Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Atatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Atatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Anılarla Atatürk, Bir Ayranla bir dilim ekmek

ANILARDA ATATÜRK – 20




BİR AYRANLA BİR DİLİM EKMEK 

Atatürk’ün aşçısı Mehmet Usta anılarında Atatürk’ü anlattı.
“Devrimler sırasında öyle çalışırdı ki, 36 
saat çalışma odasında kaldığını bilirim. Çeşit çeşit yemekler ve özellikle kuru fasulye ve pilav hazırladım. Acıktığını düşünerek yemeğini çalışma odasına götürdüm. Bana çıkıştı ve şöyle dedi:
- Görüyorsun çalışıyorum, bana bir ayranla, bir dilim ekmek ver. Bol da kahve yap. Şimdilik bunlar yeter. Daha öbürlerini hak etmedim.
Çok alçak gönüllüydü. Bir gün saat ikiye doğru mutfağa geldi ve bana şöyle seslendi:
- Mehmet Usta, az önce yolda inşaat yapan ameleler ile beraber yemek yedim. Adamların soğanlarını bitirdim. Sen onlara bir şeyler hazırlayıver de götür,
Hemen sordum:
- Paşam, Siz de belki doymamışsınızdır.
Ben daha sözümü bitirmeden, şöyle cevap verdi:
- Amma da yaptın Mehmet Usta, Soğan, ekmek ve zeytinden daha güzel yemek mi olur ?
Evet, Mustafa Kemal Paşa için bir yol işçisi ile yediği soğan, zeytin, ekmek saray sofralarında yediği yemekten daha lezzetli ve daha insancıl duygularla doluydu”
 
Kaynak: Aşçısı Mehmet Usta'nın (Mengenli Mehmet Yücelen) Anılarından

Atatürk'ün Yasamı ve Kişiliği

ATATÜRK’ÜN YAŞAMI, ÜSTÜN KİŞİLİĞİ VE ESERİ 

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, 1881 yılında Selânik’te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Küçük yaşta babası öldüğünden annesi tarafından büyütülmüştür. İlk öğrenimini Selânik’te Şemsi Efendi Mektebi’nde tamamlamış, bir müddet Selânik Mülkiye Rüştiyesi’ne devam etmişse de ayrılarak Askerî Rüştiye’yi bitirmiştir. Askerî Rüştiye’den sonra Manastır Askerî İdadisi’ni de başarı ile bitirerek Harbiye’ye girmiştir. Harbiye öğreniminden sonra Harp Akademisi’nde okumuş ve 1905 yılında kurmay yüzbaşı rütbesiyle mezun olmuştur. 
Mustafa Kemal, Harbiye’de ve Harp Akademisi’nde, memleket ve millet sorunları ile ilgilenmesi ve düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle aydın ve inkılâpçı bir subay olarak tanınmıştı. Harp Akademisi’nden mezuniyetini izleyen günlerde baskı ve padişahlık rejimi aleyhindeki düşünceleri ve tutumu, kuşkuları üzerine çekerek birkaç ay İstanbul’da tutuklu kalmış, daha sonra bir nevi sürgün olarak vazife ile Suriye bölgesine, Şam’a gönderilmiştir. Mustafa Kemal, burada da faaliyetlerine devam etmiş ve 1905 yılı Ekiminde, güvendiği bazı arkadaşlarıyla beraber, gizlice Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmuştur. Bütün bölgeyi gezerek fikir ve mücadele arkadaşları aramış, Beyrut, Yafa ve Kudüs’te de taraftarlar bularak teşkilâtı genişletmiştir. Hatta, gizli olarak Mısır ve Yunanistan üzerinden Selânik’e geçerek burada da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin bir şubesini açtıktan sonra tekrar Suriye’ye dönmüştür. 1907 yılı Ekiminde, merkezi Manastır’da bulunan 3. Ordu Karargâhı’nın Selânik’teki Kurmay Şubesi’ne atanmış, ayrıca bu bölgedeki demiryolu müfettişliği görevi de kendisine verilmiştir. Mustafa Kemal, bu sıralarda Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni de içine almış bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti mensubu olarak faaliyetlerde bulunmakta; memlekette yapılacak birtakım yenilikler için zemin aramaktadır. 1908’de II. Meşrutiyet ilân edildiği zaman kolağası rütbesiyle Selânik’te bulunan Mustafa Kemal, İstanbul’daki gelişmeleri yakından izlemiş; fikir ve düşünceleriyle İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki söz sahibi arkadaşlarını zaman zaman uyarmak istemiştir. Meşrutiyet’e bir suikast olan 31 Mart 1909 isyanı üzerine, Hareket Ordusu’yla beraber bu ordunun Kurmay Başkanı olarak, Rumeli’den İstanbul’a hareket etmiş, Hadımköy’de bu görevi Binbaşı Enver Bey’e devretmiştir. Bir ay kadar Hareket Ordusu’yla beraber İstanbul’da kalan Mustafa Kemal, 31 Mart İsyanı’nın tamamen bastırılmasından sonra tekrar Selânik’e dönmüştür.  
Mustafa Kemal 1910 yılı Mayısında Arnavutluk’ta yapılan harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın Kurmay Heyeti’nde vazife görmüş, 1910 yılı Eylülünde Picardie Manevraları’nı izleme amacıyla Fransa’ya gönderilmiştir. 1911 Trablusgarp Harbi’nde binbaşı olarak, Tobruk ve Derne bölgelerinde komutanlık yaparak İtalyanlara karşı savaşmıştır. 1912 yılı sonlarında Balkan Harbi başladığı zaman Gelibolu ve Bolayır’da vazife almış; Bulgarlarla savaşarak Edirne’nin geri alınışını temin edenBolayır Kolordusu’nun Kurmay Başkanlığı’nı yapmıştır. Balkan Harbi’nden sonra Sofya, Belgrad, Çetine ataşemiliterliklerini idare etmek üzere Sofya’da oturmuş ve bu sıralarda yarbaylığa terfi etmiştir. I. Dünya Savaşı’nın başlamasından bir süre sonra 1915 yılı Ocak ayında, Tekirdağ’da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığı’na getirilmiştir. 1915’de, İngiliz kuvvetlerinin Gelibolu yarımadasına taarruzları ve karadan çıkarma gayretleri üzerine, Arıburnu ve Anafartalar bölgelerinde kahramanca savaşarak büyük başarı kazandı ve albaylığa terfi etti. Conkbayırı taarruzunda kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri döndüğünden, mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği kahramanlık ve yüksek komuta yeteneği kendisine ülke içinde ve dışında büyük ün sağladı. 
1916 yılında Diyarbakır-Bitlis-Muş cephesinde 16. Kolordu Komutanı olarak görevlendirilen Mustafa Kemal, Ruslara karşı savaşarak Bitlis ve Muş’u kurtarmış ve bu cephede generalliğe terfi etmiştir. Daha sonra Hicaz bölgesine tâyin edilmiş, Şam’a giderek Sina cephesini teftiş etmişse de bu görevin kaldırılmasıyla, karargâhı Diyarbakır’da bulunan 2. Ordu’ya komutan olmuş; bu vazifede de çok kalmayarak 1917 yılı Temmuzunda, Suriye’de kurulan Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na bağlı 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştır. Fakat bu cephenin umumî idaresi kendisine verilmiş olan Mareşal Falkenhayn ile aralarında askerî görüşler bakımından anlaşmazlık çıktığından istifa etti; tekrar Diyarbakır’da bulunan 2. Ordu Komutanlığı’na atandı ise de bu görevi kabul etmeyerek izinle İstanbul’a geldi. Bu sıralarda Veliaht Vahdettin’in maiyetinde Almanya seyahatine iştirak etti; Alman askerî çevrelerinde incelemeler yaparak, devrin tanınmış komutanlarıyla görüştü. İstanbul’a geldikten bir müddet sonra, böbrek rahatsızlığı sebebiyle Viyana ve Karlsbad’a giderek tedavi gördü. Dönüşünde, Mareşal Falkenhayn’ın yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na getirilmiş olan Mareşal Liman von Sanders’in emrinde bulunan 7. Ordu’ya yeniden komutan oldu ve bu cephede İngilizlere karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imza edildiği gün Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na getirildi ise de artık yapacak birşey kalmamıştı. Bir müddet sonra, bu Grup Kumandanlığı’nın kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi.  
Memleket ve milletin içinde bulunduğu şartlar ağır idi. Ülkenin birçok bölgeleri İtilâf Devletleri tarafından işgal edilmiş, düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti. Padişah ve hükûmet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette idi. Mustafa Kemal, bu şartlar altında tek ve gerçek kurtuluşun Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele bayrağını açmak olduğunu gördü. Bu sırada, kendisini İstanbul’dan uzaklaştırmak amacıyla, Anadolu’da 9. Ordu Müfettişliği teklif edildi. Mustafa Kemal, kendisine geniş salâhiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul ederek deniz yoluyla 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktı. İstanbul’dan ayrılışından bir gün önce, 15 Mayıs 1919’da İzmir de Yunanlılar tarafından işgal edilmiş bulunuyordu.  
Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal, artık kutsal görevine başlamak üzeredir. Komutan ve valilere 22.6.1919 tarihinde Amasya’dan yapılan bir genelge ile “vatanın bütünlüğünün, milletin bağımsızlığının tehlikede olduğu, İstanbul hükûmetinin vazifesini yapamadığı” belirtilmiş ve “Millî Mücadele’nin fiilen başladığı” onun imzasıyla ilân edilmiştir. Dâhi adam, “milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararının kurtaracağına” inandığından, her şeyden evvel, millî kararlar alabilecek bir kongrenin acele toplanması lüzumu üzerinde durmuştur. Bu faaliyetlerden son derece kuşkulanan ve Mustafa Kemal’in, müfettişlik vazifesinin salâhiyetlerini aştığını gören İstanbul Hükûmeti, İngilizlerin de baskısı üzerine kendisini geri çağırmış, sonunda da Padişah iradesi ile vazifesine son vermişti. Padişahın ve İstanbul Hükümeti’nin bu davranışı üzerine Mustafa Kemal de daha güvenli ve daha rahat çalışabilmek için hem vazifesinden hem askerlikten istifa etmiş, Padişah ve İstanbul Hükûmeti’yle ilgisini tamamen kesmiştir. Bunu izleyen günlerde 23 Temmuz 1919’da Erzurum ve 4 Eylül 1919’da Sivas Kongreleri toplanmış; bu kongrelerde Millî Mücadele’nin temel ilkeleri belirlenmiştir. “Ya bağımsızlık ya ölüm” Millî Mücadele’nin parolasıdır. Her iki kongrede de güçlü kişiliğiyle millî birliği temin eden bir lider olarak başkanlık yapan Mustafa Kemal, Sivas Kongresi’nden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışına kadar geçen devrede Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda yılmadan çalışmıştır. Bu süre içinde Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye ile temas temini ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti, temsilcileri aracılığıyla 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında, Amasya’da onunla görüşmüş ve bir millet meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme İnkılâp Tarihimizde Amasya Mülâkatı olarak bilinmektedir.  
Mustafa Kemal, meclisin Anadolu’da toplanmasını istemesine karşın, Meclis 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplandı. Erzurum ve Sivas Kongrelerinin esaslarını Misak-ı Millî halinde kabul ve ilân etti. 16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilâf Devletleri tarafından fiilen işgali üzerine, Meclis artık faaliyet gösteremeyeceğini anlayarak dağıldı; bu sıralarda milletvekillerinin bir kısmı da İngilizler tarafından tutuklanmıştı. Mustafa Kemal, İstanbul’un işgali üzerine valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek Ankara’da toplanacak fevkalâde salâhiyete sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Sonuçta 23 Nisan 1920’de, yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu Meclis’e ve onun hükûmetine de başkan seçilerek, artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal lideri oldu.  
Millet Meclisi’nin açılmasına, millî bir hükûmetin kurulmasına karşın Padişah ve Hükûmeti, 10 Ağustos 1920’de İtilâf Devletleriyle Sevr Antlaşması’nı imzalayarak dış düşmanlarımızla birleşmiş ve Millî Mücadele’yi geniş ölçüde baltalamak yollarına sapmıştı. Anadolu’daki millî kuvvetlere karşı halife ve padişah orduları kuruluyor, yer yer isyanlar çıkartılıyor, başta Mustafa Kemal olmak üzere Millî Mücadele kahramanları, asî sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu.  
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı ve bu meclise bağlı Ankara Hükûmeti’nin kuruluşuyla, bütün bu iç ve dış güçlüklere karşın kısa zamanda düzenli ordu oluşturularak, düşman kuvvetlerine karşı, çeşitli cephelerde büyük başarılar kazanıldı. Doğu cephesinde Ermeniler yenilgiye uğratılarak antlaşmaya zorlandı; Gürcistan’a, sınır vilâyetlerimiz boşalttırıldı. Güney’de Fransızlara karşı savaşılarak güçlü savunma örnekleri verildi. Batı cephesinde I. ve II. İnönü Muharebeleriyle Yunan taarruzları durduruldu. Bu dönemde, İtilâf Devletleri, bir taraftan da Sovyet Rusya ile mücadele halinde idiler; 1917 yılında Rusya’da meydana gelen bolşevik hareketinin kendi memleketlerine yayılmasını önlemek için, her cephede Rus ordularıyla savaşıyorlardı. Sovyet Rusya, böyle bir ortam içinde, Anadolu üzerinden gelecek saldırıları önlemek bakımından Türkiye’deki Millî Mücadele’yi destekler bir tutum gösteriyordu. Bu bakımdan Rusya ile -ideolojiler dışında- uygun bir politika izlenerek 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması imzalandı.  
Bir ara, Sevr Antlaşması’nı gerçekleştirmek amacıyla Kütahya-Eskişehir yönünden takviyeli kuvvetlerle taarruza geçen Yunanlılar, Temmuz 1921’de ordumuzu Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmeye mecbur ettiler. Bu bunalımlı günlerde Meclis, Mustafa Kemal Paşa’yı olağanüstü yetkilerle Başkomutanlığa getirdi. Dâhi komutan, kısa bir hazırlıktan sonra ordunun başına geçerek 22 gün 22 gece düşmanla çarpıştı ve 13 Eylül 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi adıyla anılan büyük zaferi kazandı. Bu zafer üzerine Meclis tarafından kendisine Mareşal rütbesi ve Gazi unvanı verildi. Sakarya Zaferi’nin sonuçları siyasî alanda da kendisini gösterdi. 13 Ekim 1921’de Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması, 20 Ekim 1921’de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı.  
Bir seneye yaklaşan geniş ve düzenli bir hazırlıktan sonra, Atatürk yeniden ordunun başına geçerek 26 Ağustos 1922 sabahı başlayan Büyük Taarruz ve onu izleyen 30 Ağustos 1922’deki Başkomutan Meydan Muharebesi ile 200.000 kişilik Yunan ordusunu dört taraftan sardı ve düşmanın büyük kısmını imha etti. 1 eylül 1922’de “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” emrini verdi ve arta kalanını batı yönünde izleyerek 9 Eylül’de İzmir’de denize döktü. Bu muharebeler esnasında Yunan Başkomutan Vekili General Trikopis ve bazı yüksek rütbeli düşman subayları esir alındılar.  
Memleketi düşman istilâsından temizleyen bu büyük askerî zaferleri takiben, siyasî faaliyetlere önem verildi. 11 ekim 1922’de İtilâf Devletleri’yle yapılan Mudanya Ateşkes Antlaşması sonucu, Edirne’yi de içine almak üzere Doğu Trakya’nın Yunanlılar tarafından boşaltılması kabul edildi; İstanbul ve boğazlar, bazı kayıtlarla idaremize bırakıldı. 1 Kasım 1922’de saltanatla hilâfet birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı. Bu tarihî karar üzerine Vahdettin, bir İngiliz harp gemisiyle yurt dışına kaçtı. Uzun ve çetin görüşmelerden sonra 24 Temmuz 1923’de İsmet Paşa tarafından imzalanan Lozan Antlaşması’yla yeni Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı, bütün dünya devletleri tarafından kabul edildi, millî sınırlar belirlendi; ekonomik alanda Osmanlılar döneminden kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülâsyonlar kaldırıldı. 13 Ekim 1923’te Ankara devlet merkezi oldu. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edilerek Gazi Mustafa Kemal, devletimizin ilk cumhurbaşkanı seçildi. 3 Mart 1924’te artık hiçbir gereği kalmayan, aksine zararlı bir kuruluş durumunu almış bulunan halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı. 
Artık devletin çağdaş bir biçim alması ve milletin çağdaş uygarlık düzeyine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılâplar birbirini izlemeye başladı. Bu süre içinde şapka ve kıyafet inkılâpları yapıldı. Tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; türbedarlıklar kaldırıldı. Lâik devlet ilkesi kabul edilerek din ve devlet işleri, kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medenî Kanunu’yla beraber birçok çağdaş yeni kanunlar kabul edildi. İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı. Öğretim birliği gerçekleştirildi; medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen cumhuriyet okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde lâik ve millî bir yol izlendi. Atatürk’ün en büyük eserlerinden biri olan harf inkılâbı meydana geldi; Arap harfleri bırakılarak Lâtin harfleri temeline dayanan Türk alfabesi yapıldı. Üniversite reformu gerçekleştirildi; çeşitli yeni fakülteler açıldı. Uluslararası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda çağdaş atılımlar yapılarakTürk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ekonomik etkinliklere önem verildi. 1923 yılında Türkiye’de ilk defa olarak bir İktisat Kongresi toplanarak memleketin ekonomik sorunları görüşüldü. Tarımsal etkinlikler genişletildi. Ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti’nin temeli olan bütün bu inkılâplara “Atatürk İnkılâpları” adı verildi. İnkılâpların memlekette daha süratle ve daha sağlam yerleşmesi için, bütün Türk halkını içine almak üzere Cumhuriyet Halk Partisi kuruldu; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık Türkiye siyasetinin temel ilkeleri olarak kabul edildi.  
Mustafa Kemal, inkılâplarının büyük kısmını başardıktan sonra Türk bağımsızlık mücadelesini ve yeni Türkiye’nin kuruluşunu anlatan Büyük Söylev’ini yazdı; bunu 1927 yılında, altı gün devam eden büyüleyici hitabetiyle okudu. Değerli inceleme ve değerlendirmelerle dolu olan bu eser, Türk tarihinin olduğu kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri arasında yer aldı. 1934 yılında Meclis, özel bir kanunla kendisine ATATÜRK soyadını verdi. Son senelerinde bitmeyen bir heyecanla Hatay’ın anavatana katılmasına çalıştı. 10 Kasım 1938 perşembe günü saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe Sarayında hayata gözlerini kapadı. Ölümü, bütün dünyada derin yankılar yaptı ve büyük üzüntü yarattı. 
Nâşı, tahnit edilerek Dolmabahçe Sarayı salonunda özel bir katafalka yerleştirildi. Türk bayrağına sarılı ve başında silâh arkadaşlarının nöbet tuttuğu tabut, üç gün süreyle milletin ziyaretine bırakıldı. Cenaze, daha sonra 20 Kasım 1938’de Ankara’ya getirildi. 21 Kasım 1938’de büyük törenle Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrine kondu. Cenaze törenine bütün dünya devletleri özel temsilciler gönderdi. Çanakkale’de ve diğer muharebelerde ona karşı savaşmış yabancı generaller törende bilhassa dikkati çekiyordu. 10 Kasım 1953’te nâşı Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrinden alınarak büyük bir törenle Anıtkabir’e nakledildi. 
* 
** 
Atatürk’ün en belirgin özelliklerinden biri de fikir adamı niteliği taşıması idi. Fikir ve düşüncelerinin özünü oluşturan Atatürkçülük, her türlü dogmatik unsurdan sıyrılmış akılçı bir dünya görüşüdür. Ülke gerçeklerinden kaynaklanan, sorunlar karşısında aklın ve ilmin rehberliğini kabul eden bu çağdaş görüş, milletimizi daima iyiye, doğruya ve yararlıya yöneltmiş ve yöneltecek olan bir görüştür. Atatürkçü görüşte Atatürk ilkeleri, Atatürk inkılâplarına temel oluşturan, onlara ruh veren fikir ve düşüncelerdir; bu nedenle Atatürk inkılâpları, Atatürk ilkelerinin eser haline dönüşmüş şekilleridir. Bu ilkeler Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine en kısa zamanda ulaştırabilmek için aklın ve mantığın çizdiği yollardır. Bu bakımdan Atatürk ilkelerinin felsefesinde yapıcılık yatar.  
Fikir Atatürk’te çağdaş uygarlık düzeyine erişme, Türk milletine hedef olarak gösterilmiştir. Dünyanın bugünkü şartları içinde uygarlığın gereklerine ayak uyduramayan bir milletin yaşamasına imkân yoktur. Atatürk, çağdaş uygarlık düzeyine erişme yarışında tek bir şeye ihtiyacımız olduğunu söylemiştir, o da “çalışkan olmaktır”. “Türk çocuğu! Çok zekisin, malûm; fakat zekânı unut, çalışkan ol!” sözü Atatürk’ündür.  
Fikir Atatürk’te Türk milleti, asırlardır unutulagelen millî benliğine kavuşmuştur. Millî sınırlarımız içinde, millî benliğimizi duyarak varlığımızı yükseltmeye çalışmak, Atatürk milliyetçiliğinin esasıdır. Atatürk, kendisini Türk hisseden herkesi Türk kabul etmiştir. Irkçılığı dışlayan Atatürk milliyetçiliği bütünleştirici, birleştirici, ülkede millî birliği temin edici bir milliyetçiliktir. “Ne mutlu Türküm diyene!” özdeyişiyle kalplere millî bilinci perçinleyen Atatürk, aynı zamanda insanlık ülküsünün ve insan sevgisinin de simgesidir. “Biz kimsenin düşmanı değiliz; yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız!” diyen Atatürk’tür. İşte bu insancıl yönü iledir ki bütünüyle millî nitelik taşıyan eseri, aynı zamanda bütün insanlığın hayranlığını da üzerinde toplamaktadır. 
İnsanlık değerlerine içten ve büyük saygısı olan Atatürk, yapıcısı olduğu Türk İnkılâbı’nı ifade ederken, “Bu inkılâp, yüksek bir insanî ülkü ile birleşmiş vatanseverlik eseridir. Çocuklarına bütün güzellikleri ve bütün büyüklükleri görmek ve aynı zamanda bütün sefaletlere acımak sanatını öğretmektedir” diyordu. Kendisi de yarattığı inkılâbın imanlı bir yapıcısı sıfatıyla bütün dünyaya sevgi ve dostlukla bakıyordu. 
Atatürk, bütün milletlerin karşılıklı güven ve huzur içinde yaşamalarını ister. Fikir Atatürk’te “yurtta barış, cihanda barış” esastır. “Harpçi olamam; çünkü harbin acıklı hallerini, fecaatini herkesten iyi bilirim” sözü Atatürk’ündür.  
İşte, bütün bu yol gösterici fikirleri, maddî ve manevî nitelikleriyle Atatürk, haklı olarak, milletimizin yetiştirdiği en büyük Türk sıfatını kazanmış bulunmaktadır. O, Millî Mücadele’de millî birliği kuran eşsiz bir lider, muharebe meydanlarında efsanevî bir komutan, devlet kuran büyük siyaset adamı, milletin çehresini değiştiren güçlü bir inkılâpçıdır. Bu nitelikleriyle insanlık tarihinin tanıdığı en büyük adamlardan biri olduğunda kuşku yoktur. Kahramanlık ve yüksek insanlık değerlerini en yüksek düzeyde taşıdığında, dünya tarihçileri ve fikir adamları birleşmektedir. Tarihin büyük tanıdığı şahsiyetlerle mukayesesi yapıldığı zaman türlü bakımlardan belirgin üstünlükleri göze çarpmaktadır. Bir kere bütün bu kişilere üstün tarafı, hem fikir hem hareket adamı oluşudur. Bir milletin tarihî seyrini değiştirebilecek nitelikleri ve üstünlükleri sayesinde, bir ülke askerî ve siyasî zaferlerle uçurumun kenarından kurtarılmıştır. Dünya tarihinde, her türlü imkânsızlığa karşın inandığı düşünceyi uygulama alanına dökmüş, yepyeni nitelikte bir devlet ve zinde bir millet yaratmış adam azdır. İçinde bulunduğu koşulları değerlendirmede, engelleri ortadan kaldırmada gösterdiği başarı, Atatürk’ün ayrı bir özelliğini oluşturmaktadır. Büyük Söylev’inin sonlarında, Türk gençliğine hitaben çizdiği tablo, gerçekte, kendisi mücadeleye atıldığı zaman, ülkenin içinde bulunduğu tablodur. Atatürk, en güç koşullar altında bile, her şeyin bitti zannedildiği bir zamanda bile, Türk milletine güven duygusunun kaybolmaması gerektiği gerçeğini, eseriyle kanıtlanmış bir millî kahramandır; onun için simge olmuştur, onun için bayrak olmuştur!  
Atatürk gerçeğin adamıdır; sağduyunun ve ince görüşün adamıdır. Nerde ne yaptı, neye karar verdi ise, daima en iyisini yapmış, en yararlısına karar vermiştir. Halkın eğilimlerini çok iyi sezen ve ruhlara sızmasını bilen usta inkılâpçılığı sayesindedir ki müşterek arzu ve eğilimler, kolayca millî ülkü durumuna gelebilmiştir. Giriştiği mücadelenin başından sonuna kadarTürk milletinin yüksek niteliklerine güvenmiş, kazanılan her türlü zaferin milletin eseri olduğunu söylemiştir. Bütün girişimlerinde millet sevgisine dayanmış, güçlü kişiliği ve gerçeği sezişe dayanan ikna kuvvetiyle toplumu aydınlığa götürecek lider olduğunu göstermiştir. Türk Bağımsızlık Savaşı’na ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna bayrak olan fikirleri, görüşleri ve ölmez eseriyle, etkileri ülke sınırlarını aşmış, mazlum milletlerin bağımsızlık ve hürriyet mücadelelerinde onlara da mânevî kuvvet olmuştur.  
Son söz olarak diyebiliriz ki, Atatürk’ün yaşamı, üstün kişiliği ve eseri incelendiği zaman, insanoğlu, hayranlığını gizleyememekte; bu millî kahramanı kutlamakta, bu kutsal savaşımın önünde saygı ile eğilmektedir. 
Prf.Dr.Utkan KOCATÜRK

Atatürkçü Düşüncede Çağdaşlaşma

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCEDE ÇAĞDAŞLAŞMA
Çağdaşlaşma nedir ? :

                        Çağın gelişmiş kurumlarına, gelişmiş uygarlık düzeyine ulaşabilmek için gerekli olan ekonomik,toplumsal, psikolojik,siyasal değişmeyi gerçekleştirmek demektir.
Tanımdan da anlaşılabileceği gibi çağdaşlaşma sadece ekonomik ve sanayileşme alanında değil, diğer alanlarda da yenileşmeyi amaçlamaktadır.
                        Atatürk, Türk toplumunu her sahada uygar bir toplum durumuna getirmeyi amaçlamaktadır. İnkılabı " Milletin esenliği için halk adına yapıldı" ve " Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlamı ve biçimiyle uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir " diyen Atatürk'ün çağdaşlaşma amacı budur.
Atatürk niçin çağdaşlaşma gereğini duymuş, köklü değişiklikler ve yenilikler gerçekleştirmiştir?

Türkiye'de Çağdaşlaşma Çabaları  :
                     
                       Osmanlı Devleti 1299'da kuruluşundan , XVI.yy. ortalarına kadar üç kıtaya yayılmış güçlü bir imparatorluk durumuna gelmişti. Ancak bu güçlü durumunu XVI.yy.sonlarından itibaren sürdüremedi.
                       Ortaçağ'da XV. yy.a kadar silik bir görüntü veren Avrupa'da bu yüzyılda önemli buluşlar oldu. Pusula, Barut, Matbaa Avrupa'da büyük değişiklik ve gelişmelere yol açtı ;
Pusula'nın  kullanılmaya başlaması ile coğrafi keşiflere çıkan Avrupa' ya bol altın ve gümüş kaynaklarının akması ve sömürgecilik Avrupa' yı zenginleştirdi.
Barut' un ateşli silahlarda kullanılması , Avrupa' nın siyasi yapısını değiştirerek, küçük devletçiklerin ( Feodalite)  yıkılarak yerine güçlü krallıkların kurulmasını sağladı.
Matbaa' nın kullanılması kültürel yapının gelişmesini sağladı.
Zenginleşen Avrupa çeşitli alanlara yatırım yaparak kendisini geliştirmeye başladı. Rönesans hareketleriyle aydınlanma dönemine giren Avrupa Reform hareketleriyle, Kilise'nin devlet ve toplum üzerindeki olumsuz etkilerini kırdı. Serbest düşünce ortamının gelişmesi ve ilimdeki başarılar, teknik alandaki gelişmeleri sağladı ve Avrupa Sanayi Devrimine girerek siyasi, sosyal, ekonomik yapısında çok önemli ve büyük değişiklikler meydana getirdi.
                        Büyüklüğünün gücüne ve gururuna kapılan Osmanlı Devleti bu gelişmeleri izleme ihtiyacı duymadı. XVI. yy. sonlarından itibaren, idari, askeri, mali, ilmi, toplumsal alanlarda duraklama dönemine girdi. Duraklama nedenlerini düzeltemeyen devlet gerileme ve dağılma süreçlerini yaşamak zorunda kaldı. Fransız İhtilali sonucu dünyaya hızla yayılan milliyetçilik akımı Osmanlı Devletinin parçalanmasını hızlandırdı.Avrupa'daki köklü değişme ve gelişmelerin farkına varamayan Osmanlı Devleti askeri, idari, ekonomik, toplumsal bozulmaları düzeltebilmek için , 17. ve 18. yy.larda ıslahat çalışmaları yaptı. 19.yy.da Tanzimat ve Islahat fermanlarını, yüzyılın sonlarına doğru I.Meşrutiyet ve 20.yy. başlarında ikinci meşrutiyeti ilan etti ise de yapılan çalışmalar köklü değişiklik ve gelişmeler sağlayamadı. Sonuçta çökmek zorunda kaldı.
                       Atatürk, içinde yaşadığı Osmanlı Devletini ve Avrupa' nın yapısını gerçekçi bir şekilde değerlendirebilmişti. I.Dünya savaşı sonucunda Osmanlı Devletini bölmek ve paylaşmak isteyen Avrupa' nın gelişmiş ve emperyalist devletlerine karşı kurtuluş mücadelesine girişti. Kurtuluş Savaşı sonucunda   imzalanan Lozan Barış Antlaşması ( 24 Temmuz 1923 ) Türkiye' ye bağımsızlığını ve coğrafyasını kazandırmıştı. Ancak bu coğrafyanın kalıcı olması ve yeni Türk devletinin, Osmanlı Devletinin düştüğü duruma düşmemesi için gerekli köklü yapısal değişiklik ve yenileşmeleri gerçekleştirmek gerekiyordu.

Atatürk Döneminde Çağdaşlaşma Hareketleri :

               Kurtuluş savaşının kazanılmasıyla işin bitmediğini bilen ve bağımsızlığın korunup sürdürülebilmesi için çağdaşlaşmak gerektiğinin bilincinde olan Atatürk için mücadelenin başka yönü başlıyordu.Atatürk " İstiklal-i Tam " a ulaşmak istiyordu. Atatürk şu sözleri ile neler yapılması gerektiğini açıklamaktadır :
" İstiklal-i Tam denildiği zaman bittabi siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültür, vb. her konuda İstiklal-i Tam ve Serbest-i Tam demektir.Bu saydıklarımın herhangi birinde  istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin manayı hakikisiyle bütün istiklalinden mahrumiyeti demektir. "
" Memleket behemehal asri, medeni ve müreffeh olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır."

  Siyasal Yapıda :   TBMM 'nin açılmasıyla millet egemenliğine dayalı yeni bir devlet kurulmuştu. Yüzlerce yıl yönetilmeye, yönlendirilmeye alıştırılmış Türk Halkı egemenlik hakkını elde etmiştir. Devlet rejimi olarak Cumhuriyet belirlenmiş, egemenlik kayıtsız-şartsız millete verilmiştir.Devlet yapısındaki dinsel etkiler giderilmeye çalışılmış, yapay olarak kullanılan Halifelik'e son verilmiştir.

 Demokraside :   Çok Partili yaşama geçiş denemeleri yapılmıştır.

 Hukuksal Alanda :  Devletin hukuksal yapısı laikleştirildi. Saltanat, Halifelik, Şer'i ye Vekilliği vekilliği kaldırıldı. Tevhid-i Tefrisat Kanunu kabul edildi, Tekke ve Zaviyeler kapatıldı. Anayasa' ya laiklik hükmü kondu. Türk Medeni Kanunu kabul edildi.

Eğitim ve Kültür Alanında :  Tevhid-i Tedrisat Kanununun kabulü ile eğitim ve öğretim kurumları devlet denetimine alındı. Eğitimde fırsat eşitliği sağlandı. Çağın ihtiyaçlarına cevap verebilme özelliğini kaybeden medreseler kapatıldı. Yeni Türk Harfleri kabul edildi. Millileşme , çağdaşlaşma, okullaşma çabaları arttı. Türk Dili ve Türk Tarihinin geliştirilmesi için kurumlar oluşturuldu. Milli kültürü geliştirerek , yaygınlaştırma çabaları.

Toplumsal Yaşamda :  Tekke, Zaviye, Türbelerin kapatılması. Kıyafette değişiklik, Soyadı Kanununun kabulü. Takvim, saat, ölçülerde değişiklik.

Ekonomik Alanda : Milli Ekonomi ilkesinin kabul edilerek, ülkenin yeraltı ve yer üstü kaynaklarının , güçlü devletlerin boyunduruğu altına girmeden değerlendirilmesi çabaları. Tarım, Sanayi, Madencilik, Bayındırlık,Ulaştırma, Sağlık ve Tıp alanında.

Askeri Alanda :  Türk ordusu ve Milli Savunmanın güçlendirilmesi için yapılan çalışmalar.
  
                               Atatürk, döneminde yapılan köklü değişiklik ve yenilik hareketlerini  " Biz büyük bir İnkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp, yeni bir çağa götürdük " şeklinde açıklamaktadır.

Atatürkçü Düşüncede Çağdaşlaşma Özellikleri :

                        " Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket, devamlı bir istikameti muhafaza etti. Biz daima Şark'tan (Doğudan )  Garb'a  ( Batıya)  yürüdük "
                         Evet, Atatürk,  Osmanlı siyasal, sosyal, hukuksal, kültürel, estetik hayat biçimi ve kurumlarını değiştirirken batıya yönelmiştir. Çünkü bunlar belirli bir uygarlığın ürünüdür. Atatürk'ün deyişiyle ülkeler çeşitlidir fakat uygarlık birdir. Bu uygarlık ise batı'da vardır.
Atatürk'ün batılılaşmaktan amacı çağdaşlaşmaktır. Batıyı taklit etmek değildir. Körü körüne batılılaşma değildir.Kurtuluş mücadelesini  verdiği batıya yönelmesinin temelinde  çağdaş uygarlık düzeyi vardır. Batı'ya rağmen batılılaşmaamacında taklitçilikten uzak Muasır Medeniyet içinde kendi değerleri ve kurumları ile çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış bir Türkiye vardır.
                         Batı uygarlığının temelinde yatan düşünce özgürlüğüdür. Bu duruma Türkiye'nin de ulaşması batı uygarlık seviyesine Türkiye'yi de ulaştıracaktır. Atatürk bilim zihniyetinin, inkılapların temelinde yatan esas olması yanında onların korunması ve geliştirilmesi için de " Dünya'da her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için  en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve Fennin dışında mürşit aramak gaflettir,cehalettir, delalettir " sözleriyle çağdaşlaşmada  izlenecek yolu göstermektedir.
                         Çağdaşlaşırken, milletin, devletin kimliğini, özbenliğini kaybetmemesi önemle dikkat edilecek bir noktadır. Günümüz dünyasında sıcak savaşların sayısı azalırken, asıl savaş alanı ekonomik ve kültürel alanlarda olmaktadır.
Atatürkçü çağdaşlaşma anlayışında milli ve manevi değerler korunup geliştirilirken, çağla bütünleşmek esastır.
" Biz Garb ( Batı ) medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz, onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz "

" Her ulusun kendine özgü geleneği, kendine göre ulusal özellikleri vardır. Hiçbir Ulus, ne kendini benzettiği ulusun aynı olabilir, ne kendi ulusal bütünlüğünde kalabilir, bunun sonucu hiç kuşkusuz düş kırıklığıdır "

"Dünya'nın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize, ulusal varlığımıza, bu saygıyı duyguda, düşüncede, açıkça bütün davranış ve tutumumuzda göstermemiz gerekir. Bilelim ki ulusal benliğini bulamayan uluslar başka uluslara av olurlar "

" Biz doğrudan doğruya milletseveriz ve Türk Milliyetçisiyiz. Cumhuriyet'in dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri ne denli Türk kültürüyle yoğrulursa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet'te güçlü olur. "
sözlerinden anlaşılabileceği gibi, Atatürk'ün çağdaşlaşma çabasında taklitçilik yoktur.

                         Atatürkçülük, gerçeklere dayanan,evrensel ağırlıklı, geleceğe yönelik, birbiri ile uyumlu amaçlar, uygulamalar ve ilkeler bütünüdür. Bu  içeriği ile yeniliğe açık, dinamik özelliği ve bütünlüğü olan birbirini tamamlayan bir düşünce sistemidir. Bağımsız milli devleti,
milli egemenliği, kişi özgürlüğünü ve her çağda çağdaş olmayı amaçlar ve akla ve bilime dayanır. Atatürk'ün çağdaşlaşma anlayışı özelliklerinden biri de çağdaşlaşmanın sürekli olmasıdır. Çağdaşlaşmanın sürekliliği konusunda da şunları söylemektedir:
" Efendiler, uygarlık yolunda başarılı olmak yenileşmeye bağlıdır. Toplumsal yaşamda, ekonomik yaşamda, bilim ve teknik alanda başarılı olmak için tek ilerleme ve yükselme yolu budur. Yaşam ve geçime egemen olan kuralların zaman ile değişmesi, ilerlemesi ve yenileşmesi zorunludur. Uygarlığın buluşları, teknik harikaları, dünyayı değişmeden değişmeye uğrattığı bir dönemde yüzyıllık köhne düşüncelerle, mazi severlikle varlığı koruyup, sürdürmek olasılığı yoktur. "

" Efendiler bugüne değin elde ettiğimiz başarılar bize ancak ilerleme ve uygarlığa doğru bir yol açmıştır. Yoksa ilerlemede ve uygarlıkta hedefe ulaştırmış değildir. Bize ve torunlarımıza düşen görev bu yol üzerinde hiç şaşkınlaşmadan yürümektir. "

"Uygarlık öyle güçlü bir ateştir ki ona yabancı olanları yakar, mahveder "

" Uygar olmayan kimseler, uygar olanların ayakları altında kalmakla karşı karşıyadır."

" Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak, yaşamak için baş koşuldur "

Sonuç :

              Atatürk dönemi  Türk çağdaşlaşması uygarlığa giden yolu açmıştır. Yeni Türk Devleti, yapısı ve görünümüyle mazlum milletlere önderlik etmiş, onlara örnek olmuştur.  Atatürk'ün gösterdiği hedef muasır medeniyet seviyesidir, hatta onun üzerine çıkmaktır. Bunun gerçekleşebilmesi çağdaşlaşmanın sürekliliğiyle mümkündür. Osmanlı Devleti yeniliklere kapalı kaldığı için çökmüştür. Türkiye Cumhuriyeti bu duruma düşmemek için yenilikleri sürdürmeye devam etmek mecburiyetindir. Uygarlık sürekli gelişmektedir. Çağa uyum sağlayabilme, bu gelişmeyi izlemekle mümkündür. Uygarlaşamamış devlet ya da milletlerin durumlarının perişanlığı göz önündedir.
            Milli Benliğini koruyup geliştirebilen ve çağla bütünleşebilen bir Türkiye, gelişmiş, uygarlaşmış devletlerin arasında yerini alabilecektir. Atatürkçülük, dinamik bir ulusal ideolojidir. Onu durağanlıktan, doğmacılıktan kurtaran, yaşayan, yaşatacak olan, çağın gerisinde bırakmayacak olan inkılapçılıktır.


Kaynaklar :
1- Düşünceleriyle Atatürk, A.İnan, Türk Tarih Kurumu, 1983
2- Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 1,19
3- TC İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük , M.K.Su, A.Mumcu, 1988
4- Türkiye'de Çağdaşlaşma Hareketleri, N.Berkes.

Hazırlayan :          Soner BARDAKÇIOĞLU
                               Tarih Öğretmeni