüzyılda kullanmaya başladı. Sibernetiğin babası
Sibernetik ilmi denince ilk akla El-Cezeri gelir. Sibernetik; atom çağından sonra kendi kendini kontrol eden makinelerin çağı olarak tarif edilir. Sibernetiğin makineleri dişliler, mandallar, palangalar ve kaldıraçlardan oluşuyor. El Cezeri; robotlar, saatler, su makineleri, şifreli kilitler, kasalar, termos, otomatik çocuk oyuncakları, otomatik yüzen kayık, su tulumbaları gibi çok sayıda buluşa imza attı. Günümüzde bütün motorlu vasıtalarda bulunan "krank mili"ni ilk defa o kullandı. El- Cezerî'nin yaptığı makinelerın çoğu su ile çalışır. Bu bakımdan El- Cezerî'ye su mühendisi demek çok yerinde bir ifade olur.

Hünerli Aletler Kitabı

El-Cezeri'nin günümüz Türkçesine "Mekanik Saatlerin Teorisi" adıyla çevrilebilecek olan "Kitab-ul Camii Beyn-el ilmi vel-amel En Nafi-i fi Sinaat-il Hiyel" ve "Hünerli Mekanik Aletler Bilgisi Kitabı" olarak tercüme edilen "Kitab'ül-Hiyel" isimli iki ünlü kitabı bulunuyor. 11 nüshası bulunan "Kitab'ül-Hiyel"lerin dördü Topkapı Sarayı Müzesi ve Süleymaniye Kütüphanesi'nde muhafaza ediliyor. 1233 yılında vefat eden El-Cezeri'nin mezarı, Cizre'deki Nuh Peygamber Camiinin avlusunda bulunuyor.

Minyatürlerle El-Cezeri

Duygu Yılmaz'ın El-Cezeri'yi anlatan belgesel film gösterimi, minyatür sanatçısı Leman Dinçtürk'ün hazırladığı minyatür sergisiyle birlikte yapılıyor. Leman Dinçtürk'ün Ebul-İz İsmail El-Cezeri'nin "Olağanüstü Mekanik Araçların Bilgisi Hakkında Kitap" isimli eserindeki minyatürlerden hazırladığı bu sergi, 18 Ocak'a kadar Beykent Üniversitesi Taksim Kampüsü Necati Abacı Sanat Galerisi'nde sanatseverlerle buluşacak. Daha sonra da Şişli Ayazağa Kampüsü Fuaye Alanı'nda 22 Ocak-1 Şubat 2008 tarihleri arasında ziyarete açık olacak.

Buradan Alıntıdır...


Atatürk Hakkında bilgiler..

1."ATA" LAFINI SEVMEZDI"
Ataturk" hitabini ilk kez donemin Turk Dil Kurumu Baskani bir konusmasinda kullanmis, Mustafa Kemal de cok begenerek soyadi olarak almisti. Kendisine "Ata" diye hitap edilmesinden hic hoslanmazdi.

2.EN SEVDIGI YEMEK
Manastir Askeri Lisesi yillarindan kalan bir aliskanlikla hayati boyunca en sevdigi yemek kuru fasulye ve pilav olarak kaldi. Tatliya duskun degildi ama cani istediginde cok sevdigi gul recelini tercih ederdi.

3.EN BUYUK HAYALI DUNYA TURUNA CIKMAKTI
Omru yetseydi bir dunya turuna cikip Turk dili ve tarihi uzerindeki calismalarini genisletmek en buyuk hayaliydi.

4.BASUCU KITABI "CALIKUSU" YDU.
Binlerce kitabi vardi. Ama bunlarin arasinda bir tanesini hayati boyunca hatta cephede bile basucundan ayirmadi. Resat Nuri Guntekin'in unlu "Calikusu" romanini hep yaninda tasir, her gun rastgele bir yerinden acar, birkac sayfa okurdu.

5.KABUL SALONUNDAKI AT YAVRUSU
Atlardan sonra en sevdigi hayvan kopekti. "Fox" adini verdigi kopegi, Gazi`nin yataginin ayak ucunda uyurdu. Hayvanlara duskunlugu o dereceydi ki bir gun misafirlerinin de gorebilmesi icin yeni dogmus bir tayla annesinin Cankaya Kosku kabul salonuna getirilmesini bile emretmisti.

6.TAM BIR SALON ADAMI
En sevdigi dans valsti. Muzik zevki cesitlilik gosteriyordu. Klasik Bati muzigi disinda Anadolu ezgilerini de severek dinlerdi.

7.GOMLEKLERININ TUMU BEYAZDI
Gomleklerinin hepsi beyazdi. Bu gomlekler ilk yillarda Isvicre`de ozel olarak dikilirken sonra yerli mali kullanma kampanyasina onculuk edebilmek icin Beyoglu`nda bir terziye diktirilmeye baslanmisti.

8.DOLABINDA LACIVERTE YER YOKTU
Takim elbiselerinin tasarimlarini hep kendisi cizerdi. Lacivert takim giymeyi sevmezdi.

9.OLCULERI
Boyu 1.74 idi. Hayatinin son donemlerine kadar 76 olan kilosu hastaliginin ilerlemeye baslamasiyla 46'ya kadar dusmustu. 43 numara siyah rugan ayakkabi giyerdi.

10.RUMELI SIVESI
Ozenli ve temiz bir Turkce konusurdu. Ancak bazi kelimeleri Rumeli sivesiyle telaffuz ederdi.

11.HAZIN BIR HIKAYE
Hayatinda bir donem cok onemli yer tutan Mustafa Kemal`in evlenmesinden sonra hayatina trajik bir sekilde son veren Fikriye Hanim`in mezarinin nerede oldugu bilinmiyor.

12.CUMHURBASKANLIGINDAN SIKILIYORDU.
Hayatinin cogunu gecirdigi savas cephelerinden sonra Cumhurbaskani olarak gecirdigi yillar ona bir tecrit yasantisi gibi geliyor, cok sevdigi halkindan ve sade bir vatandas yasamindan uzaklastigini dusunuyordu.

13.PAPA`NIN TEMSILCISINE ELBISE
Kiyafet Kanunu cercevesinde tum din adamlarinin dini kiyafetleriyle sokaga cikmalari yasaklaninca, Monsenyor Roncalli`ye kendi terzisi Kemal Milasli eliyle bir koleksiyon hazirlatti.

14.KENDISI TIRAS OLMAZDI.
Sabah kahvaltilariyla arasi hic hos degildi. Yataktan kalkar kalkmaz odasindaki divanin uzerine bagdas kurarak oturur, gunun ilk kahvesini sigarasini icerdi. Bir ozelligi de kendi kendine tiras olmamasiydi.

15.DUZEN TAKINTISI VARDI
Evinde, cevresinde hatta konuk oldugu evlerde bile egri duran esyalari duzeltmeden rahat edemezdi.

16.HOSGORULU LIDER
Koylunun birinin gazete kagidina sardigi tutunu icmeye calisirken eli yanmis,"Alin bunu kendi icsin" diyerek Ataturk`e kufretmisti. Mahkemeye cikarilacakti. Ataturk olayi dinledikten sonra "Onu mahkemeye vereceginize dogru durust sigara icmesini temin edin" dedi.

17.SIGARA PAZARLIGI
Hastaliginin baslangicinda kendisini muayene eden Dr.Fissinger gunde kac paket sigara ictigini sormus, Ataturk "sekiz" demisti. Doktor bunu gunde bir pakete indirmesi gerektigini soyleyince gulumseyerek cevap vermisti: "Ben zaten bir paket iciyorum. Bundan sonra bunu sizin izninizle yapacagim".

18."BU NASIL HALKCILIK?"
Bir sabah milletvekilleri ile trene binmisti.Konduktorun milletvekillerinden bilet parasi almamasina sasirmis nedenini sormustu. Trenin milletvekillerine bedava oldugunu ogrenince epey sinirlenmis, "Ne de guzel halkcilik ama" demisti.

19."LAIKLIK ADAM OLMAKTIR!"
Ilk mecliste bir oturum sirasinda uyelerden biri laikligin ne manaya geldigini anlamadigini soyleyince Gazi cok sinirlenmis ve elini kursuye vurarak bir din bilgini olan uyeye cevap vermisti: "Adam olmak demektir hocam, adam olmak!"

20.KURBANLARI BAGISLARDI
Gittigi yurt gezilerinde kendisi icin kurban edilen hayvanlara bakamaz boyle durumlarda sirtini doner ya da kesilmelerini engellerdi.

21.YABANCI DILE MERAKI
Askeri lisede ogrenmeye basladigi Fransizca'yi sonraki yillarda gelistirdi. Zengin bir kelime bilgisi vardi. Konusurken araya Fransizca sozcukler de eklerdi.

22.FASULYESINE POKER
Kumardan hoslanmaz ama arkadaslariyla fasulyesine poker oynardi. Oyun sonunda kazandiklarini iade ederdi.

23.KAN GORMEYE DAYANAMAZDI
Cephelerde dusmanla gogus goguse savasmis biri olarak en ilginc ozelligi savas meydanlari disinda kan gorunce fenalasmasiydi.

24.KULAKLARI DUYAN TEK KISI.
Fransiz tarihcisi Herriot Ankara`ya geldiginde Gazi`nin kulaklarinin duyuyor olmasina sasirmis anilarinda bunu espirili bir dille anlatmisti: " T.C`de bir tane kulaklari duyan kisi var onu da Cumhurbaskani yapmislar".

26.BILARDO VE YUZME
Sportmen kisiligi vardi. Her gun at biner , yuzmeye gider ve bilardo oynardi.

27.EN BASARILI DERS.
Egitim hayati boyunca en basarili dersi matematikti. Pozitif bilimlere ilgisi hayati boyunca surdu.

28.YAGCILARA GECIT YOK
Yagcila cok kizardi Bir aksam sofrasida kendisine gereksiz sekilde iltifat eden Abdulhak Hamit`e mudahale etti.

29.SON YILBASI GECESI
1937`yi 1938`e baglayan son yilbasi gecesini Disisleri Bakani Tevfik Rustu Aras ile bas basa gecirmisti. O gece dolabindaki bazi elbiseleri bakana hediye etmisti.

30.KOSKTEKI GUVERCINLIK
Kuslari cok severdi. Cankaya Kosku`nde ozel bir bakicinin ilgilendigi guvercinligi vardi.

Osman Bölükbaşı : Yakın Tarihimizden Renkli bir siyasetçi.

1913 Yılında doğan ve 06.02.2002 de vefat eden Osman Bölükbaşı renkli kişiliğiyle Türk Siyaset tarihinin unutulmayanları arasına girmiştir. Renkli kişiliği, dürüstlüğü ve açıksözlülüğü, hitabet gücü, nüktedanlığı, hazırcevaplığı, enerjik yapısı, heyecanlı mizacı ile halkın sevgisi kazanan Osman Bölükbaşı, Anadolu Fırtınası şeklinde anıldı.

Nüktesi ve işlek zekası, şimdilerde de anlatılır. Bunlardan birkaç alıntıyı aşağıda sunuyorum.

***
Avusturya yaptığı gezisi sırasında bir gazetecinin;
- "Atalarınızın Viyanada ne işi vardı" sorusuna
- "Haçlı seferlerine iadeyi ziyaret" cevabını verir.

***

Meclis kürsüsünde konuşurken bir milletvekili :
- "Sende erkek misin be?" der.
- "Ben erkekliğimin zekatını versem sen bile erkek olurdun". cevabını verir.

***

Ona çılgınca alkış tutanlar, Ona oy vermemişlerdir. Osman Bölükbaşı:
- “Bu halk, meydanlarda dinler, sandıkta konuşur.” demiştir.

***

Sözünü sakınmazdı. Sekiz saat konuşarak rekor kırdığı mitinglerine gelenlere de fırça atmayı ihmal etmemiştir. Kayseri’de kendisini dinlemek için toplananlara:
- “Ey, sapı uzun, tanesi kıt Kayserililer ! ” tümcesiyle seslenerek:
- “Meydanda veriminiz bol. Burada aşka gelip beni alkışlıyorsunuz, sandık başına gidince şeytana sarılıyorsunuz. ” demiştir.

***

1950 genel seçimlerinde Kırşehir’den Millet Partisi’nin tek milletvekili olarak TBMM’ye girmiştir. Birgün Mecliste bir merdivenin altında dururken yanından geçen bir milletvekili sormuş :
- "Ne yapıyorsun Bölükbaşı" demiş O da,
- "Grup Toplantısı yapıyorum" demiş.

***

Türkiye siyasetinin iki rakibi Osman Bölükbaşı ile İsmet İnönü, aynı uçakta yolculuk ederlerken Torunu İnönü’ye elindeki parayı göstererek sormuş:
- "Bunu aşağı atsam ne olur dede" ?
Paşa’dan önce Bölükbaşı:
- "Parayı atsan, bulan biri sevinir. Dedeni at ki bütün millet sevinsin," der...

***

Kızı Hürriyet doğduğunda hapishanedeymiş Bölükbaşı...Koğuştaki arkadaşlarına muştularken:
- "Hürriyet dünyaya geldi, İnşallah Türkiye’ye de gelir" ! demiş.

***

1957’de milletvekili seçildiğini hapishanedeki radyodan öğrenmiş. Pijamayla ayağa fırlayıp koğuştakilerin huzurunda milletvekili yemini etmiştir.

***

“Zengini hayırsız evlat, memuru süslü avrat, politikacıyı kör inat batırır” derdi. O yüzden politikada inat etmedi. 1973’te birbirlerini karşılıklı sevdikleri “Ulusuyla evlenemeden” siyasetten çekilirken şöyle dedi:
- "Yüzünde göz izi yok sanarak siyaset denilen Leyla’ya gönül verdim. Sonradan anladım ki, benden önce 40 bin kişinin nikâhından geçmiş".

***

Düzce’de yaptığı bir konuşma tam 8 Saat 35 dakika sürmüş. Bir kamyoncunun Düzce’den çıkarak yükünü İstanbul’a boşaltıp geri dönmesi boyunca konuşan bir politikacı Bölükbaşı...
Kamyoncu hayretle şu ifadeleri kullanıyor hatibe:
- "Beyim bu nasıl iştir! Sabah buradan kereste yükledim, konuşuyordun. Yükümü İstanbul'a boşaltıp geldim, halen konuşuyorsun".

***

Çok ihanet görüp, partisinden kopanlardan yakınan Demirel’e:
- "Üzülme....Senin bağrın henüz köy mezarlığı, benim bağrım ise Karacaahmet’e döndü." demiştir.

***

Oğlu Deniz Bölükbaşı ’nın babasın anlattığı kitab 'ından kısa bir bölüm: Bölükbaşı Beşevler-İsrail Evleri ’nde otururdu. Ava giderken veya avdan dönerken bizi evine götürürdü. Mutfağında "bazı hanımlar" görürdük. Osman Bey kulağımıza eğilirdi:
- "Kocalarını milletvekili yapayım diye, bunlar bizim hanımın dizinin dibinden ayrılmıyorlar. Ama milletvekili yaptıklarım da beni terk ediyorlar " ...

***

“Her şeye, herkese, hatta kendine bile!’’ muhalif olan Bölükbaşı'nın eleştirilerinden herkes payını almıştır. 1965 yılında TRT'ye de yönelerek kuruma ‘‘Tırt’’ ismini takar ve lakabı ‘‘Tırt Osman’’ a çıkar.

***

Ülkemizdeki iş adamlarını da eleştirir:
- "Ah benim aslan görünüşlü, tavşan yürekli büyük sermayem". diyerek...

***

Siyaseti bıraktıktan sonra gelen koltuk önerilerini,
“Bölükbaşı, hayat defterini yönetim kurulu başkanı olarak kapatmaz.”
diye geri çevirmiştir.

***

Bende saç ağarmış, gönül tüter mi,
Kül olmuş sinemde çiğdem biter mi,
Viran yerde ahu bülbül öteri mi,
Geçelim güzelim gel bu sevdadan.


Osman Bölükbaşı 'nın yazdığı; Behiye Aksoy’a adandığı söylenen, bestelenip plak olan, yukarıda ilk dörtlüğü verilen şiir bir zamanlar dillerden düşmezmiş !

Oğlu Deniz Bölükbaşı, Babası ile ilgili kitabında :

- Osman Bey, bunları Behiye Aksoy için mi yazdınız ? sorusuna, Babam şu yanıtı vermiş, diye yazıyor:
- Eli elime değmedi ama lafı anamı belledi !
Gerçekten o " şiir-şarkı " yüzünden Osman Beyin, eşiyle arası açılmış...

***

Ve Seraba Harcanmış Ömre Yanarım!” adlı şiiriyle siyasete veda etmiştir.





Hiram Bingham 1875 - 1956 : PERU, Machu Picchu ve Vilcabamba

Hiram Bingham , Peru 'da


Amerikalı arkeolog, Yale'de profesör, senatör. Peru Andlarında ulaşılması neredeyse olanaksız olan Machu Picchu 'da İnka başkenti Vilcabamba 'yı 1911'de bulmuştur.Çocukken babasından öğrendiği dağcılık bilgisi ile, kararlılık ve cesareti birleşince bulduğu kent; İspanyol istilacıların
yüzyıllarca bulamadığı, efsanelere konu olan kenttir.





İnternetten Alıntıdır.



Nuri Demirağ : İlk Uçak Fabrikamızı kurup üretime geçti ama...

Nuri Demirağ ismini pek hatırlayan çıkmaz.

Halbuki Türkiye’nin dört yanına
demiryolu hattı inşa ettiği için Atatürk kendisine ‘Demirağ’ soyadını verdi. Demiryollarından hızını alamayan Demirağ, ilk uçak fabrikamızı kurup üretime geçti; ancak İnönü’nün gazabına uğradı. Böylece Türkiye kendi içinden bir ‘Boeing’ çıkarma şansını kaybetti.

Yeşilköy Hava Limanı’nın bir bölümü özel uçaklarla doludur. Ülkede nam salmış bütün işadamlarının tercihen Chessna tipi uçakları ortalıkta arz-ı endam eder. Gövdelerinde de uçağı satın alan hatırı sayılır işadamlarının isimleri yazılıdır. Ne var ki bu jetlerin hiçbiri, uçağı kullanan işadamlarının kendi fabrikalarında, kendi teknisyenleri ile sıfırdan imal edilmedi.

Yani kendi uçağına binen işadamı yok piyasada. Bunu hayata geçirmek bir tek Nuri Demirağ’a nasip olmuş. Olmuş olmasına ancak onun da başına uçak imalatına başladıktan sonra gelmeyen kalmamış. Cumhuriyet ilk yıllarında yaptığı demiryolları ile yıldızı parlayan ve rotayı uçak imalatına çevirince işleri ters giden Nuri Demirağ’ın hayatı yakın tarihimizin en çarpıcı biyografilerinden birini barındırıyor. Cumhuriyet tarihinde birçok ilke imza atmış Demirağ hakkında kaleme alınmış eser neredeyse yok gibidir. Bu vefasızlığı bir nebze olsun gidermek yine Sivaslı bir hemşehrisi; Dr. Fatih Dervişoğlu’na nasip oldu. Ötüken Yayınları’ndan çıkan Dervişoğlu imzalı ‘Türkiye’nin Havacılık Efsanesi: Nuri Demirağ’ adlı kitap geçtiğimiz günlerde raflarda yerini aldı. Demirağ’ın yaşadığı döneme ait gazete arşivlerini ve yazılı kaynakları tarayan yazar aynı zamanda Demirağ ailesinin yaşayan fertleri ile de görüşmeyi ihmal etmemiş. Ortaya çıkan eser, yakın tarihimizde birçok hayati projenin altına imza atmış bir portrenin üstündeki perdeyi kaldırması açısından bir nimet olarak kabul edilebileceği gibi ‘uçak imalatı’ türünden ciddi stratejik önemi haiz hamlelerin ‘neden akim kaldığı’ yönündeki soru işaretlerine bir nebze de olsa açıklık getirmesi açısından önemli. İşte bu yüzden Dr. Fatih Dervişoğlu’nun çalışmasının Adnan Nur Baykal’ın kitaba yazdığı sunuşundaki giriş bile Demirağ hakkında bir kaynak derlemenin önemini anlatmaya yetiyor: “Nuri Demirağ adını belki duymuşsunuzdur. Ancak neler yaptığını bilmemeniz doğaldır. Torunu olarak ben bile, ölümünün üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen izini sürmekte zorlanıyorum.” Önüne dönemin hükümetinin takoz koymaması halinde bugün ‘Boeing’ ayarında dünya devleri ile boy ölçüşen bir uçak şirketi sahibi olabilecekken şimdi hakkında bilgi kırıntılarına ulaşmakta bile zorlanıyoruz.

Gelelim Nuri Demirağ’ın hikâyesine; Nuri Bey 1886 yılı Sivas doğumlu. Babasını küçük yaşta kaybetmesinden dolayı iş hayatına 17 yaşındayken atılarak Ziraat Bankası’nda memur olarak göreve başlamış. Ardından maliye şubeleri müfettişi olarak memurluk hayatına devam eden Demirağ’ın hayatı ticarete atılıp ‘Türk Zaferi’ adlı sigara kâğıdı üretimine geçmesiyle birdenbire değişmiş. Sigara kâğıdı işinden üç buçuk senede hatırı sayılır bir servet edinmiş. Ancak ticari hayatındaki büyük sıçramayı Samsun-Sivas demiryolu hattının ihalesini almasıyla gerçekleştirmiş. Bu başarısı ona Samsun-Erzurum, Sivas-Erzurum, Afyon-Dinar arasındaki demiryolu hatlarının da yapımını kazandırmış ki bu sebepten dolayı Soyadı Kanunu’nun çıkmasıyla birlikte Atatürk, Nuri Bey’e ‘Demirağ’ soyadını bizzat kendisi uygun görmüş.

Sonunu getiren uçak imalatı meselesi ise Türk Teyyare Cemiyeti’nin Reisi Cevat Abbas’ın uçak almak için halktan bağış kampanyası açmasıyla başlamış. 1935 yılında 10 bin lira bağışta bulunarak hava savunmasının önemine dikkat çeken Atatürk’ü, 5 bin lira ile Ankara’nın en zengin işadamı Vehbi Koç izlemiş. Kardeşi Naci Demirağ’ın katkısı 120 bin lira olurken Nuri Bey’in kampanyaya tepkisi şöyle olmuş: “Mademki bir millet teyyaresiz yaşayamaz, öyleyse bu yaşama vasıtasını başkalarının lütfünden beklememeliyiz. Ben bu açık fabrikasını yapmaya talibim.” Bu arada Nuri Demirağ’ın aynı yıllarda devletin 212 milyonluk devlet bütçesine mukabil 11 milyonluk şahsi serveti ile Türkiye’nin en zengin işadamı olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Hem yolcu hem bombardıman uçağı

Böylelikle Almanya, Çekoslovakya ve İngiltere’deki uçak fabrikalarını mühendisleri ile birlikte gezmek üzere yola koyulmuş. 1936’da bir Çekoslovak firması ile anlaşarak Beşiktaş’ta proje atölyesini kurmuş. İş büyüdükçe, atölyeler yetmeyerek uçakların testleri için bir piste ihtiyaç hasıl olmuş ve bunun Yeşilköy’de bugün Atatürk Hava Limanı olarak kullanılan Elmas Paşa Çiftliği satın alınmış. Burada geleceğin pilotlarının yetişmesi için Nuri Demirağ Gök Okulu, uçak tamir atölyesi ve hangarlar inşa edilmiş. Tarihin garip cilvesi Yeşilköy’deki Gök Okulu’nun ilk öğrencileri arasında zamanın cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğulları Ömer ve Erdal İnönü de var. Ancak her ne oldu ise bir hafta sonra İnönü kardeşler okulu terk etmiş.

Türk Hava Kurumu (THK) Nuri Demirağ’a 10 adet eğitim uçağı ile 65 adet planör siparişi vermiş. Demirağ ve ekibi, bir yandan bu siparişleri yetiştirirken, bir yandan da Nu.D.38 ismi verilen altı kişilik, çift motorlu ve gövdesi alüminyum kaplı yeni bir model geliştirmiş. Demirağ’ın bu başarısı, Türkiye’de olduğu kadar yurtdışında da büyük yankılar uyandırmış. Son teknoloji ile donatılan ‘Nu.D.38’in yapılması, dünya uçak sanayicilerinin dikkatini ilk uçak fabrikamızın üzerine çekmiş doğal olarak. Ve çok geçmeden dünya havacılığında A sınıfı yolcu uçağı kategorisine alınmış. Ayrıca yolcu uçağı olarak tasarlanan ‘Nu.D.38’, savaşta mükemmel bir bombardıman uçağı olarak hizmet verebilmesi meselenin farklı bir boyutu. İlginç olan hiçbir zaman Demirağ’ın bu uçağının THK tarafından kabul görmemiş olması. Bu uçağın Türkiye içinde ve hatta yurtdışı seferleri yapıyor olması bile anlaşılan THK’nın fikrini değiştirmeye yetmemiş. Verilen siparişlerin iptali ve THK ile yıllarca süren mahkemeleri sonucu Demirağ, fabrikayı kapatmak zorunda kalmış.

Böylelikle daha sinemanın esamisinin okunmadığı 1930’larda ülkenin dört bir yanındaki salonlarda uçaklarının tanıtımını yapan Demirağ’ın havacılık serüveni THK ve devrin Milli Şefi İsmet İnönü’nün gayretleri ile son bulmuş. Hikâyenin geri kalan kısmında da İnönü’ye kafa tutmak isteyen Demirağ’ın Türkiye’de ilk muhalefet partisi Milli Kalkınma Partisi’ni kurması var. Demirağ’ın havacılık serüveninde devrin kudretli ismi İnönü’nün takoz koyduğunu ve dolayısıyla uçak sanayimizi baltaladığını söylemek yanlış olmaz; ancak eksik bir bilgidir. İşin aslı Demirağ, o dönemin tek mağduru da değildir. Nuri Demirağ, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil’in de yakın arkadaşı. Nuri Killigil Paşa ise Türkiye’nin ilk silah ve patlayıcı imal eden fabrikatörüydü. Ordunun bazı siparişlerini üstlenen Paşa’nın Sütlüce’deki fabrikası -Nuri Demirağ’ın uçak imalatı serüveni ile tarih benzerliğine dikkat- 1949 yılında esrarengiz şekilde infilak etti. Nuri Paşa’nın cesedi bile bulunamadı. Nuri Paşa’nın İsrail’le savaş halinde olan Mısır’dan yüklüce bir cephane siparişi aldığı için fabrikasının sabotaj sonucu infilak ettiği iddia edildi. h.yilmaz@zaman.com.tr

Kaynak : ZamanPazar

Daha Geniş Bilgi için : www.nuridemirag.com

Bu konu ile ilgili bir yazı :
Dr.Muhittin Şimşek : Endüstrileşmemizin engelleri ve Demirağ olayı
Devamı için >>>