“Batı Avrupa’da Charlemagne imparatorluk tacını giydiği tarihlerde, Avrupa’nın doğusunda, Kafkasya ile Volga arasında Hazar İmparatorluğu adı altında tanınan bir Musevi Devleti hüküm sürüyordu ...” sözleriyle başlayan Arthur Koestler’in 13. Kabile adlı eserini, tarihin en muhteşem ve en gizemli konularından biri hakkında eşi bulunmayan bir eser olarak niteleyebiliriz. Koestler Hazarlar üzerine araştırma yapmış bütün tarihçilerin eserlerini birbirleriyle karşılaştırıp son derece akılcı bir yaklaşımla, unutulmuş veya unutturulmuş olan bu tarihi çözümleyerek günümüzü anlamaya çalışıyor ve belli tabuları zorluyor. Günümüz Musevilerinin çoğunluğunu oluşturan Aşkenazların etnik kökenlerinin Sami ve İbrani olmadığını, Ben-i İsrailoğullarının 12 kabilesinin dışından Türk kökenli Hazarlar’dan yani bir 13. kabileden geldikleri iddialarını ispatlıyor. Üstelik de dünya üzerindeki Musevilerin ezici çoğunluğunun Aşkenaz olmaları oldukça düşündürücü. XV. ve XVI. yüzyıllara kadar Hazarlar üzerine oldukça ihtiraslı tartışmalar yapılmış olmasına rağmen sonra uzun bir zaman tamamen ortadan kalkmış olduğunu görüyoruz. XX. yüzyılın kinci yarısında tekrar alevlenmekle beraber, her ne kadar sadece konulara vakıf kısıtlı çevrelerde polemik konusu olduysa da çeşitli “resmi tarih”lere de ters düştüğü için olmalı, hiçbir zaman yeterince medyatikleşmediğine şahit oluyoruz.
Hazar’lar Türk kökenliydiler, güçlü bir medeniyete sahiptiler ve bilinmeyen sebeplerden dolayı Museviliği resmi din olarak kabul etmişlerdi. Hazar Denizi ile Karadeniz arasında V. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar hüküm süren Hazarlar bir soykırıma uğramadan tarih sahnesinden çekildiler. Onlardan kalan izler neler? Kimdiler? Musevilik tarih boyunca İbranilerden başka hiçbir kavim, hiçbir millet tarafından kabul görmediği halde ve diğer tek Tanrılı dinlerin tam tersine İsrailoğulları kendi dinlerini başkalarına ne dayatarak, ne de gönül rızasıyla hiçbir zaman yayma çabası göstermemiş olmalarına rağmen, nasıl oluyor da bu kuralın tek istisnasını bir Türk kavmi oluşturuyor? Acaba bugünkü Doğu Avrupa Musevilerinin önemli bir kısmının kökeni Hazarlardan mı geliyor? Nazilerin soykırımına uğrayan “İsrailoğulları”nın ataları aynı zamanda da arî ırkın beşiği olan Kafkasya’da ortaya çıkan bu 13. kabileden mi geliyorlar? Arthur Koestler’e göre “antisemitizm” bu verilere göre anlamını yitiriyor. Koestler, “bu tez aynı zamanda hem cellatların hem de kurbanların ister istemez içine düştükleri trajik bir yanılgıyı ortaya koyuyor, belki de tarihin en acı yanılgısını” demekten kendini alamıyor. Sonuç olarak, Arthur Koestler’in belgelediği gibi, Hitler’in Yahudi soykırımında Macaristan, Polonya ve Rusya’da yaşayan Hazar Türklerinin torunları ne yazık ki nasibini aldı ve toplama kamplarına gönderilerek yokedildi.
Batı Avrupa’da Charlemagne’ın imparatorluk tacını giydiği tarihlerde, Avrupa’nın doğusunda, Kafkasya ile Volga arasında Hazar İmparatorluğu adıyla tanınan bir Musevî Devleti hüküm sürüyordu. Altın çağına VII. ve X. yüzyıllarda erişen bu devlet, ortaçağ Avrupa’sının, dolayısıyla modern Avrupa’nın da biçimlenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bunun en fazla farkında olanların başında, aynı zamanda da iyi bir tarihçi olarak tanınan Bizans İmparatoru VII. Konstantin Porphyrogenitos (901-959) geliyordu. “De Cerimoniis-Törenler Kitabı” adlı eserinde, Roma’daki Papa’ya ya da Batı Roma İmparatoru’na gönderilecek bir mektup için iki sikkelik altın damga yeterken, Hazar kralına gönderilecek bir mektuba ancak üç sikkelik altın damga gerekir diye bir not düşmüştü. Bunun bir iltifattan çok bir realpolitik gereği olduğunu anlıyoruz. IX. yüzyılda, Bizans İmparatorluğu için büyük bir olasılıkla Hazar Kağan’ının önemi, Charlemagne ve onun soyundan gelenlerinkinden daha az değildi hattâ belki de daha fazlaydı. Uzun bir süre, doğudaki en güçlü devletler olan Bizans ve Abbasiler’le boy ölçüşebilecek Hazarlar’dan başka bir güç bulunmuyor.
Etnik yapı açısından Türkler’den oluşan Hazar ülkesi, Hazar denizi ile Karadeniz arasında, zamanın büyük güçlerinin ısrarla denetimleri altına almaya çalıştıkları ve son derece hayatî ticaret yollarının kesiştiği bir bölgede yer aldığı için önemli bir stratejik konumdaydı. Bizans açısından bir tampon devlet rolü oynuyor ve Doğu Roma İmparatorluğu’nu, önce Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, daha sonra da Vikingler ve Rûslar gibi kuzey steplerinin amansız savaşçı barbar kavimlerinin istilâ tehlikesinden koruyordu. Bizans diplomasisi açısından olduğu kadar Avrupa tarihi açısından da önem taşıyan noktaysa, Hazarların güneyden bir çığ gibi gelen Arap istila dalgalarını durdurup püskürtmesi ve Arap akınlarının İran üzerinden Orta Asya’ya doğru yönelmesine sebep olmasıdır. Batıdan ilerleyerek Avrupa’yı istila eden Arap ordularının Fransa’da Poitier bölgesinde Charles Martel tarafından zorlukla durdurulabilmesine karşın, doğu cephesinde Hazarlar Doğu ve Orta Avrupa’nın Araplarca istilasını engellemişler ve onlara Kafkasya kapılarını kapamışlardı.
Tarihin bu çok az bilinen bölümü hakkında Hazar tarihinin en önemli uzmanlarından biri olan Prof. D. M. Dunlop(1) 1954’te yazdığı “The History of Jewish Khazars” adlı kitabında şöyle der: “Hazarlar olmasaydı Doğu’daki Avrupa uygarlığının kalesi olan Bizans, Arapların karşısında çok uzun süre dayanamazdı. Büyük bir ihtimalle bunun doğal sonucu olarak Hıristiyan ve İslâm dünyalarının tarihi de bugünkünden çok daha farklı olurdu”.
Hazar Türkleri’nin Arap akınları karşısında böylesine bir zafer kazanmasının yarattığı yankıların bir sonucu olarak, ilerde V. Konstantin adıyla tahta çıkacak olan Bizans prensi, bir Hazar prensesi ile evlendi. İmparatoriçe Irena adını alacak bu prensesin İstanbul’a getirdiği giysiler saray çevresinde öylesine hayranlık yaratıp moda oluyor ki bunlara “Tzitzakion” adı veriliyor; bu sözcük de prensesin kendi isminden geliyor; “Çiçak” [yani günümüz Türkçesindeki çiçek, ç.n.]. Bu evlilikten doğan ve de Hazar lâkabını taşıyarak imparator olan IV. Leon, 775-780 tarihleri arasında hüküm sürecekti.
Hazar Kağanı’nın gücünün VIII. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nun Kafkasya üzerinden geçen ticaret yollarının Müslüman akınlarına karşı güvenliğini sağlamaktan öte, Bizans’ın saray entrikalarına müdahale edip imparator tayin edilmesinde rol oynayacak kadar arttığını savunan Dunlop’un ifadesinde hiçbir abartma payı yok.(2)
Hazarlar, şamanlığı bırakıp Musevî dinini kabul ediyorlar
Bir süre sonra, 740 tarihinde, Hazar İmparatoru ve saray çevresi başta olmak üzere tüm yönetici ve askerî sınıf, Musevî dinini kabul ettiler ve çok geçmeden de bu yeni din, Şamanlığın yerine resmî din sıfatını aldı. Bugün bile böyle bir olay nasıl çarpıcı ve olağanüstü gözüküyorsa o zaman da bu kararın aynı şekilde şaşırtıcı olduğunu Bizans, Arap, Rus ve İbranî kaynaklardan saptamak mümkün. Çağdaş Macar tarihçisi Anthal Bartha’nın 1968’de yazdığı ve VIII ila IX. yüzyıllardaki Macar toplumunu inceleyen bir eserinde birkaç bölüm Hazar Türklerine ayrılmış bulunuyor. Bu yüzyıllarda Macarlar Hazarların himayesinde olmalarına rağmen, kitapta Hazarların Musevî dinini kabul etmelerine sadece bir paragrafta değinmesi yazarın bu tarihi olgu karşısında ne derece rahatsızlık duyduğunu sezinlemek için yeterli:
“Fikir tarihiyle ilgili sorunlar konumuz dışında olmasına rağmen Hazar krallığının devlet dini meselesine dikkat çekmek zorundayız. Musevî dini toplumun yönetici sınıflarının kabulü ile resmi din oluyor. Etnik olarak Yahudi olmayan bir halkın Museviliği din olarak kabul etmesi doğal olarak ilginç spekülasyonlar yaratabilir. Bizans’ın Hıristiyanlığı yayma misyonuna karşı olduğu kadar Arapların İslamî yayılmacılığına da bir çeşit meydan okuma mahiyetinde olan Hazarların din değiştirmeleri, üstelik de sözünü ettiğimiz iki imparatorluğun siyasal baskıları altında olmasına rağmen Musevilik gibi, tektanrılı bir din olmakla beraber hiçbir dış siyasal desteğe sahip olmayan, tam tersine her tarafta baskılara uğrayan bir dini kabul etmeleri bu konularda araştırmalarda bulunan tüm tarihçileri hayretler içerisinde bırakmıştır. Hazarların bu seçimlerinde güttükleri amaç siyasal bağımsızlık iradesinin ifadesinden başka bir şekilde açıklanamaz”.
Hazarların uygarlığı bir göçebe kültüründen ibaret değil
Hunlar’ın yani Atilla’nın, ordularıyla Avrupa’yı tehdit etmesi tarih sahnesinde sadece 24 seneye tekabül eder (372-453). Devlet ömrünün bu kadar kısa sürmesini, Batılı tarihçiler, Hunlar’ın göçebe bir halk olmasıyla açıklıyorlar, o zaman aynı şekilde göçebelerden oluşan ama 4 yüzyıl yaşayan Hazarlar için neden aynı gerekçe geçerli olmamıştır? Hazarlar’ın yaygın konut tipi, başlangıçta çadır olumuşsa da son derece büyük yerleşim merkezleri ve devamlı gelişim gösteren bir toplum yapıları vardı. Kısa bir sürede yarı yerleşik hayata geçmişlerdi ve göçebe savaşçı kabileler, hayvancılığın yanı sıra tarım, bağcılık, balıkçılık, ticaret ve sanatkârlıkla da uğraşıyorlardı.
Sovyet arkeologların yaptıkları araştırmalarda elde ettikleri bulgulara göre Hazarlar, Hunlar’dan daha farklı olarak çok ileri bir medeniyet seviyesine erişmişlerdi. Kilometrelerce alanlara yayılan geniş köy veya kasabalar, son derece geniş ağıl ve ahırlara galerilerle bağlı olan evler bulundu. Bulunan at arabaları, gündelik eşyalar, kemer tokaları, eyer ve koşum parçaları gelişmiş bir zanaatkârlığın izlerini taşıyordu. Arkeologlar geç devirdeki dört köşe yapılardan daha alt seviyelerde ise yuvarlak ev tipleriyle karşılaştılar bu da çadırdan geçişin bir işaretiydi. O devirlerdeki Arap kaynakları, Hazarlar’ın yarı göçebe bir hayat yaşadıklarını, başkent İtil’de bile sadece kış aylarında yaşadıklarını belirtiyorlar. Baharla birlikte bozkırlara, ovalara gidiyorlar, belki de sadece şehir dışındaki bağ ve bahçelerinde kurdukları çadırlara yerleşiyorlardı.
Bu kazılarda elde edilen diğer çok önemli bulgular da bize VIII. yüzyıldan itibaren Hazarların kuzey sınırlarını korumak için karmaşık yapıda seri kalelerden oluşan bir sur sistemi oluşturduklarını gösteriyor. Bu ilginç sistemin tamamı bir yay şekli oluşturuyor ve geri savunma dayanağının Kırım üzerine yaslandığını görüyoruz. Böylece Donetz ve Don nehirlerinin havzalarını geçip Volga’ya kadar uzanan bu savunma düzeninin en güneyinde yer alan Kafkas dağlarının da doğal bir duvar oluşturduğunu ve batıda Karadeniz, doğuda da “Hazarların Denizi”yle bu savunma sistemini tamamladığı ortaya çıkıyor. Anlaşılan bu tarihlerden itibaren Hazarlar açısından tehlike oluşturan esas askerî tehdit, güneyden çok kuzeyden gelmeye başlıyor(3).
Sovyet arkeoloğu M. I. Artamanov’a göre; “Hazarlar IX. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinde, buralardaki bozkırlarda ve Dinyeper nehrinin geniş ormanlık bölgelerinde rakipsiz bir üstünlüğe sahiptiler. Yaklaşık bir buçuk asır boyunca Doğu Avrupa’nın güney yarısını hakimiyetleri altına almışlardı ve Asya ile Avrupa arasındaki en önemli doğal geçitlerden biri olan Ural Hazar hattını tamamen denetimleri altında tutuyorlardı. Bu dönemde doğudan gelen göçebe kabilelerin de tüm akınlarını durdurdular.”
Hazarlar üzerine olan kaynakların çoğunluğunun onları düşman olarak gören ülke tarihçileri tarafından yazılmış olması nedeniyle, özellikle de o devirdeki Arap, Gürcü veya Ermeni tarihçilerin eserlerine temkinle yaklaşılması gerekir; Hazarlar üzerine yazan Arap tarihçilerin eserlerinde gerek İbn Sait el Magrebî’nin gerek aynı zamanda bir seyyah olan İbn Fazlan’ın kitaplarında düşmanca ve yukardan bakan bir hava hakimdir. Sadece coğrafyacı Istakri eserinde AkHazar’ların çarpıcı güzelliğinden söz eder. İbn Said al Magrebi yaşanan toprakların en kuzeyinde, yedinci iklimde yaşayan Hazarların ülkesinin soğuk ve rutubetli olduğunu ve bunun sonucu olarak insanların uzun boylu, beyaz tenli, mavi gözlü, uzun ve genellikle kızıl saçlı ve soğuk tabiatlı olduklarını yazıyor ve kısaca vahşî bir görünüşe sahip oldukları sonucunu çıkartıyor. Doğal olarak bir asır süren ve Araplar için başarısızlıkla biten savaşların ardından, bir Arap tarihçisinden sevecen bir yaklaşım beklenmez herhalde. Bir Gürcü vakanüvis Hazarların kutsal kitaplarda sözü edilen Yecüc ve Mecüc’ler(4) olduğunu iddia ederek onların çirkin, kan içici, vahşî hayvan sürülerinden farksız olduklarını yazıyor. Bir Ermeni yazar ise; tiksindirici derece çirkin suratları, kirpiksiz gözleri ve kadınlar gibi omuzlarına inen kızıl saçları olan korkunç Hazar sürülerinden söz ediyor.
Türk adı belli bir etnik grubu belirlemese de V. yüzyıldan itibaren batıya doğru göç eden Ural-Altay dil gurubuna dahil çeşitli etnik gurupları ortak olarak “Türk” diye adlandırmak adet oldu. Bu adı takan Çinliler, bir ırktan çok, belli bir dili tanımlıyorlardı. Bu noktadan hareketle, Hunları ve Hazarları da Türk olarak tanımlayabiliriz. Hazarların konuştuğu lehçenin bugünkü Çuvaşların diline yakın olduğu sanılıyor. Çuvaşlar kendilerinin Hazarlara çok yakın bir dil konuşan eski Bulgarlardan geldiklerini iddia ediyorlar. Hazar kelimesiyse Türkçe gazar; gezer yani göçebe kelimesinden geliyor(5).
Hazarlar ile ilgili ayrıntılı ciddi belgeler nadir ve çoğunlukla ikinci elden yani aktarma bilgilerden oluşuyor. İki büyük istisnayı, Abbasi döneminde diplomatik bir misyona katılan İbn Fazlan’ın eseriyle, Endülüs Emevileri devrinde Halife III. Abdürrahman’ın dışişleri bakanı konumundaki Hasday İbn Çiprut’la Hazar kralı Jozef arasındaki yazışma oluşturuyor.
İbn Fazlan’ın eseri Hazarlar üzerine cılız bilgiler vermekle birlikte o zamanki Hazarlar ve onların hakimiyetindeki diğer Türk toplulukları konusunda eşi bulunmayan ayrıntılara sahip. Bulgarlar ve Oğuzlar başta olmak üzere çeşitli kavimler ve coğrafyalar üzerine, ayrıntılı bilgi ediniyoruz. Komşularına göre Hazarların çok daha modern bir yaşamları olduğunu öğreniyoruz. Hazarlar’ın sulama kanalları açtıklarını ve daha ılıman iklimden gelen Araplar’da bile hayranlık yaratacak derecede geniş ve verimli tarım, bağ ve bahçecilik yaptıklarını İbn Fazlan’dan başka el-İstarkî, el-Masudî ve İbn Havkâl da kaydediyor.
Ancak ana zenginlik kaynağının yine de dış ticaret olduğunu, beş bin kişilik, üç bin hayvanlık kervanlardan söz edilmesinden anlıyoruz. Hazarların denetimleri altında tuttukları ve geçen bütün mallardan, köleler de dahil olmak üzere %10 vergi aldıkları yollar hem Urallar üzerinden Orta Asya’yı Volga ile güneye, Karadeniz’e bağlıyor, hem de Kafkasya üzerinden Ermenistan, Gürcistan ve Bizans’a giden yollarla birleşerek bir kavşak oluşturuyor. Ayrıca Hazarların Macarlar, Bulgarlar, Oğuzlar gibi kendilerine tabi olanlardan aldıkları vergileri de eklersek ne derece önemli bir gelire sahip olduklarını kestirmek pek güç olmaz. Ek olarak, bu zenginlikleri koruyabilmek için gerekli olan, o ölçüde güçlü ve hatırı sayılır bir askerî güce ve yetenekli vergi tahsildarlarına, gümrükçülere sahip oldukları sonucunu çıkartabiliriz.
Derbent-nâme adlı Farsça bir eser Hazar ülkesindeki, yerleri hâlâ belirlenememiş, zengin altın ve gümüş madenlerinden söz etmektedir. Öte yandan bir çok kaynak Bağdat’ta, İstanbul’da, İskenderiye’de, Samara ve Fergana’da Hazar tacirlerinden ve mallarından söz etmektedirler. İbn Havkal, Hazar kralının ordusunda dört bin kişilik bir Harzemli Müslüman muhafız alayı olduğunu yazıyor ve İslâm ülkelerindeki savaşlardan ve baş gösteren veba salgınlarından ötürü göçler olduğundan söz ediyor. Bizans ordusunda da son derece yüksek maaş alan gayet seçkin bir Hazar alayı olduğunu biliyoruz.
Hazarların ilk başkentlerinin Kuzey Kafkasya eteklerindeki Balancar kalesi olduğu sanılıyor. Daha sonra başkent kuzeyde, Volga üzerinde, Budapeşte’yi anımsatır bir şekilde kuruluyor; nehrin iki yakasına kurulan bu yeni şehrin batı yakasi İtil veya İdil, doğu yakası da Hazaran diye anılıyor, bazı kaynaklarda ise sanki iki ayrı şehirmiş gibi geçiyor. Batı yakada Kağan ile bütün yönetici ve soylular yaşıyor, doğu kesimde de değişik dinlerden Hazarlar ve onlara tabî diğer milletlerden oluşan bir nüfus yaşıyor. Arapların Heredot’u olarak anılan el-Masudî “Altın Çayırlar” adlı eserinde şehirde yedi tane hakim bulunduğunu, bunlardan ikisinin Hazarlar için Musevî, ikisinin Müslüman, ikisinin Hıristiyan ve birinin de Şaman olduğunu yazıyor. Bu şehir adalet ve güvenlik açısından çok rahat olduğu için yerleşmiş çok sayıda Müslüman tacir olduğunu, biri büyük olmak üzere birkaç cami ve okul olduğunu ilave ediyor. X. yüzyılda bu yazılanları Musevî Ansiklopedisi de doğruluyor ve Hazarlar maddesinde; “Batı Avrupa’da anarşinin, cehaletin ve yobazlığın kol gezdiği bir dönemde, liberal ve adil bir yönetime sahip olduğundan Hazar Krallığı’nın gurur duyması doğaldı” diyor. Gerçekten de Hazarlar, Batı Avrupa’dan olduğu kadar Bizans İmpratorluğu’ndan ve ilk dönemdeki İslâm dünyasından da daha hoşgörülü bir yönetime sahiptiler. Ancak bilhassa Arap kaynaklarını incelediğimiz zaman genelde düşmanca bir bakış olmasına rağmen yine de gizli bir hayranlık seziliyor, Arap tarihçiler, Hazarlar, Oğuzlar veya Bulgar’daki toplumsal yaşamdaki hoşgörü, düşünce özgürlüğü, şüphecilik, siyasal hayatta görece demokratik bir yapının hakimiyeti ve hiyerarşiye kör bir bağlılığın olmayışını kendi açılarından çarpıcı örneklerle aktarıyorlar(6). Mükemmel bir gözlemci olan Ahmet ibn Fazlan’ın seyahatnamesinnde yazdığına göre; Hazarlar iki yüzyıldan beri Museviliği kabul etmişlerdi ancak diğer göçebe soydaşları olan Bulgarlar, Oğuzlar ve Türkler daha hâlâ Hazarların eski dini olan Şamanlığa bağlıydılar.
Hazarların din seçimi ve jeopolitik dengeler
Hazarlar din olarak Museviliği seçtiklerinde, zaten zengin ve güçlü bir konumda olduklarından, herhangi bir ekonomik çıkar peşinde olmadıkları açıktır. Siyasal açıdan bakarsak VIII. yüzyılın Hıristiyan ve İslâm ülkelerin oluşturduğu bir ideolojik kutuplaşmaya sahne olduğu görülüyor. İnsanlık tarihinde ilk kez tektanrılı dinlerin rekâbetiyle, dinin, klasik bir propaganda aracı olarak siyasal ve askerî yayılma politikalarının emrine girdiğini görüyoruz. Hazarlar müttefik ya da rakip olarak bir üçüncü güç oluşturmakla birlikte Müslümanlığı veya Hiristiyanlığı kabul ettikleri takdirde bu tercihin kendilerini Bizans’ın veya Bağdat’ın kültürel hakimiyeti altına sokabileceğinin bilincine varmışlardı. Zaten siyasî beklentilerin simgesi olan hanedan evlilikleri, askerî ittifaklar, diplomatik nezaket misyonları, ortak çıkarları gözeten kapsamlı anlaşmalar, din değiştirme yönünde doğrudan veya dolaylı ısrarlara vesile oluyordu.
Hazar Kağanı da Şamanlığın artık yeni tektanrılı dinlere göre anakronik kaldığını ve teokratik imparatorluklarda hükümdarın elindeki hukukî ve ruhanî güce karşın, kendisine tâbi olan onca bozkır halkını sadece askerî güçle elinde tutabildiğinin ve bunun da artık gitgide yetersizleştiğinin farkındaydı. Ancak haklı olarak, kıskaçı altında bulunduğu her iki dinden birini kabul etmesinin de siyasal bağımsızlığının sonunu getireceğini düşünüyordu. Dolayısıyla görünüşte her iki dinin de saygın geçmişini oluşturan ve siyasal hiçbir kuşkuya yer vermeyecek olan bir üçüncü tektanrılı dini kabul etmenin daha mantıklı bir karar gibi görünmesi doğaldı.
Tarihi incelerken bazı gelişmelerin son derece rasyonel olarak değerlendirilebilmesi kolaydır, ancak olayların oluştuğu dönemlerde sıcağı sıcağına böylesine pragmatik kararlara varılabilmesi, tarihte eşi nadir görülen olağanüstü bir zekâ gerektirir(7).
Hazarların inanç konusundaki bu hoşgörülü yapısı gerek Bizans’ta gerek İslâm dünyasında baskı gören tüm Yahudiler için sürekli, güvenle sığınılabilecek bir çekim alanı oluşturdu(8). Tarihi boyunca Hazarların ülkesi gördüğümüz gibi Museviliğe geçmelerinden önce olduğu kadar, sonra da, önce baskılardan kaçan Yahudilere bir sığınma ülkesi, sonraları da tam anlamıyla bir ulusal merkez (foyer national) oluşturdu. Daha gelişmiş kültürlerden gelen yeni mülteciler, şüphesiz, daha evvel sözünü ettiğimiz gibi Arap tarihçilerini hayrete düşüren bu kozmopolit ve hoşgörülü havanın oluşmasında önemli bir rol oynadılar. Yeni gelenler beraberlerinde Bizans’ta icra ettikleri sanat ve mesleklerini, işbilirliklerini, tarım ve ticaret bilgileriyle beraber İbrani alfabesini de getirdiler(9).
Hazarların Yahudiliği seçmelerine dair belgeler
Bu din değiştirmenin hangi şartlarda ve tam olarak nasıl olduğu konusu biraz efsaneleşmiş olmakla birlikte Arap ve İbrani kaynaklarında bazı temel belgeler bulunmaktadır. Masudî’nin yukarıda değindiğimiz eserinin sonunda bu konuda yazarın daha evvelce bir başka kitap daha yazmış olduğu anlaşılıyor. Bu eser ortadan kaybolmuş olmakla birlikte kaynak alınarak daha sonra kaleme alınan iki başka eser mevcud.
İlki, 1327’de Muhammed Dimaskî’nin kaleme aldığında yazar; Harun Reşit devrinde, Bizans imparatorunun Yahudiler’i göçe zorladığını, Hazarların ülkesine gelen bu göçmenlerin orada “Çok akıllı ancak yeterli eğitimden yoksun bir halk bulduklarını ve onlara kendi dinlerini bahşettiklerini, onların da bu dini kendilerininkinden daha üstün bulduklarını ve kabul buyurduklarını” yazıyor. Daha detaylı bir hikâye içeren el-Bekrî’nin “Hükümdarlıklar ve Yollar Kitabı” adlı eserinde de başka hiçbir yerde rastlanmayan bir hikâye anlatılıyor. “Önceleri putperest olan Hazarların kralının Yahudi dinini kabulü şöyle olmuştur. İlk önce Hıristiyanlığı kabul etti. Sonra bunun sahteliğini anladı ve yardımcısı, (Bey) komutanıyla kafasını iyice meşgûl eden bu konuyu incelemeye başladı. Bey de ona dedi ki: “Hükümdarım, kutsal kitaplara inananlar üç guruba ayrılır. Çağır hepsinin bir temsilcisini, burada davalarını savunsunlar, sen de gerçeğe sahip olana inancını bağlarsın.”
Bunun üzerine Hıristiyan ülkesinden bir piskopos getirirler. Ancak kralın yanında son derece akıllı ve belagât sahibi haham varmış ve kurnazlıkla piskopozu tartışmada çıkmaza sokmuş. Ona demiş ki; “Hey gidi Ümran oğlu, Musa ve ona gönderilen Tevrat için ne dersin?” Piskopos bu soruya, “Musa Yüce Allahın peygamberidir ve Tevrat’ın yazdığı her şey doğrudur” diye cevap vermiş. Bunun üzerine haham krala dönerek “Bak benim dinimin hak dini olduğunu kabul etti bile, şimdi kendi dinince neye inandığını sor ona” demiş. Kralın sorusuna papaz “Ben de İsa’nın Mesih olduğuna, Meryem’in oğlu olduğuna, onun Kelâm’ının da Allahın adına sırları açıkladığına inanıyorum” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Yahudi de Hazarların kralına, “Benim tanımadığım bir doktrini savunuyor, halbuki kendisi benim inandıklarıma inanıyor” demiş. Piskopos da sözlerine inandırıcı hiçbir delil ibraz edememiş. O zaman kral bir de Müslüman din adamı çağırtmış, bunun üzerine ona büyük bir bilgin yollamışlar ama Haham bir kiralık katil tutup daha yoldayken onu zehirletip öldürtmüş. Böylece Yahudi, kralı kendi dinine çekmeyi başarmış ve Hazarlar da Musevî olmuşlar.”
Bu hikâyede Arap tarihçilerin kendileri için acı olabilecek hapı yenilir yutulur bir hale getirmeye çalıştıkları yorumunu yapabiliriz. Eğer Müslüman bilgin de gelip tartışmaya katılsa aynı tuzağa düşmesi kaçınılmazdı zira Hıristiyanla birlikte her ikisi de Tevrat’ın gerçekliğine inandıklarını beyan edecekler ama iş İncil ile Kur’an’a gelince her ikisi de ikiye bir oyla kaybedeceklerdi. Kral, sembolik olarak her üç dinin de temelini oluşturan ana doktrine inanmaya hazır, ancak ileri safhada ortaya çıkan rakip doğmalara katılmıyor. Ayrıca profesör Bury’nin altını çizdiği önemli bir nokta da, Hazar kralının sarayında, din değişikliğinden önce bile Musevîlerin zaten güçlü bir yeri olması: Hıristiyan ve Müslüman din adamı uzaklardan getirtilirken Yahudi din adamı orada hükümdarın yanıbaşında hazırdır(10).
Bu konuda elimizde bulunan en ciddi Arap kaynağı -sonradan Musevî kaynağı olarak da karşımıza çıkar-, “Hazar Yazışması” adı altında bilinen, İbranice yazılmış, Kurtuba’daki Endülüs Emevi Halifesi’nin bakanı Hasday ibn Çiprut(11) ile Hazar kralı Josef arasındaki (daha doğrusu her ikisinin sekreterleri tarafından kaleme alınmış olan) yazışmadır. Yazıdan anlaşıldığına göre İran’dan, Horasan’dan gelen tacirlerden Hasday ilk kez bağımsız bir Yahudi krallığının varlığını duyar. Bu hikâyeyi ilk olarak şüpheyle karşılar ama yine de meraklanır ve Bizans diplomatik misyon üyelerine bu konuyu sorar. Diplomatlar tacirlerin verdiği haberi doğrulamakla kalmayıp Hazar krallığı üzerine ayrıntılı bilgi de verirler; hattâ o sıra tahtta olan kralın adının Josef (Yasef) olduğunu bile söylerler. Hasday da bunun üzerine bu krala bir mektup yollamaya karar verir. Mektubunda kral Josef’e Hazar devleti, halkı, hükümeti üzerine bir sürü soru yöneltir ayrıca da onların Filistin’den geldiklerini sandığı için, oniki kabileden hangisinden olduklarını öğrenmek ister. Bu kabilelerin çoğu kaybolduğu için Hasday belki de bunlardan biri olduklarını sanıyordu. Yahudi kökenden gelmediği için Josef bu kabilelerden hiç birisine mensup değildi.
Josef cevabında Hasday ibn Çiprut’a iki yüz sene önce vuku bulan Musevîliğe geçişin hangi şartlarda ve nasıl olduğunu anlatır. Son derece ilginç olan bu yazıda kral Josef, “atası Bulan Han’ın güçlü bir fatih olduğu gibi aynı zamanda da büyük bir bilge kişi olduğunu, ülkesinden büyücüleri ve putperestleri kovduğunu, bundan sonra da ona rüyasında bir meleğin görünüp tek bir Tanrıya iman göstermesini, bunu yaparsa Tanrı’nın da onu, soyunu ve halkını kutsayıp varlıklarını kıyamete kadar sürdüreceği, düşmanlarına da aman vermeyip, onlara türlü zorluklar yaratacağı vaadinde bulunduğunu” yazar.
Buraya kadar yazdıkları Kitab-ı Mukaddes’teki Tekvin (Génèse) bölümünden açıkça esinlenmiş olduğundan Hazarların da Hz. İbrahim soyundan olmamakla birlikte kendilerini “seçilmiş halk” olarak gördükleri sonucunu çıkartabiliriz. Ancak Josef’in mektubu buradan sonra birden bire özgün bir niteliğe yöneliyor. “Yüce Yaradan’a hizmet etmeye hazır olan Bulan ancak bir istekte bulunuyor ve Tanrım sen benim kalbime, duygularıma, düşüncelerime vakıfsın ve sana nasıl inandığımı ve güvendiğimi biliyorsun, ancak başında olduğum halk kâfir bir kafa yapısındadır ve bilmem ben onları tek başıma inandırabilir miyim? Sana yalvarırım bana gönderdiğin meleği bana destek olması için benim Büyük Prensime de gönder”... “Bulan’ın duasını kabul eden Tanrı isteğini yerine getirir ve Büyük Prens rüyayı gördüğü gecenin sabahı hemen Kağan’ı bulur ve anlatır...” Kutsal kitaplarda, İbrani olsun İslâmi olsun böyle rızası alınacak bir Prens konusu bulunmamaktadır. Burada anlatılan Hazar Devletindeki iki başlı yönetim adetidir. Hazarlarda Kağan hükümdardır ve ikinci yönetici Bek (Bey) veya Büyük Prens denen hem Başbakan hem de Başkomutan konumundaki yardımcısıdır. Belki de aslında Bulan, bu Büyük Prens’ti çünkü Arap ve Ermeni kaynaklarına göre 731 (Yahudiliğin kabulünden bir-iki sene önce) tarihinde Kafkasya’ya askerî sefere çıkan Hazar ordusunun komutanın adı Bulhan’dır.
Tanrı ondan bu sefer bir tapınak yaptırtmasını ister o da fazla zengin olmadığını söyleyince Melek onu Kafkasya’ya Daryal ve Erdebil’e sefer eylemesini orada yeterince altın bulabileceğini öğütler. Burada da Hazarların bir süre Kafkasya’daki altın ve gümüş madenlerini ele geçirdiklerini yazan Arap ve Ermeni kaynaklarıyla kesişen bilgiler var. Bu seferden sonra ilk tapınak yapılır. Bu olaylardan iki yüzyıl sonra yazılan mektupta olayların efsanelerle karıştığı görülüyor.
Mektubun devamından Kralın ve Bey’in Yahudiliği kabul etmeleri duyulunca hem “Adom” kralının (Bizans İmparatoru) hem de İsmaelim’lerin kralının (Bağdat Halifesi) Hazar’lara elçiler gönderip kıymetli armağanlar ve bilgin din adamları gönderdikleri anlaşılıyor. Her iki taraf da Hazarlar’ın temsil ettikleri gerçek dine imân etmelerini amaçlıyorlar. Burada yukarda el-Masudî’den Arap versiyonunu okuduğumuz o önlü teolojik tartişma sahnesi anlatılıyor (tek fark Müslüman din bilginin de hazır olması). Her bilim adamı kendi dininin tanıtımını yaptıktan sonra Kral onlara ayrı ayrı kendi dininin dışında hangi dinin gerçeğe en yakın olduğunu soruyor ve Yahudilik az farkla kazanıyor, bu da aynı zamanda tarafsızlığın zaferi oluyor.
Bu yazışmadan çıkan sonuç Hazarların Yahudiliği yavaş yavaş ve kademeli olarak kabullendikleri, bu olaydan iki kuşak sonra bir reform hareketinin olduğu yönünde. Tek Tanrı’yı kabul eden hükümdarın büyücüleri ve putperestleri kovduktan sonra bu Tanrının Yahudi mi, Müslüman mı yoksa Hıristiyan mı olacağına hemen karar vermediğini de öğreniyoruz. Belki de Bulhan’ın kabul ettiği sadece Kutsal kitaba dayalı ilkel ve basit bir Musevîlikti ve dinî edebiyatı (İslâmdaki değişik imamların kitaplarındaki öğretiler gibi) ve tefsiri kapsamıyordu. Bu şekliyle de VIII. yüzyılda İran’da ortaya çıkan kısa sürede doğuda yayılan Karay mezhebine çok yakındı(12). Zaten Karayların da en yoğun oldukları yerlerden biri “Küçük Hazarya” denen Kırım’dı.
Dunlop ve diğer çağdaş tarihçiler genellikle 740-800 yılları arasında yani Bulhan’dan reformu yapan kral Obadia’ya kadar Hazarlar’ın bir çeşit Karay inancında olduklarını ve bu reform hareketiyle Ortodoks Yahudiliğin başladığını kabul ediyorlar.
Elimizdeki bu belgelerden bir asır sonra İspanya Musevîlerinin en büyük şairi kabul edilen Yehuda Halevî’nin (1085-1141) Arapça olarak yazdığı sonradan İbraniceye çevrilen “Kitab al-Khazarî” ve alt başlığı, “Deliller Kitabı ve Hor Görülen İman’ın Savunması” olan kitabının büyük bir bölümünün Kuzarilere (Hazarlar) ayrıldığını görüyoruz. Halevî bu eserinde Yahudi halkının Tanrıyla kulları arasında ayrıcalıklı bir arabuluculuk misyonuna sahip olduklarını ve en sonunda bütün ulusların Musevî dininde birleşeceklerini savunuyordu ve bunun ilk işaretini de Kuzarilerin Yahudiliği kabulünde buluyordu.
1170-1185 yılları arasında Doğu Avrupa’yı ve Anadolu’yu gezen bir Alman Yahudisi olan seyyah Rastibonlu Reb Petaşya, “Sibub Ha’olam / Dünya Çevresine Seyahat” adlı kitabında Kırım’ın kuzeyinde rastladığı Hazar Yahudilerinin Musevîliklerini eleştiriyor ve bunu onların heretik Karay inançlarına bağlıyordu.
Musevî kaynakların genelde çelişkili yaklaştıklarını gözlemliyoruz; XII. yüzyıldaki bir başka gezgin olan Toledolu Benjamin, İstanbul’da ve İskenderiye’de Hazar ileri gelenleriyle görüştüğünü, Halevî’nin çağdaşı İbrahim Ben Davut, Toledo’da Hazar kökenli öğrenciler gördüğünü aktarıyor. Büyük ilâhiyatçılardan biri olan Saadiyah Gaon (882-942) eserlerinde birçok kez Hazarlara değinir ve Mezopotamyalı bir Hiram’ın (Doğu Yahudiliğinde din adamları hiyerarşisinde Halife’ye yakın bir ünvan) Hazarların ülkesine yerleştiğinden söz eder. XI. yüzyıldaki kendisi de Karay olan bir başka Yahudi yazar, Yafet ibn Ali, Hazarlardan söz ederken aynı ırktan gelmedikleri için onlar hakkında “mamzer-melez veya piç” kelimesini kullanır. Çağdaşı Jacob ben Ruben ise Hazarlar için “Yahudi milletinin sürgündeki yegâne boyunduruk taşımayan ve kimseye haraç ödemeyen ulu cengâverleri” diye söz eder.
Gördüğümüz gibi Musevî kaynaklar Hazarların Yahudiliğini coşku, şüphe ve özellikle büyük bir hayretle karşılıyorlar. Neredeyse bu olayda kağanın kararı, Mesih’in gelmesinden çok daha sıradışı olarak yorumlanıyor.
Hıristiyan kaynak olarak da Westfalya’da Katolik bir keşiş olan Christian Druthmar d’Aquitaine’nin belirsiz bir tarihte (864’ten önce) yazmış olduğu “Exposito in Evangilium Mattei / Havari Mattehus’un İncil’inin açıklaması” adlı kitabının bir yerinde “Gökkubbenin altında, Hıristiyanların olmadığı uzak bir memlekette Hun soyundan olan Yecüc Mecüc adındaki halkların yaşadığı bir yerde, Gazariler diye bir millet vardır ki; onların hepsi sünnetlidirler ve de Yahudiliği tam olarak yerine getirirler” diye bir ibare vardır. Druthmar’ın Yahudi Hazarlar hakkındaki bilgisi bu kadarken Bizans İmparatoru çok tanınmış bir misyoneri onları Hıristiyanlaştırmak için görevlendirmişti. İlerde Slavların Havarisi olacak olan Selânikli Kiril, adını taşıyacak olan bir alfabeyi de hazırlayacaktı. Ağabeyi Metod’la birlikte Patrik Fotius’un(13) tavsiyesi üzerine İmparator III. Michael tarafından Hıristiyanlaştırma misyonuyla görevlendirilmişti.
Slavlar arasında başarıyla sonuçlanan bu misyon, tarihten öğrendiğimize göre Hazarlar arasında sonuçsuz kalıyor. Kiril’in Kırım üzerinden Hazar ülkesine giderken Kerson’da 6 ay kalıp İbranice öğrenip misyonunu hazırladığını, Don nehri ve Volga üzerinden İtil’e kadar uzanan Hazar yolundan geçip Kağan’ın huzuruna ulaştığını, Hazarların teolojik (alışık oldukları için) tartışmalara öyle kolaylıkla pabuç bırakmadıklarını, ancak birkaç kişiyi razı edip vaftiz edebildiğini ama Kağan’ın kendisini sevdiğini ve iyi niyet işareti olarak iki yüz Hıristiyan esirini serbest bıraktığını “Vita Konstantini / Konstantin’in yaşamı”(14)adlı kitabından öğreniyoruz.
Hazarların sonu
Altın çağını gördüğümüz gibi VIII. yüzyılda yaşayan Hazarlar’ın(15), Halife ordularına karşı kazandıkları kesin zaferden sonra güney sınırlarının artık güvence altına girdiğini, Araplarla ilişkilerinin neredeyse karşılıklı bir saldırmazlık paktına dönüştüğünü, Bizans’la olan ilişkilerininse çok daha dostane bir seviyede olduğunu görüyoruz.
830 veya 833 tarihinde Kağanın ve Bekin Bizans imparatoru Teodosius’a bir heyet gönderip ondan, aşağı Don havzasında bir kale yapımı için gerekli mimar ve teknik eleman istemesi bize Hazarlar’ın yeni bir tehlikeden kuşkulandıklarını gösteriyor. İmparator olumlu cevap verir ve derhal Karadeniz’e bir donanma gönderir. Bizanslılar Azak Denizi’nden Don nehrine girip oradan kuzeye Hazarlar’ın istediği sratejik mevkiye kadar ilerler ve Hazarlar’ın belirlediği yerde bir kale inşa eder. Böylece Sarkel şehri(16) de kurulmuş olur. Hazar-Bizans ittifakının bu ortaklaşa çabası, yeni bir tehlikeye işaret eder; bu, batıda Normanlar veya Vikingler diye anılan, doğuda ise Varegler veya Rûslar olarak adlandırılan savaşçı kuzey barbarlarının istilâ tehlikesidir(17).
A. Toynbee “Constantine Porphyrogenitus and his world” adlı eserinde “IX. yüzyıl, Doğu Roma ve Hazar İmparatorlukları için, sürekli olarak Rûslar’ın topraklarını ele geçirdikleri bir yüzyıl olmuştur. Skandinavların yağmaladıkları, fethettikleri ve kolonize ettikleri alan en sonunda güney doğu Amerika kıyılarından Hazar Denizi’ne kadar uzanan muazzam bir çember oluşturdu” diyor. Üstelik bu ejderhâ başlı küçük gemileriyle nehirlerden gelen Viking tehlikesine karşı koyma çabalarında Hazarlar’a şükran borcu olanların sadece Bizanslılar olmadığını yine kral Josef’in Hasday ibn Çiprut’a yazdığı mektuptan öğreniyoruz: “Yüce Tanrı’nın yardımıyla nehirlerin ağzını kolluyorum ve kayıklarıyla gelen Rûslar’ın, Arap topraklarını istilâsına izin vermiyorum... Onlara karşı çok çetin mücedeleler veriyorum”.
Bizanslıların Rûs adını verdikleri, Arap kronikçilerin Vareg olarak adlandırdıkları Viking kabileleri, Toynbee’ye göre İsveçce kürekçi anlamına gelen Rodher kelimesinden türemiş, Arapların kullandığı Vareg ismini de Rûs kronikçiler aynı zamanda Skandinavlar için kullanıyorlar; Baltık Denizi’nin o zamanki Rusça adı Varegler deniziydi. Bu Rûs-Varegler Vikinglerden bile daha gariptiler, aynı zamanda korsan, haydut ve ahlâksız tacirdiler, ticareti bile kılıç ve balta zoruyla yaparlardı. Altın karşılığında kürk ve amber satarlardı ama esas işleri Slav köle ticaretiydi. McEvedy’nin bu konuda kanısı şöyle; “Varegler garantili alışverişten hoşlanmazlar, ancak karşısındakileri yenemedikleri zaman düzgün ticarete tenezzül ederlerdi, bu kuzeyli kahramanlar kan dökerek elde ettikleri altını tercih ederlerdi.” Güneye doğru yelken açtıklarında Rûs-Vareg ticaret filoları aynı zamanda da askerî filoydular onların geldiklerini görenler bu tacirlerin ne zaman savaşçıya dönüşeceklerini kestiremezdi. El-Masudî 912-913’te Hazar Denizi üzerinden gelen bir istilâda her biri yüzer kişi taşıyan en az 500 geminin olduğunu belirtiyor. Abartma payı olsa bile yine de sayılar akla yakın zira Rûslar Karadeniz’e ilk defa inip (860) İstanbul’u kuşattıklarında 200-300 gemiyle gelmişlerdi.
Sarkel kalesinin yapımından sonra bir buçuk asır boyunca ticaret anlaşmaları, karşılıklı elçi göndermeler ve son derece kanlı savaşlar birbirini takip etti. Zamanla bu kuzeyliler yerleşik düzene girdiler, idareleri altına aldıkları Slavlarla karıştılar, Bizans’ın misyoner faaliyetleri sonucu Hıristiyanlaştılar ve giderek tamamen Slavlaştılar. X. yüzyılın sonlarında Rûslar, Rus olmuşlardı. Soylular Slavlaşmış Skandinav isimleri kullanıyordu; Hrörekr, Rurik olmuştu, Helgi ise Oleg, Helga Olga’ya dönmüştü, Ingvar’sa Igor’a vs... Bu isimleri 945’te Bizans’la bir ticaret anlaşması imzalayan Prens Ingvar-Igor’un yanındaki katılanlar listesinden öğreniyoruz. Prens Ingvar’la Prenses Helga’nın oğullarının adı ise Svyatoslav gibi artık tamamen Slav hale geliyor. Varegler de böylece zaman içerisinde kuzeyli özelliklerini iyice kaybedip Rus tarihinde eriyip kayboluyorlar.
Arap tarihçiler bu Varegleri o kadar garip ve vahşi buluyorlar ki onları tasvir ederlerken bile bir sayfa sonra çelişkiye düşüyorlar. Ancak kimi daha çok vahşiliklerini, kimi de pisliklerini ön plana çıkarıyor. Savaşçılıklarında ise hepsi hemfikir; İbn Rusta “Bu iri yarı ve cesaretli adamlar açıklık bir alanda saldırırsa kimse ellerinden kurtulamaz.” diyordu.
Hazarlar Sarkel’in yapımını tam zamanında öngörmüşlerdi. Rûsların ilk ortaya çıkmalarından sonra bir asır boyunca, özelikle Bizans’a yöneldiklerini Hazarlarla daha çok ticarî ilişkide olduklarını görüyoruz. Arada sırada sürtüşmeler küçük çarpışmalar olsa bile Hazarlar yolları denetim altında tutup gelen geçen mallardan da %10’luk gümrük vergilerini almaya devam ediyorlar. Bu arada bütün vahşilikleriyle beraber karşılaştıkları bütün halklardan işlerine yarayan bilgileri aldıkları ve safça etkilendiklerini de görüyoruz. İtil’de Rûs tacirlerin oturduğu bir mahalle olduğu gibi Kiev’de de bir Hazar mahallesi vardı. İbn Rusta Novgorod’u anlatırken krallarını Rûs Kağanı diye adlandırdıklarını, Rûs Kağanın da ordunun başına kendisini temsil etmek üzere bir komutan tayin ettiğini yazıyor. Böyle bir adet kesinlikle ne Slavlarda ne de Vikinglerde hiç raslanmayan bir durum olduğundan bunun tek açıklaması Hazarlar’ın iki başlı yönetimini model almaları olabilir.
Hazarlar’la Varegler arasındaki ticari ve kültürel ilişkilerin yoğunluğu Varegler’in Hazarların topraklarına doğru yayılmalarını engellemedi. Sarkel’in yapımından 25 sene sonra, Rûs kronikleri 859 yılında Baltık’la Urallar arasında kalan Slav boylarının Varegler’le Hazarlar arasında yarı yarıya paylaşıldığını belirtiyor. Hazarlar’a bağlı olan, Dinyeper üzerinde bir kilit oluşturan Kiev ise üç yıl sonra Varegler’in eline geçiyor. Kısa bir süre sonra da Kiev, Novgorod’u gölgede bırakıp, Varegler’in başkenti olur ve “Rûs şehirlerinin anası” olarak anılacak olan ilk Rûs devletine de adını verir. Josef’in mektubunda kendisine bağlı yerleri sıralarken Kiev’in adı geçmiyordu. Ancak şehirde ve bölgede hatırı sayılır bir Yahudi Hazar topluluğu yaşıyordu. Hazar devletinin ortadan kalkmasından sonra yeni göçlerle bu Yahudilerin sayıları da gitgide artar. Rûs kroniklerinde birçok defa “Zemlya Jidovskaya”dan (“Yahudi ülkesi”nden) Kiev’e gelen kahramanlardan söz edilir.
860 yılının Haziran ayında İmparator III. Michael ordusuyla Araplara karşı sefere çıktığı sırada, İstanbul’dan aldığı garip haberler üzerine yarı yoldan dönmek zorunda kalır. İki yüz gemiyle Karadeniz’den Boğaz’a giren bir Rûs donanması çevredeki köyleri, manastırları, yağmaladıktan sonra Adalar’a yerleşmişlerdi, üstelik Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Akdeniz’den gelen Vikingler’le birleşince Bizans’ı büyük bir tehlikeye düşürmüşlerdi. Tarihçiler batıdan gelenlerin başındaki Jutland’lı Rurik’le Karadeniz’den gelenlerin lideri Novgorod’lu Rurik’in aynı kişi olduğunda görüş birliği içindeler. A.Toynbee’ye göre tarih boyunca Ruslar İstanbul’u ele geçirme imkânına hiçbir zaman bu kadar yaklaşamayacaklardı. İstanbul’un çevresindeki tüm garnizonlar imparatorun seferine katıldığından şehirdeki halk moral çöküntüsüne uğramış ve dehşete düşmüştü. İmparatorun son anda yetişmesi İstanbul’u Vikinglerin eline düşmekten kurtardı.
Bizans diplomasisi Hazarların bu yeni rakipleri karşısında kısa zamanda ikili oynama taktiğine girdi ve ancak kaçınılmaz olduğunda savaş yoluna başvurdu. Genelde yumuşak davranarak ve günün birinde bu barbarları Hıristiyanlaştırmak umudunu yitirmeden sabırla bekledi. İki yüzyıl Bizans-Rûs ilişkilerinde birbirini izleyen savaş ya da dostluk anlaşmalarıyla geçti(18). Polaklar, Macarlar, Skandinavlar, hattâ o en uzaktaki İzlandalıların bile Hıristiyanlaştıkları dönemde Rûslar da Hıristiyanlığı kabul edip İstanbul Patrikhanesi’nin dümen suyuna girdiler.
Ortaya çıkan bu yeni tablo karşısında Hazarlar birden bire marjinal bir durumda kaldılar. İstanbul’la Kiev’in giderek yakınlaşması İtil’in önemini azaltıyordu. Hazarlar’ın Bizans-Rûs ticaret yollarındaki varlığı ve aldıkları %10 gümrük resmi, gitgide artan ticaret hacmi de göz önünde bulundurulursa Hazarlar artık hem Bizans hazinesine hem de Rûs cengâver tacirlerine gitgide rahatsızlık vermeye başlamıştı.
Bizans’ın eski müttefiklerine karşı olan tutumlarındaki değişimin ilk işareti Kırım’daki Kerson limanını Bizanslılar’ın Hazarlar’a sormadan Rûslar’a bırakması oldu. Yüzyıllar boyu Hazarlar ve Bizanslılar bu önemli limanı elde tutabilmek için birlikte savaşmışlardı. Prens Vladmir 987’de Kerson’a el koyduğunda Bizans protesto bile etmedi. Bury’e göre artık büyük bir güç olmaya başlayan Rûs devleti ile barış ve dostluğun karşılığında bu bedel Bizans için fazla pahalı görülmüyordu.
Bu limanın kurban edilmesi belki savunulabilirdi ancak ardından Hazarlar’la olan ittifakın da kurban edilmesi, kısa vadeli kısır bir politikanın eseriydi(19). İlerleyen tarih Rûslar’a olduğu kadar Bizans’a da bunun bedelini acı bir şekilde ödetti ancak en ağır ve en acımasız son, Bizanslılar’ınki oldu.
Devletin ortadan kalkmasından sonra Hazarların akıbeti
Bu konuda bütün kaynaklar son derece zayıf. Buna rağmen elimizde birçok bilgi bulunuyor. Bazı kaynaklar ortaçağın sonuna doğru Kırım’a, Litvanya’ya, Ukrayna’ya, Polonya’ya ve Macaristan’a göçeden Hazarlar’ın oralarda oluşturdukları yerleşim merkezlerini işaret ediyorlar. Bu bölük pörçük veriler yine de bize belli bir global tablo çizmek imkânını tanıyor. Kabileler halinde bir Hazar göçünün olduğu ve bunun da özellikle başta Polonya olmak üzere Rusya ve diğer Doğu Avrupa memleketlerine dağıldığını anlıyoruz. Polonya’da modern çağın başından beri Yahudilerin en yoğun şekilde yerleşik olduklarını gözönünde bulunduran birçok tarihçi Doğu Avrupa’daki Musevilerin önemli bir bölümünün, bazılarına göre de ezici çoğunluğunun Samî kökenli olmayıp, Hazar kökenli oldukları varsayımını savunuyorlar. Üstelik Hazar Yahudilerinin Polonya Yahudilerine dönüşmeleriyle ne bir kimlik kaybı söz konusu ne de geçmişle olan bağların kaybedilmesi. Polonya ve Litvanya’daki tipik taşra yerleşim merkezleri olan Shtetl’lar muhtemelen XIII. yüzyılda Hazar ülkesindeki pazar-kent (kasaba) yerleşimlerinden gelmektedir. Köylerle şehirler arasında bir basamak oluşturmaktadır. shtetl’den shtetl’e dolaşan hikaye anlatıcıları, müzisyenler aynı şekilde eski Türk adetlerinden gelmektedir [Meddah ve aşık gibi, ç.n.]. Polonya Yahudileri’nin en iyi at arabası yapanlar olmaları da eski göçebelikten kalan bir Hazar geleneği olmalı. Araba yapan ustaya İbranice “ba’al agalah” denir. Bu kelime de çaya “blagula” olarak geçmiştir. Aynı şekilde tahta, deri, kürk işleri ve bu malların ticareti, değirmencilik hancılık için de durum aynıdır.
Ayrıca geleneksel kıyafetlerde de pek çok ipucu bulmak mümkün. Yiddishlerde giyilen ipek kaftan Tatarlarınkine benzer, başa takılan takke “yarmolka” Özbeklerinki gibidir, üstüne giyilen tilki veya samur kürkten “streimel” ise Kazak başlıklarına “Börk”lere benzer. XIX. yüzyıla kadar kadınların taktıkları sarık şeklindeki başlık da aynı Türkmen veya Kazak kadınların giydiği “Cauluk”un eşidir. Geleneksel bayram yemeği olan “Sazan dolması / gefillte fisch” de Hazar Denizi kıyılarından kalan eski bir adet değil mi?
Bir başka önyargı da Batı Avrupa’dan Doğu’ya sürülen Yahudiler’in sayısıdır. Tarihî kaynakları incelersek bunun hiçbir zaman yoğun bir göç dalgası oluşturmadığını görürüz. Ren nehrini aşarak Polonya’ya gelen Yahudiler’in sayısı Almanya’daki ortaçağdaki Yahudi cemaatlerinin boyutunu göz önüne alırsak son derece azdır. Doğu Avrupa’daki Yahudiler’in esas menşei büyük ölçüde Hazar ülkesidir. Bir başka argüman da Yidish dilinin kökenindeki Alman diyalektinin menşeidir, ancak yapılan araştırmalar sonucunda hiçbir Yahudi yerleşimi olmamış olan Doğu Alman lehçelerden kaynaklandığı anlaşılmıştır. Yidish dilini Almanya’dan gelen Yahudilerin Polonya’ya taşıdığı savı yanlıştır. Ancak Polonya’ya yoğun olarak XIV. yüzyılda yerleştirilen Alman kolonların sayesinde olmuştur.
Böyle bir varsayımın sonuçları çok ileriye gidebilir ve bu bize bazı tarihçilerin neden bu konulara son derece ihtiyatlı yaklaştıkları veya geçiştirip gözardı ettikleri hakkında bir fikir verebilir. Musevilik Ansiklopedisi’nin(20) 1973 yılındaki baskısında yukarıda alıntı yaptığımız Prof. Dunlop’un kaleme aldığı “Hazarlar” maddesinde, yayın kurulunun sonradan yazdığı başka bir bölüm ise sadece krallığın yıkılmasından sonrasına değinir. Bunun sebebi de okuyucuyu fazla heyecandırıp “Tanrı tarafından seçilmiş ulus” dogmasına karşı içinde bir şüphe uyanmasına imkân vermemektir:
“Anadilleri Türkçe olan Kırım, Polonya veya Litvanya’da yaşayan Karaylar, soylarının Hazarlar’dan geldiğini iddia ediyorlar, folklorik ve antropolojik bazı veriler de anadillerinde olduğu gibi bu iddiaları doğrular gözüküyor. Avrupa’da sürekli bir şekilde Hazarların soyundan gelinmesi konusunda son derece ciddi veriler olduğu sanılıyor.”
Yahudiler’in Hazar kökenliliğinin en radikal savunucularından biri olan, Tel Aviv Üniversitesi Ortaçağ Yahudi Tarihi uzmanı Prof. A. N. Poliak, birinci baskısı 1944’te ikincisi 1951’de yapılan “Khazaria” adlı eserinin giriş bölümünde şöyle diyor:
“Hazarların Yahudiliğiyle diğer Yahudi cemaatlerinin ilişkilerileri sorunundan ziyade bu Yahudiliğin (Hazar) Doğu Avrupa’daki büyük Musevî topluluklarının çekirdeğini oluşturduğu sorunu üzerine yeni bir anlayış içerisinde yaklaşmak gerekmektedir. Bu topluluğun torunları da, gerek halâ oralarda yaşayanlar olsun, gerek Amerika’ya veya başka ülkelere göçenler hattâ İsrail’e gidenler olsun günümüzde dünya üzerindeki Yahudiler’in en büyük çoğunluğunu oluşturmaktadırlar.”
Bu satırlar yazıldığı tarihlerde Nazilerin gerçekleştirdiği holocauste’un gerçek boyutları daha tam olarak bilinmiyordu. Ancak bu da o kadar önemli değildi zira hayatta kalan ve İsrail’i kuran Yahudiler’in çoğunluğunu Doğu Avrupa’dan gelenler yani Hazar kökenliler oluşturuyordu. Bu da bu Yahudiler’in atalarının Ürdün nehri kıyılarından değil de Volga kıyılarından, Kenan ülkesinden değil de aynı zamanda Arî ırkın kökünün geldiği Kafkasya’dan geldiklerini, genetik açıdan da Hunlarla, Macarlar’la, Uygurlar’la olan akrabalıklarının Hz. İbrahim, Hz. İshak veya Hz. Yakup’tan daha yakın oldukları anlamına geliyordu. Böyle bir durumda da “antisemitizm”in bir anlamı kalmıyordu. Yavaş yavaş tarihin karanlıklarından gün ışığına çıkan Hazarlar’ın tarihi belki de gelmiş geçmiş en büyük, en acımasız ve en trajik bir yanılgının ifadesiydi.
Arthur KOESTLER *
* 1905’te Budapeşte’de doğdu. Daha sonra İngiliz vatandaşı oldu. 20. yüzyılın bu büyük yazarı 1983’te öldü.
Hazar’lar Türk kökenliydiler, güçlü bir medeniyete sahiptiler ve bilinmeyen sebeplerden dolayı Museviliği resmi din olarak kabul etmişlerdi. Hazar Denizi ile Karadeniz arasında V. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar hüküm süren Hazarlar bir soykırıma uğramadan tarih sahnesinden çekildiler. Onlardan kalan izler neler? Kimdiler? Musevilik tarih boyunca İbranilerden başka hiçbir kavim, hiçbir millet tarafından kabul görmediği halde ve diğer tek Tanrılı dinlerin tam tersine İsrailoğulları kendi dinlerini başkalarına ne dayatarak, ne de gönül rızasıyla hiçbir zaman yayma çabası göstermemiş olmalarına rağmen, nasıl oluyor da bu kuralın tek istisnasını bir Türk kavmi oluşturuyor? Acaba bugünkü Doğu Avrupa Musevilerinin önemli bir kısmının kökeni Hazarlardan mı geliyor? Nazilerin soykırımına uğrayan “İsrailoğulları”nın ataları aynı zamanda da arî ırkın beşiği olan Kafkasya’da ortaya çıkan bu 13. kabileden mi geliyorlar? Arthur Koestler’e göre “antisemitizm” bu verilere göre anlamını yitiriyor. Koestler, “bu tez aynı zamanda hem cellatların hem de kurbanların ister istemez içine düştükleri trajik bir yanılgıyı ortaya koyuyor, belki de tarihin en acı yanılgısını” demekten kendini alamıyor. Sonuç olarak, Arthur Koestler’in belgelediği gibi, Hitler’in Yahudi soykırımında Macaristan, Polonya ve Rusya’da yaşayan Hazar Türklerinin torunları ne yazık ki nasibini aldı ve toplama kamplarına gönderilerek yokedildi.
Batı Avrupa’da Charlemagne’ın imparatorluk tacını giydiği tarihlerde, Avrupa’nın doğusunda, Kafkasya ile Volga arasında Hazar İmparatorluğu adıyla tanınan bir Musevî Devleti hüküm sürüyordu. Altın çağına VII. ve X. yüzyıllarda erişen bu devlet, ortaçağ Avrupa’sının, dolayısıyla modern Avrupa’nın da biçimlenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bunun en fazla farkında olanların başında, aynı zamanda da iyi bir tarihçi olarak tanınan Bizans İmparatoru VII. Konstantin Porphyrogenitos (901-959) geliyordu. “De Cerimoniis-Törenler Kitabı” adlı eserinde, Roma’daki Papa’ya ya da Batı Roma İmparatoru’na gönderilecek bir mektup için iki sikkelik altın damga yeterken, Hazar kralına gönderilecek bir mektuba ancak üç sikkelik altın damga gerekir diye bir not düşmüştü. Bunun bir iltifattan çok bir realpolitik gereği olduğunu anlıyoruz. IX. yüzyılda, Bizans İmparatorluğu için büyük bir olasılıkla Hazar Kağan’ının önemi, Charlemagne ve onun soyundan gelenlerinkinden daha az değildi hattâ belki de daha fazlaydı. Uzun bir süre, doğudaki en güçlü devletler olan Bizans ve Abbasiler’le boy ölçüşebilecek Hazarlar’dan başka bir güç bulunmuyor.
Etnik yapı açısından Türkler’den oluşan Hazar ülkesi, Hazar denizi ile Karadeniz arasında, zamanın büyük güçlerinin ısrarla denetimleri altına almaya çalıştıkları ve son derece hayatî ticaret yollarının kesiştiği bir bölgede yer aldığı için önemli bir stratejik konumdaydı. Bizans açısından bir tampon devlet rolü oynuyor ve Doğu Roma İmparatorluğu’nu, önce Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, daha sonra da Vikingler ve Rûslar gibi kuzey steplerinin amansız savaşçı barbar kavimlerinin istilâ tehlikesinden koruyordu. Bizans diplomasisi açısından olduğu kadar Avrupa tarihi açısından da önem taşıyan noktaysa, Hazarların güneyden bir çığ gibi gelen Arap istila dalgalarını durdurup püskürtmesi ve Arap akınlarının İran üzerinden Orta Asya’ya doğru yönelmesine sebep olmasıdır. Batıdan ilerleyerek Avrupa’yı istila eden Arap ordularının Fransa’da Poitier bölgesinde Charles Martel tarafından zorlukla durdurulabilmesine karşın, doğu cephesinde Hazarlar Doğu ve Orta Avrupa’nın Araplarca istilasını engellemişler ve onlara Kafkasya kapılarını kapamışlardı.
Tarihin bu çok az bilinen bölümü hakkında Hazar tarihinin en önemli uzmanlarından biri olan Prof. D. M. Dunlop(1) 1954’te yazdığı “The History of Jewish Khazars” adlı kitabında şöyle der: “Hazarlar olmasaydı Doğu’daki Avrupa uygarlığının kalesi olan Bizans, Arapların karşısında çok uzun süre dayanamazdı. Büyük bir ihtimalle bunun doğal sonucu olarak Hıristiyan ve İslâm dünyalarının tarihi de bugünkünden çok daha farklı olurdu”.
Hazar Türkleri’nin Arap akınları karşısında böylesine bir zafer kazanmasının yarattığı yankıların bir sonucu olarak, ilerde V. Konstantin adıyla tahta çıkacak olan Bizans prensi, bir Hazar prensesi ile evlendi. İmparatoriçe Irena adını alacak bu prensesin İstanbul’a getirdiği giysiler saray çevresinde öylesine hayranlık yaratıp moda oluyor ki bunlara “Tzitzakion” adı veriliyor; bu sözcük de prensesin kendi isminden geliyor; “Çiçak” [yani günümüz Türkçesindeki çiçek, ç.n.]. Bu evlilikten doğan ve de Hazar lâkabını taşıyarak imparator olan IV. Leon, 775-780 tarihleri arasında hüküm sürecekti.
Hazar Kağanı’nın gücünün VIII. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nun Kafkasya üzerinden geçen ticaret yollarının Müslüman akınlarına karşı güvenliğini sağlamaktan öte, Bizans’ın saray entrikalarına müdahale edip imparator tayin edilmesinde rol oynayacak kadar arttığını savunan Dunlop’un ifadesinde hiçbir abartma payı yok.(2)
Hazarlar, şamanlığı bırakıp Musevî dinini kabul ediyorlar
Bir süre sonra, 740 tarihinde, Hazar İmparatoru ve saray çevresi başta olmak üzere tüm yönetici ve askerî sınıf, Musevî dinini kabul ettiler ve çok geçmeden de bu yeni din, Şamanlığın yerine resmî din sıfatını aldı. Bugün bile böyle bir olay nasıl çarpıcı ve olağanüstü gözüküyorsa o zaman da bu kararın aynı şekilde şaşırtıcı olduğunu Bizans, Arap, Rus ve İbranî kaynaklardan saptamak mümkün. Çağdaş Macar tarihçisi Anthal Bartha’nın 1968’de yazdığı ve VIII ila IX. yüzyıllardaki Macar toplumunu inceleyen bir eserinde birkaç bölüm Hazar Türklerine ayrılmış bulunuyor. Bu yüzyıllarda Macarlar Hazarların himayesinde olmalarına rağmen, kitapta Hazarların Musevî dinini kabul etmelerine sadece bir paragrafta değinmesi yazarın bu tarihi olgu karşısında ne derece rahatsızlık duyduğunu sezinlemek için yeterli:
“Fikir tarihiyle ilgili sorunlar konumuz dışında olmasına rağmen Hazar krallığının devlet dini meselesine dikkat çekmek zorundayız. Musevî dini toplumun yönetici sınıflarının kabulü ile resmi din oluyor. Etnik olarak Yahudi olmayan bir halkın Museviliği din olarak kabul etmesi doğal olarak ilginç spekülasyonlar yaratabilir. Bizans’ın Hıristiyanlığı yayma misyonuna karşı olduğu kadar Arapların İslamî yayılmacılığına da bir çeşit meydan okuma mahiyetinde olan Hazarların din değiştirmeleri, üstelik de sözünü ettiğimiz iki imparatorluğun siyasal baskıları altında olmasına rağmen Musevilik gibi, tektanrılı bir din olmakla beraber hiçbir dış siyasal desteğe sahip olmayan, tam tersine her tarafta baskılara uğrayan bir dini kabul etmeleri bu konularda araştırmalarda bulunan tüm tarihçileri hayretler içerisinde bırakmıştır. Hazarların bu seçimlerinde güttükleri amaç siyasal bağımsızlık iradesinin ifadesinden başka bir şekilde açıklanamaz”.
Hazarların uygarlığı bir göçebe kültüründen ibaret değil
Hunlar’ın yani Atilla’nın, ordularıyla Avrupa’yı tehdit etmesi tarih sahnesinde sadece 24 seneye tekabül eder (372-453). Devlet ömrünün bu kadar kısa sürmesini, Batılı tarihçiler, Hunlar’ın göçebe bir halk olmasıyla açıklıyorlar, o zaman aynı şekilde göçebelerden oluşan ama 4 yüzyıl yaşayan Hazarlar için neden aynı gerekçe geçerli olmamıştır? Hazarlar’ın yaygın konut tipi, başlangıçta çadır olumuşsa da son derece büyük yerleşim merkezleri ve devamlı gelişim gösteren bir toplum yapıları vardı. Kısa bir sürede yarı yerleşik hayata geçmişlerdi ve göçebe savaşçı kabileler, hayvancılığın yanı sıra tarım, bağcılık, balıkçılık, ticaret ve sanatkârlıkla da uğraşıyorlardı.
Sovyet arkeologların yaptıkları araştırmalarda elde ettikleri bulgulara göre Hazarlar, Hunlar’dan daha farklı olarak çok ileri bir medeniyet seviyesine erişmişlerdi. Kilometrelerce alanlara yayılan geniş köy veya kasabalar, son derece geniş ağıl ve ahırlara galerilerle bağlı olan evler bulundu. Bulunan at arabaları, gündelik eşyalar, kemer tokaları, eyer ve koşum parçaları gelişmiş bir zanaatkârlığın izlerini taşıyordu. Arkeologlar geç devirdeki dört köşe yapılardan daha alt seviyelerde ise yuvarlak ev tipleriyle karşılaştılar bu da çadırdan geçişin bir işaretiydi. O devirlerdeki Arap kaynakları, Hazarlar’ın yarı göçebe bir hayat yaşadıklarını, başkent İtil’de bile sadece kış aylarında yaşadıklarını belirtiyorlar. Baharla birlikte bozkırlara, ovalara gidiyorlar, belki de sadece şehir dışındaki bağ ve bahçelerinde kurdukları çadırlara yerleşiyorlardı.
Bu kazılarda elde edilen diğer çok önemli bulgular da bize VIII. yüzyıldan itibaren Hazarların kuzey sınırlarını korumak için karmaşık yapıda seri kalelerden oluşan bir sur sistemi oluşturduklarını gösteriyor. Bu ilginç sistemin tamamı bir yay şekli oluşturuyor ve geri savunma dayanağının Kırım üzerine yaslandığını görüyoruz. Böylece Donetz ve Don nehirlerinin havzalarını geçip Volga’ya kadar uzanan bu savunma düzeninin en güneyinde yer alan Kafkas dağlarının da doğal bir duvar oluşturduğunu ve batıda Karadeniz, doğuda da “Hazarların Denizi”yle bu savunma sistemini tamamladığı ortaya çıkıyor. Anlaşılan bu tarihlerden itibaren Hazarlar açısından tehlike oluşturan esas askerî tehdit, güneyden çok kuzeyden gelmeye başlıyor(3).
Sovyet arkeoloğu M. I. Artamanov’a göre; “Hazarlar IX. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinde, buralardaki bozkırlarda ve Dinyeper nehrinin geniş ormanlık bölgelerinde rakipsiz bir üstünlüğe sahiptiler. Yaklaşık bir buçuk asır boyunca Doğu Avrupa’nın güney yarısını hakimiyetleri altına almışlardı ve Asya ile Avrupa arasındaki en önemli doğal geçitlerden biri olan Ural Hazar hattını tamamen denetimleri altında tutuyorlardı. Bu dönemde doğudan gelen göçebe kabilelerin de tüm akınlarını durdurdular.”
Hazarlar üzerine olan kaynakların çoğunluğunun onları düşman olarak gören ülke tarihçileri tarafından yazılmış olması nedeniyle, özellikle de o devirdeki Arap, Gürcü veya Ermeni tarihçilerin eserlerine temkinle yaklaşılması gerekir; Hazarlar üzerine yazan Arap tarihçilerin eserlerinde gerek İbn Sait el Magrebî’nin gerek aynı zamanda bir seyyah olan İbn Fazlan’ın kitaplarında düşmanca ve yukardan bakan bir hava hakimdir. Sadece coğrafyacı Istakri eserinde AkHazar’ların çarpıcı güzelliğinden söz eder. İbn Said al Magrebi yaşanan toprakların en kuzeyinde, yedinci iklimde yaşayan Hazarların ülkesinin soğuk ve rutubetli olduğunu ve bunun sonucu olarak insanların uzun boylu, beyaz tenli, mavi gözlü, uzun ve genellikle kızıl saçlı ve soğuk tabiatlı olduklarını yazıyor ve kısaca vahşî bir görünüşe sahip oldukları sonucunu çıkartıyor. Doğal olarak bir asır süren ve Araplar için başarısızlıkla biten savaşların ardından, bir Arap tarihçisinden sevecen bir yaklaşım beklenmez herhalde. Bir Gürcü vakanüvis Hazarların kutsal kitaplarda sözü edilen Yecüc ve Mecüc’ler(4) olduğunu iddia ederek onların çirkin, kan içici, vahşî hayvan sürülerinden farksız olduklarını yazıyor. Bir Ermeni yazar ise; tiksindirici derece çirkin suratları, kirpiksiz gözleri ve kadınlar gibi omuzlarına inen kızıl saçları olan korkunç Hazar sürülerinden söz ediyor.
Türk adı belli bir etnik grubu belirlemese de V. yüzyıldan itibaren batıya doğru göç eden Ural-Altay dil gurubuna dahil çeşitli etnik gurupları ortak olarak “Türk” diye adlandırmak adet oldu. Bu adı takan Çinliler, bir ırktan çok, belli bir dili tanımlıyorlardı. Bu noktadan hareketle, Hunları ve Hazarları da Türk olarak tanımlayabiliriz. Hazarların konuştuğu lehçenin bugünkü Çuvaşların diline yakın olduğu sanılıyor. Çuvaşlar kendilerinin Hazarlara çok yakın bir dil konuşan eski Bulgarlardan geldiklerini iddia ediyorlar. Hazar kelimesiyse Türkçe gazar; gezer yani göçebe kelimesinden geliyor(5).
Hazarlar ile ilgili ayrıntılı ciddi belgeler nadir ve çoğunlukla ikinci elden yani aktarma bilgilerden oluşuyor. İki büyük istisnayı, Abbasi döneminde diplomatik bir misyona katılan İbn Fazlan’ın eseriyle, Endülüs Emevileri devrinde Halife III. Abdürrahman’ın dışişleri bakanı konumundaki Hasday İbn Çiprut’la Hazar kralı Jozef arasındaki yazışma oluşturuyor.
İbn Fazlan’ın eseri Hazarlar üzerine cılız bilgiler vermekle birlikte o zamanki Hazarlar ve onların hakimiyetindeki diğer Türk toplulukları konusunda eşi bulunmayan ayrıntılara sahip. Bulgarlar ve Oğuzlar başta olmak üzere çeşitli kavimler ve coğrafyalar üzerine, ayrıntılı bilgi ediniyoruz. Komşularına göre Hazarların çok daha modern bir yaşamları olduğunu öğreniyoruz. Hazarlar’ın sulama kanalları açtıklarını ve daha ılıman iklimden gelen Araplar’da bile hayranlık yaratacak derecede geniş ve verimli tarım, bağ ve bahçecilik yaptıklarını İbn Fazlan’dan başka el-İstarkî, el-Masudî ve İbn Havkâl da kaydediyor.
Ancak ana zenginlik kaynağının yine de dış ticaret olduğunu, beş bin kişilik, üç bin hayvanlık kervanlardan söz edilmesinden anlıyoruz. Hazarların denetimleri altında tuttukları ve geçen bütün mallardan, köleler de dahil olmak üzere %10 vergi aldıkları yollar hem Urallar üzerinden Orta Asya’yı Volga ile güneye, Karadeniz’e bağlıyor, hem de Kafkasya üzerinden Ermenistan, Gürcistan ve Bizans’a giden yollarla birleşerek bir kavşak oluşturuyor. Ayrıca Hazarların Macarlar, Bulgarlar, Oğuzlar gibi kendilerine tabi olanlardan aldıkları vergileri de eklersek ne derece önemli bir gelire sahip olduklarını kestirmek pek güç olmaz. Ek olarak, bu zenginlikleri koruyabilmek için gerekli olan, o ölçüde güçlü ve hatırı sayılır bir askerî güce ve yetenekli vergi tahsildarlarına, gümrükçülere sahip oldukları sonucunu çıkartabiliriz.
Derbent-nâme adlı Farsça bir eser Hazar ülkesindeki, yerleri hâlâ belirlenememiş, zengin altın ve gümüş madenlerinden söz etmektedir. Öte yandan bir çok kaynak Bağdat’ta, İstanbul’da, İskenderiye’de, Samara ve Fergana’da Hazar tacirlerinden ve mallarından söz etmektedirler. İbn Havkal, Hazar kralının ordusunda dört bin kişilik bir Harzemli Müslüman muhafız alayı olduğunu yazıyor ve İslâm ülkelerindeki savaşlardan ve baş gösteren veba salgınlarından ötürü göçler olduğundan söz ediyor. Bizans ordusunda da son derece yüksek maaş alan gayet seçkin bir Hazar alayı olduğunu biliyoruz.
Hazarların ilk başkentlerinin Kuzey Kafkasya eteklerindeki Balancar kalesi olduğu sanılıyor. Daha sonra başkent kuzeyde, Volga üzerinde, Budapeşte’yi anımsatır bir şekilde kuruluyor; nehrin iki yakasına kurulan bu yeni şehrin batı yakasi İtil veya İdil, doğu yakası da Hazaran diye anılıyor, bazı kaynaklarda ise sanki iki ayrı şehirmiş gibi geçiyor. Batı yakada Kağan ile bütün yönetici ve soylular yaşıyor, doğu kesimde de değişik dinlerden Hazarlar ve onlara tabî diğer milletlerden oluşan bir nüfus yaşıyor. Arapların Heredot’u olarak anılan el-Masudî “Altın Çayırlar” adlı eserinde şehirde yedi tane hakim bulunduğunu, bunlardan ikisinin Hazarlar için Musevî, ikisinin Müslüman, ikisinin Hıristiyan ve birinin de Şaman olduğunu yazıyor. Bu şehir adalet ve güvenlik açısından çok rahat olduğu için yerleşmiş çok sayıda Müslüman tacir olduğunu, biri büyük olmak üzere birkaç cami ve okul olduğunu ilave ediyor. X. yüzyılda bu yazılanları Musevî Ansiklopedisi de doğruluyor ve Hazarlar maddesinde; “Batı Avrupa’da anarşinin, cehaletin ve yobazlığın kol gezdiği bir dönemde, liberal ve adil bir yönetime sahip olduğundan Hazar Krallığı’nın gurur duyması doğaldı” diyor. Gerçekten de Hazarlar, Batı Avrupa’dan olduğu kadar Bizans İmpratorluğu’ndan ve ilk dönemdeki İslâm dünyasından da daha hoşgörülü bir yönetime sahiptiler. Ancak bilhassa Arap kaynaklarını incelediğimiz zaman genelde düşmanca bir bakış olmasına rağmen yine de gizli bir hayranlık seziliyor, Arap tarihçiler, Hazarlar, Oğuzlar veya Bulgar’daki toplumsal yaşamdaki hoşgörü, düşünce özgürlüğü, şüphecilik, siyasal hayatta görece demokratik bir yapının hakimiyeti ve hiyerarşiye kör bir bağlılığın olmayışını kendi açılarından çarpıcı örneklerle aktarıyorlar(6). Mükemmel bir gözlemci olan Ahmet ibn Fazlan’ın seyahatnamesinnde yazdığına göre; Hazarlar iki yüzyıldan beri Museviliği kabul etmişlerdi ancak diğer göçebe soydaşları olan Bulgarlar, Oğuzlar ve Türkler daha hâlâ Hazarların eski dini olan Şamanlığa bağlıydılar.
Hazarların din seçimi ve jeopolitik dengeler
Hazarlar din olarak Museviliği seçtiklerinde, zaten zengin ve güçlü bir konumda olduklarından, herhangi bir ekonomik çıkar peşinde olmadıkları açıktır. Siyasal açıdan bakarsak VIII. yüzyılın Hıristiyan ve İslâm ülkelerin oluşturduğu bir ideolojik kutuplaşmaya sahne olduğu görülüyor. İnsanlık tarihinde ilk kez tektanrılı dinlerin rekâbetiyle, dinin, klasik bir propaganda aracı olarak siyasal ve askerî yayılma politikalarının emrine girdiğini görüyoruz. Hazarlar müttefik ya da rakip olarak bir üçüncü güç oluşturmakla birlikte Müslümanlığı veya Hiristiyanlığı kabul ettikleri takdirde bu tercihin kendilerini Bizans’ın veya Bağdat’ın kültürel hakimiyeti altına sokabileceğinin bilincine varmışlardı. Zaten siyasî beklentilerin simgesi olan hanedan evlilikleri, askerî ittifaklar, diplomatik nezaket misyonları, ortak çıkarları gözeten kapsamlı anlaşmalar, din değiştirme yönünde doğrudan veya dolaylı ısrarlara vesile oluyordu.
Hazar Kağanı da Şamanlığın artık yeni tektanrılı dinlere göre anakronik kaldığını ve teokratik imparatorluklarda hükümdarın elindeki hukukî ve ruhanî güce karşın, kendisine tâbi olan onca bozkır halkını sadece askerî güçle elinde tutabildiğinin ve bunun da artık gitgide yetersizleştiğinin farkındaydı. Ancak haklı olarak, kıskaçı altında bulunduğu her iki dinden birini kabul etmesinin de siyasal bağımsızlığının sonunu getireceğini düşünüyordu. Dolayısıyla görünüşte her iki dinin de saygın geçmişini oluşturan ve siyasal hiçbir kuşkuya yer vermeyecek olan bir üçüncü tektanrılı dini kabul etmenin daha mantıklı bir karar gibi görünmesi doğaldı.
Tarihi incelerken bazı gelişmelerin son derece rasyonel olarak değerlendirilebilmesi kolaydır, ancak olayların oluştuğu dönemlerde sıcağı sıcağına böylesine pragmatik kararlara varılabilmesi, tarihte eşi nadir görülen olağanüstü bir zekâ gerektirir(7).
Hazarların inanç konusundaki bu hoşgörülü yapısı gerek Bizans’ta gerek İslâm dünyasında baskı gören tüm Yahudiler için sürekli, güvenle sığınılabilecek bir çekim alanı oluşturdu(8). Tarihi boyunca Hazarların ülkesi gördüğümüz gibi Museviliğe geçmelerinden önce olduğu kadar, sonra da, önce baskılardan kaçan Yahudilere bir sığınma ülkesi, sonraları da tam anlamıyla bir ulusal merkez (foyer national) oluşturdu. Daha gelişmiş kültürlerden gelen yeni mülteciler, şüphesiz, daha evvel sözünü ettiğimiz gibi Arap tarihçilerini hayrete düşüren bu kozmopolit ve hoşgörülü havanın oluşmasında önemli bir rol oynadılar. Yeni gelenler beraberlerinde Bizans’ta icra ettikleri sanat ve mesleklerini, işbilirliklerini, tarım ve ticaret bilgileriyle beraber İbrani alfabesini de getirdiler(9).
Hazarların Yahudiliği seçmelerine dair belgeler
Bu din değiştirmenin hangi şartlarda ve tam olarak nasıl olduğu konusu biraz efsaneleşmiş olmakla birlikte Arap ve İbrani kaynaklarında bazı temel belgeler bulunmaktadır. Masudî’nin yukarıda değindiğimiz eserinin sonunda bu konuda yazarın daha evvelce bir başka kitap daha yazmış olduğu anlaşılıyor. Bu eser ortadan kaybolmuş olmakla birlikte kaynak alınarak daha sonra kaleme alınan iki başka eser mevcud.
İlki, 1327’de Muhammed Dimaskî’nin kaleme aldığında yazar; Harun Reşit devrinde, Bizans imparatorunun Yahudiler’i göçe zorladığını, Hazarların ülkesine gelen bu göçmenlerin orada “Çok akıllı ancak yeterli eğitimden yoksun bir halk bulduklarını ve onlara kendi dinlerini bahşettiklerini, onların da bu dini kendilerininkinden daha üstün bulduklarını ve kabul buyurduklarını” yazıyor. Daha detaylı bir hikâye içeren el-Bekrî’nin “Hükümdarlıklar ve Yollar Kitabı” adlı eserinde de başka hiçbir yerde rastlanmayan bir hikâye anlatılıyor. “Önceleri putperest olan Hazarların kralının Yahudi dinini kabulü şöyle olmuştur. İlk önce Hıristiyanlığı kabul etti. Sonra bunun sahteliğini anladı ve yardımcısı, (Bey) komutanıyla kafasını iyice meşgûl eden bu konuyu incelemeye başladı. Bey de ona dedi ki: “Hükümdarım, kutsal kitaplara inananlar üç guruba ayrılır. Çağır hepsinin bir temsilcisini, burada davalarını savunsunlar, sen de gerçeğe sahip olana inancını bağlarsın.”
Bunun üzerine Hıristiyan ülkesinden bir piskopos getirirler. Ancak kralın yanında son derece akıllı ve belagât sahibi haham varmış ve kurnazlıkla piskopozu tartışmada çıkmaza sokmuş. Ona demiş ki; “Hey gidi Ümran oğlu, Musa ve ona gönderilen Tevrat için ne dersin?” Piskopos bu soruya, “Musa Yüce Allahın peygamberidir ve Tevrat’ın yazdığı her şey doğrudur” diye cevap vermiş. Bunun üzerine haham krala dönerek “Bak benim dinimin hak dini olduğunu kabul etti bile, şimdi kendi dinince neye inandığını sor ona” demiş. Kralın sorusuna papaz “Ben de İsa’nın Mesih olduğuna, Meryem’in oğlu olduğuna, onun Kelâm’ının da Allahın adına sırları açıkladığına inanıyorum” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Yahudi de Hazarların kralına, “Benim tanımadığım bir doktrini savunuyor, halbuki kendisi benim inandıklarıma inanıyor” demiş. Piskopos da sözlerine inandırıcı hiçbir delil ibraz edememiş. O zaman kral bir de Müslüman din adamı çağırtmış, bunun üzerine ona büyük bir bilgin yollamışlar ama Haham bir kiralık katil tutup daha yoldayken onu zehirletip öldürtmüş. Böylece Yahudi, kralı kendi dinine çekmeyi başarmış ve Hazarlar da Musevî olmuşlar.”
Bu hikâyede Arap tarihçilerin kendileri için acı olabilecek hapı yenilir yutulur bir hale getirmeye çalıştıkları yorumunu yapabiliriz. Eğer Müslüman bilgin de gelip tartışmaya katılsa aynı tuzağa düşmesi kaçınılmazdı zira Hıristiyanla birlikte her ikisi de Tevrat’ın gerçekliğine inandıklarını beyan edecekler ama iş İncil ile Kur’an’a gelince her ikisi de ikiye bir oyla kaybedeceklerdi. Kral, sembolik olarak her üç dinin de temelini oluşturan ana doktrine inanmaya hazır, ancak ileri safhada ortaya çıkan rakip doğmalara katılmıyor. Ayrıca profesör Bury’nin altını çizdiği önemli bir nokta da, Hazar kralının sarayında, din değişikliğinden önce bile Musevîlerin zaten güçlü bir yeri olması: Hıristiyan ve Müslüman din adamı uzaklardan getirtilirken Yahudi din adamı orada hükümdarın yanıbaşında hazırdır(10).
Bu konuda elimizde bulunan en ciddi Arap kaynağı -sonradan Musevî kaynağı olarak da karşımıza çıkar-, “Hazar Yazışması” adı altında bilinen, İbranice yazılmış, Kurtuba’daki Endülüs Emevi Halifesi’nin bakanı Hasday ibn Çiprut(11) ile Hazar kralı Josef arasındaki (daha doğrusu her ikisinin sekreterleri tarafından kaleme alınmış olan) yazışmadır. Yazıdan anlaşıldığına göre İran’dan, Horasan’dan gelen tacirlerden Hasday ilk kez bağımsız bir Yahudi krallığının varlığını duyar. Bu hikâyeyi ilk olarak şüpheyle karşılar ama yine de meraklanır ve Bizans diplomatik misyon üyelerine bu konuyu sorar. Diplomatlar tacirlerin verdiği haberi doğrulamakla kalmayıp Hazar krallığı üzerine ayrıntılı bilgi de verirler; hattâ o sıra tahtta olan kralın adının Josef (Yasef) olduğunu bile söylerler. Hasday da bunun üzerine bu krala bir mektup yollamaya karar verir. Mektubunda kral Josef’e Hazar devleti, halkı, hükümeti üzerine bir sürü soru yöneltir ayrıca da onların Filistin’den geldiklerini sandığı için, oniki kabileden hangisinden olduklarını öğrenmek ister. Bu kabilelerin çoğu kaybolduğu için Hasday belki de bunlardan biri olduklarını sanıyordu. Yahudi kökenden gelmediği için Josef bu kabilelerden hiç birisine mensup değildi.
Josef cevabında Hasday ibn Çiprut’a iki yüz sene önce vuku bulan Musevîliğe geçişin hangi şartlarda ve nasıl olduğunu anlatır. Son derece ilginç olan bu yazıda kral Josef, “atası Bulan Han’ın güçlü bir fatih olduğu gibi aynı zamanda da büyük bir bilge kişi olduğunu, ülkesinden büyücüleri ve putperestleri kovduğunu, bundan sonra da ona rüyasında bir meleğin görünüp tek bir Tanrıya iman göstermesini, bunu yaparsa Tanrı’nın da onu, soyunu ve halkını kutsayıp varlıklarını kıyamete kadar sürdüreceği, düşmanlarına da aman vermeyip, onlara türlü zorluklar yaratacağı vaadinde bulunduğunu” yazar.
Buraya kadar yazdıkları Kitab-ı Mukaddes’teki Tekvin (Génèse) bölümünden açıkça esinlenmiş olduğundan Hazarların da Hz. İbrahim soyundan olmamakla birlikte kendilerini “seçilmiş halk” olarak gördükleri sonucunu çıkartabiliriz. Ancak Josef’in mektubu buradan sonra birden bire özgün bir niteliğe yöneliyor. “Yüce Yaradan’a hizmet etmeye hazır olan Bulan ancak bir istekte bulunuyor ve Tanrım sen benim kalbime, duygularıma, düşüncelerime vakıfsın ve sana nasıl inandığımı ve güvendiğimi biliyorsun, ancak başında olduğum halk kâfir bir kafa yapısındadır ve bilmem ben onları tek başıma inandırabilir miyim? Sana yalvarırım bana gönderdiğin meleği bana destek olması için benim Büyük Prensime de gönder”... “Bulan’ın duasını kabul eden Tanrı isteğini yerine getirir ve Büyük Prens rüyayı gördüğü gecenin sabahı hemen Kağan’ı bulur ve anlatır...” Kutsal kitaplarda, İbrani olsun İslâmi olsun böyle rızası alınacak bir Prens konusu bulunmamaktadır. Burada anlatılan Hazar Devletindeki iki başlı yönetim adetidir. Hazarlarda Kağan hükümdardır ve ikinci yönetici Bek (Bey) veya Büyük Prens denen hem Başbakan hem de Başkomutan konumundaki yardımcısıdır. Belki de aslında Bulan, bu Büyük Prens’ti çünkü Arap ve Ermeni kaynaklarına göre 731 (Yahudiliğin kabulünden bir-iki sene önce) tarihinde Kafkasya’ya askerî sefere çıkan Hazar ordusunun komutanın adı Bulhan’dır.
Tanrı ondan bu sefer bir tapınak yaptırtmasını ister o da fazla zengin olmadığını söyleyince Melek onu Kafkasya’ya Daryal ve Erdebil’e sefer eylemesini orada yeterince altın bulabileceğini öğütler. Burada da Hazarların bir süre Kafkasya’daki altın ve gümüş madenlerini ele geçirdiklerini yazan Arap ve Ermeni kaynaklarıyla kesişen bilgiler var. Bu seferden sonra ilk tapınak yapılır. Bu olaylardan iki yüzyıl sonra yazılan mektupta olayların efsanelerle karıştığı görülüyor.
Mektubun devamından Kralın ve Bey’in Yahudiliği kabul etmeleri duyulunca hem “Adom” kralının (Bizans İmparatoru) hem de İsmaelim’lerin kralının (Bağdat Halifesi) Hazar’lara elçiler gönderip kıymetli armağanlar ve bilgin din adamları gönderdikleri anlaşılıyor. Her iki taraf da Hazarlar’ın temsil ettikleri gerçek dine imân etmelerini amaçlıyorlar. Burada yukarda el-Masudî’den Arap versiyonunu okuduğumuz o önlü teolojik tartişma sahnesi anlatılıyor (tek fark Müslüman din bilginin de hazır olması). Her bilim adamı kendi dininin tanıtımını yaptıktan sonra Kral onlara ayrı ayrı kendi dininin dışında hangi dinin gerçeğe en yakın olduğunu soruyor ve Yahudilik az farkla kazanıyor, bu da aynı zamanda tarafsızlığın zaferi oluyor.
Bu yazışmadan çıkan sonuç Hazarların Yahudiliği yavaş yavaş ve kademeli olarak kabullendikleri, bu olaydan iki kuşak sonra bir reform hareketinin olduğu yönünde. Tek Tanrı’yı kabul eden hükümdarın büyücüleri ve putperestleri kovduktan sonra bu Tanrının Yahudi mi, Müslüman mı yoksa Hıristiyan mı olacağına hemen karar vermediğini de öğreniyoruz. Belki de Bulhan’ın kabul ettiği sadece Kutsal kitaba dayalı ilkel ve basit bir Musevîlikti ve dinî edebiyatı (İslâmdaki değişik imamların kitaplarındaki öğretiler gibi) ve tefsiri kapsamıyordu. Bu şekliyle de VIII. yüzyılda İran’da ortaya çıkan kısa sürede doğuda yayılan Karay mezhebine çok yakındı(12). Zaten Karayların da en yoğun oldukları yerlerden biri “Küçük Hazarya” denen Kırım’dı.
Dunlop ve diğer çağdaş tarihçiler genellikle 740-800 yılları arasında yani Bulhan’dan reformu yapan kral Obadia’ya kadar Hazarlar’ın bir çeşit Karay inancında olduklarını ve bu reform hareketiyle Ortodoks Yahudiliğin başladığını kabul ediyorlar.
Elimizdeki bu belgelerden bir asır sonra İspanya Musevîlerinin en büyük şairi kabul edilen Yehuda Halevî’nin (1085-1141) Arapça olarak yazdığı sonradan İbraniceye çevrilen “Kitab al-Khazarî” ve alt başlığı, “Deliller Kitabı ve Hor Görülen İman’ın Savunması” olan kitabının büyük bir bölümünün Kuzarilere (Hazarlar) ayrıldığını görüyoruz. Halevî bu eserinde Yahudi halkının Tanrıyla kulları arasında ayrıcalıklı bir arabuluculuk misyonuna sahip olduklarını ve en sonunda bütün ulusların Musevî dininde birleşeceklerini savunuyordu ve bunun ilk işaretini de Kuzarilerin Yahudiliği kabulünde buluyordu.
1170-1185 yılları arasında Doğu Avrupa’yı ve Anadolu’yu gezen bir Alman Yahudisi olan seyyah Rastibonlu Reb Petaşya, “Sibub Ha’olam / Dünya Çevresine Seyahat” adlı kitabında Kırım’ın kuzeyinde rastladığı Hazar Yahudilerinin Musevîliklerini eleştiriyor ve bunu onların heretik Karay inançlarına bağlıyordu.
Musevî kaynakların genelde çelişkili yaklaştıklarını gözlemliyoruz; XII. yüzyıldaki bir başka gezgin olan Toledolu Benjamin, İstanbul’da ve İskenderiye’de Hazar ileri gelenleriyle görüştüğünü, Halevî’nin çağdaşı İbrahim Ben Davut, Toledo’da Hazar kökenli öğrenciler gördüğünü aktarıyor. Büyük ilâhiyatçılardan biri olan Saadiyah Gaon (882-942) eserlerinde birçok kez Hazarlara değinir ve Mezopotamyalı bir Hiram’ın (Doğu Yahudiliğinde din adamları hiyerarşisinde Halife’ye yakın bir ünvan) Hazarların ülkesine yerleştiğinden söz eder. XI. yüzyıldaki kendisi de Karay olan bir başka Yahudi yazar, Yafet ibn Ali, Hazarlardan söz ederken aynı ırktan gelmedikleri için onlar hakkında “mamzer-melez veya piç” kelimesini kullanır. Çağdaşı Jacob ben Ruben ise Hazarlar için “Yahudi milletinin sürgündeki yegâne boyunduruk taşımayan ve kimseye haraç ödemeyen ulu cengâverleri” diye söz eder.
Gördüğümüz gibi Musevî kaynaklar Hazarların Yahudiliğini coşku, şüphe ve özellikle büyük bir hayretle karşılıyorlar. Neredeyse bu olayda kağanın kararı, Mesih’in gelmesinden çok daha sıradışı olarak yorumlanıyor.
Hıristiyan kaynak olarak da Westfalya’da Katolik bir keşiş olan Christian Druthmar d’Aquitaine’nin belirsiz bir tarihte (864’ten önce) yazmış olduğu “Exposito in Evangilium Mattei / Havari Mattehus’un İncil’inin açıklaması” adlı kitabının bir yerinde “Gökkubbenin altında, Hıristiyanların olmadığı uzak bir memlekette Hun soyundan olan Yecüc Mecüc adındaki halkların yaşadığı bir yerde, Gazariler diye bir millet vardır ki; onların hepsi sünnetlidirler ve de Yahudiliği tam olarak yerine getirirler” diye bir ibare vardır. Druthmar’ın Yahudi Hazarlar hakkındaki bilgisi bu kadarken Bizans İmparatoru çok tanınmış bir misyoneri onları Hıristiyanlaştırmak için görevlendirmişti. İlerde Slavların Havarisi olacak olan Selânikli Kiril, adını taşıyacak olan bir alfabeyi de hazırlayacaktı. Ağabeyi Metod’la birlikte Patrik Fotius’un(13) tavsiyesi üzerine İmparator III. Michael tarafından Hıristiyanlaştırma misyonuyla görevlendirilmişti.
Slavlar arasında başarıyla sonuçlanan bu misyon, tarihten öğrendiğimize göre Hazarlar arasında sonuçsuz kalıyor. Kiril’in Kırım üzerinden Hazar ülkesine giderken Kerson’da 6 ay kalıp İbranice öğrenip misyonunu hazırladığını, Don nehri ve Volga üzerinden İtil’e kadar uzanan Hazar yolundan geçip Kağan’ın huzuruna ulaştığını, Hazarların teolojik (alışık oldukları için) tartışmalara öyle kolaylıkla pabuç bırakmadıklarını, ancak birkaç kişiyi razı edip vaftiz edebildiğini ama Kağan’ın kendisini sevdiğini ve iyi niyet işareti olarak iki yüz Hıristiyan esirini serbest bıraktığını “Vita Konstantini / Konstantin’in yaşamı”(14)adlı kitabından öğreniyoruz.
Hazarların sonu
Altın çağını gördüğümüz gibi VIII. yüzyılda yaşayan Hazarlar’ın(15), Halife ordularına karşı kazandıkları kesin zaferden sonra güney sınırlarının artık güvence altına girdiğini, Araplarla ilişkilerinin neredeyse karşılıklı bir saldırmazlık paktına dönüştüğünü, Bizans’la olan ilişkilerininse çok daha dostane bir seviyede olduğunu görüyoruz.
830 veya 833 tarihinde Kağanın ve Bekin Bizans imparatoru Teodosius’a bir heyet gönderip ondan, aşağı Don havzasında bir kale yapımı için gerekli mimar ve teknik eleman istemesi bize Hazarlar’ın yeni bir tehlikeden kuşkulandıklarını gösteriyor. İmparator olumlu cevap verir ve derhal Karadeniz’e bir donanma gönderir. Bizanslılar Azak Denizi’nden Don nehrine girip oradan kuzeye Hazarlar’ın istediği sratejik mevkiye kadar ilerler ve Hazarlar’ın belirlediği yerde bir kale inşa eder. Böylece Sarkel şehri(16) de kurulmuş olur. Hazar-Bizans ittifakının bu ortaklaşa çabası, yeni bir tehlikeye işaret eder; bu, batıda Normanlar veya Vikingler diye anılan, doğuda ise Varegler veya Rûslar olarak adlandırılan savaşçı kuzey barbarlarının istilâ tehlikesidir(17).
A. Toynbee “Constantine Porphyrogenitus and his world” adlı eserinde “IX. yüzyıl, Doğu Roma ve Hazar İmparatorlukları için, sürekli olarak Rûslar’ın topraklarını ele geçirdikleri bir yüzyıl olmuştur. Skandinavların yağmaladıkları, fethettikleri ve kolonize ettikleri alan en sonunda güney doğu Amerika kıyılarından Hazar Denizi’ne kadar uzanan muazzam bir çember oluşturdu” diyor. Üstelik bu ejderhâ başlı küçük gemileriyle nehirlerden gelen Viking tehlikesine karşı koyma çabalarında Hazarlar’a şükran borcu olanların sadece Bizanslılar olmadığını yine kral Josef’in Hasday ibn Çiprut’a yazdığı mektuptan öğreniyoruz: “Yüce Tanrı’nın yardımıyla nehirlerin ağzını kolluyorum ve kayıklarıyla gelen Rûslar’ın, Arap topraklarını istilâsına izin vermiyorum... Onlara karşı çok çetin mücedeleler veriyorum”.
Bizanslıların Rûs adını verdikleri, Arap kronikçilerin Vareg olarak adlandırdıkları Viking kabileleri, Toynbee’ye göre İsveçce kürekçi anlamına gelen Rodher kelimesinden türemiş, Arapların kullandığı Vareg ismini de Rûs kronikçiler aynı zamanda Skandinavlar için kullanıyorlar; Baltık Denizi’nin o zamanki Rusça adı Varegler deniziydi. Bu Rûs-Varegler Vikinglerden bile daha gariptiler, aynı zamanda korsan, haydut ve ahlâksız tacirdiler, ticareti bile kılıç ve balta zoruyla yaparlardı. Altın karşılığında kürk ve amber satarlardı ama esas işleri Slav köle ticaretiydi. McEvedy’nin bu konuda kanısı şöyle; “Varegler garantili alışverişten hoşlanmazlar, ancak karşısındakileri yenemedikleri zaman düzgün ticarete tenezzül ederlerdi, bu kuzeyli kahramanlar kan dökerek elde ettikleri altını tercih ederlerdi.” Güneye doğru yelken açtıklarında Rûs-Vareg ticaret filoları aynı zamanda da askerî filoydular onların geldiklerini görenler bu tacirlerin ne zaman savaşçıya dönüşeceklerini kestiremezdi. El-Masudî 912-913’te Hazar Denizi üzerinden gelen bir istilâda her biri yüzer kişi taşıyan en az 500 geminin olduğunu belirtiyor. Abartma payı olsa bile yine de sayılar akla yakın zira Rûslar Karadeniz’e ilk defa inip (860) İstanbul’u kuşattıklarında 200-300 gemiyle gelmişlerdi.
Sarkel kalesinin yapımından sonra bir buçuk asır boyunca ticaret anlaşmaları, karşılıklı elçi göndermeler ve son derece kanlı savaşlar birbirini takip etti. Zamanla bu kuzeyliler yerleşik düzene girdiler, idareleri altına aldıkları Slavlarla karıştılar, Bizans’ın misyoner faaliyetleri sonucu Hıristiyanlaştılar ve giderek tamamen Slavlaştılar. X. yüzyılın sonlarında Rûslar, Rus olmuşlardı. Soylular Slavlaşmış Skandinav isimleri kullanıyordu; Hrörekr, Rurik olmuştu, Helgi ise Oleg, Helga Olga’ya dönmüştü, Ingvar’sa Igor’a vs... Bu isimleri 945’te Bizans’la bir ticaret anlaşması imzalayan Prens Ingvar-Igor’un yanındaki katılanlar listesinden öğreniyoruz. Prens Ingvar’la Prenses Helga’nın oğullarının adı ise Svyatoslav gibi artık tamamen Slav hale geliyor. Varegler de böylece zaman içerisinde kuzeyli özelliklerini iyice kaybedip Rus tarihinde eriyip kayboluyorlar.
Arap tarihçiler bu Varegleri o kadar garip ve vahşi buluyorlar ki onları tasvir ederlerken bile bir sayfa sonra çelişkiye düşüyorlar. Ancak kimi daha çok vahşiliklerini, kimi de pisliklerini ön plana çıkarıyor. Savaşçılıklarında ise hepsi hemfikir; İbn Rusta “Bu iri yarı ve cesaretli adamlar açıklık bir alanda saldırırsa kimse ellerinden kurtulamaz.” diyordu.
Hazarlar Sarkel’in yapımını tam zamanında öngörmüşlerdi. Rûsların ilk ortaya çıkmalarından sonra bir asır boyunca, özelikle Bizans’a yöneldiklerini Hazarlarla daha çok ticarî ilişkide olduklarını görüyoruz. Arada sırada sürtüşmeler küçük çarpışmalar olsa bile Hazarlar yolları denetim altında tutup gelen geçen mallardan da %10’luk gümrük vergilerini almaya devam ediyorlar. Bu arada bütün vahşilikleriyle beraber karşılaştıkları bütün halklardan işlerine yarayan bilgileri aldıkları ve safça etkilendiklerini de görüyoruz. İtil’de Rûs tacirlerin oturduğu bir mahalle olduğu gibi Kiev’de de bir Hazar mahallesi vardı. İbn Rusta Novgorod’u anlatırken krallarını Rûs Kağanı diye adlandırdıklarını, Rûs Kağanın da ordunun başına kendisini temsil etmek üzere bir komutan tayin ettiğini yazıyor. Böyle bir adet kesinlikle ne Slavlarda ne de Vikinglerde hiç raslanmayan bir durum olduğundan bunun tek açıklaması Hazarlar’ın iki başlı yönetimini model almaları olabilir.
Hazarlar’la Varegler arasındaki ticari ve kültürel ilişkilerin yoğunluğu Varegler’in Hazarların topraklarına doğru yayılmalarını engellemedi. Sarkel’in yapımından 25 sene sonra, Rûs kronikleri 859 yılında Baltık’la Urallar arasında kalan Slav boylarının Varegler’le Hazarlar arasında yarı yarıya paylaşıldığını belirtiyor. Hazarlar’a bağlı olan, Dinyeper üzerinde bir kilit oluşturan Kiev ise üç yıl sonra Varegler’in eline geçiyor. Kısa bir süre sonra da Kiev, Novgorod’u gölgede bırakıp, Varegler’in başkenti olur ve “Rûs şehirlerinin anası” olarak anılacak olan ilk Rûs devletine de adını verir. Josef’in mektubunda kendisine bağlı yerleri sıralarken Kiev’in adı geçmiyordu. Ancak şehirde ve bölgede hatırı sayılır bir Yahudi Hazar topluluğu yaşıyordu. Hazar devletinin ortadan kalkmasından sonra yeni göçlerle bu Yahudilerin sayıları da gitgide artar. Rûs kroniklerinde birçok defa “Zemlya Jidovskaya”dan (“Yahudi ülkesi”nden) Kiev’e gelen kahramanlardan söz edilir.
860 yılının Haziran ayında İmparator III. Michael ordusuyla Araplara karşı sefere çıktığı sırada, İstanbul’dan aldığı garip haberler üzerine yarı yoldan dönmek zorunda kalır. İki yüz gemiyle Karadeniz’den Boğaz’a giren bir Rûs donanması çevredeki köyleri, manastırları, yağmaladıktan sonra Adalar’a yerleşmişlerdi, üstelik Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Akdeniz’den gelen Vikingler’le birleşince Bizans’ı büyük bir tehlikeye düşürmüşlerdi. Tarihçiler batıdan gelenlerin başındaki Jutland’lı Rurik’le Karadeniz’den gelenlerin lideri Novgorod’lu Rurik’in aynı kişi olduğunda görüş birliği içindeler. A.Toynbee’ye göre tarih boyunca Ruslar İstanbul’u ele geçirme imkânına hiçbir zaman bu kadar yaklaşamayacaklardı. İstanbul’un çevresindeki tüm garnizonlar imparatorun seferine katıldığından şehirdeki halk moral çöküntüsüne uğramış ve dehşete düşmüştü. İmparatorun son anda yetişmesi İstanbul’u Vikinglerin eline düşmekten kurtardı.
Bizans diplomasisi Hazarların bu yeni rakipleri karşısında kısa zamanda ikili oynama taktiğine girdi ve ancak kaçınılmaz olduğunda savaş yoluna başvurdu. Genelde yumuşak davranarak ve günün birinde bu barbarları Hıristiyanlaştırmak umudunu yitirmeden sabırla bekledi. İki yüzyıl Bizans-Rûs ilişkilerinde birbirini izleyen savaş ya da dostluk anlaşmalarıyla geçti(18). Polaklar, Macarlar, Skandinavlar, hattâ o en uzaktaki İzlandalıların bile Hıristiyanlaştıkları dönemde Rûslar da Hıristiyanlığı kabul edip İstanbul Patrikhanesi’nin dümen suyuna girdiler.
Ortaya çıkan bu yeni tablo karşısında Hazarlar birden bire marjinal bir durumda kaldılar. İstanbul’la Kiev’in giderek yakınlaşması İtil’in önemini azaltıyordu. Hazarlar’ın Bizans-Rûs ticaret yollarındaki varlığı ve aldıkları %10 gümrük resmi, gitgide artan ticaret hacmi de göz önünde bulundurulursa Hazarlar artık hem Bizans hazinesine hem de Rûs cengâver tacirlerine gitgide rahatsızlık vermeye başlamıştı.
Bizans’ın eski müttefiklerine karşı olan tutumlarındaki değişimin ilk işareti Kırım’daki Kerson limanını Bizanslılar’ın Hazarlar’a sormadan Rûslar’a bırakması oldu. Yüzyıllar boyu Hazarlar ve Bizanslılar bu önemli limanı elde tutabilmek için birlikte savaşmışlardı. Prens Vladmir 987’de Kerson’a el koyduğunda Bizans protesto bile etmedi. Bury’e göre artık büyük bir güç olmaya başlayan Rûs devleti ile barış ve dostluğun karşılığında bu bedel Bizans için fazla pahalı görülmüyordu.
Bu limanın kurban edilmesi belki savunulabilirdi ancak ardından Hazarlar’la olan ittifakın da kurban edilmesi, kısa vadeli kısır bir politikanın eseriydi(19). İlerleyen tarih Rûslar’a olduğu kadar Bizans’a da bunun bedelini acı bir şekilde ödetti ancak en ağır ve en acımasız son, Bizanslılar’ınki oldu.
Devletin ortadan kalkmasından sonra Hazarların akıbeti
Bu konuda bütün kaynaklar son derece zayıf. Buna rağmen elimizde birçok bilgi bulunuyor. Bazı kaynaklar ortaçağın sonuna doğru Kırım’a, Litvanya’ya, Ukrayna’ya, Polonya’ya ve Macaristan’a göçeden Hazarlar’ın oralarda oluşturdukları yerleşim merkezlerini işaret ediyorlar. Bu bölük pörçük veriler yine de bize belli bir global tablo çizmek imkânını tanıyor. Kabileler halinde bir Hazar göçünün olduğu ve bunun da özellikle başta Polonya olmak üzere Rusya ve diğer Doğu Avrupa memleketlerine dağıldığını anlıyoruz. Polonya’da modern çağın başından beri Yahudilerin en yoğun şekilde yerleşik olduklarını gözönünde bulunduran birçok tarihçi Doğu Avrupa’daki Musevilerin önemli bir bölümünün, bazılarına göre de ezici çoğunluğunun Samî kökenli olmayıp, Hazar kökenli oldukları varsayımını savunuyorlar. Üstelik Hazar Yahudilerinin Polonya Yahudilerine dönüşmeleriyle ne bir kimlik kaybı söz konusu ne de geçmişle olan bağların kaybedilmesi. Polonya ve Litvanya’daki tipik taşra yerleşim merkezleri olan Shtetl’lar muhtemelen XIII. yüzyılda Hazar ülkesindeki pazar-kent (kasaba) yerleşimlerinden gelmektedir. Köylerle şehirler arasında bir basamak oluşturmaktadır. shtetl’den shtetl’e dolaşan hikaye anlatıcıları, müzisyenler aynı şekilde eski Türk adetlerinden gelmektedir [Meddah ve aşık gibi, ç.n.]. Polonya Yahudileri’nin en iyi at arabası yapanlar olmaları da eski göçebelikten kalan bir Hazar geleneği olmalı. Araba yapan ustaya İbranice “ba’al agalah” denir. Bu kelime de çaya “blagula” olarak geçmiştir. Aynı şekilde tahta, deri, kürk işleri ve bu malların ticareti, değirmencilik hancılık için de durum aynıdır.
Ayrıca geleneksel kıyafetlerde de pek çok ipucu bulmak mümkün. Yiddishlerde giyilen ipek kaftan Tatarlarınkine benzer, başa takılan takke “yarmolka” Özbeklerinki gibidir, üstüne giyilen tilki veya samur kürkten “streimel” ise Kazak başlıklarına “Börk”lere benzer. XIX. yüzyıla kadar kadınların taktıkları sarık şeklindeki başlık da aynı Türkmen veya Kazak kadınların giydiği “Cauluk”un eşidir. Geleneksel bayram yemeği olan “Sazan dolması / gefillte fisch” de Hazar Denizi kıyılarından kalan eski bir adet değil mi?
Bir başka önyargı da Batı Avrupa’dan Doğu’ya sürülen Yahudiler’in sayısıdır. Tarihî kaynakları incelersek bunun hiçbir zaman yoğun bir göç dalgası oluşturmadığını görürüz. Ren nehrini aşarak Polonya’ya gelen Yahudiler’in sayısı Almanya’daki ortaçağdaki Yahudi cemaatlerinin boyutunu göz önüne alırsak son derece azdır. Doğu Avrupa’daki Yahudiler’in esas menşei büyük ölçüde Hazar ülkesidir. Bir başka argüman da Yidish dilinin kökenindeki Alman diyalektinin menşeidir, ancak yapılan araştırmalar sonucunda hiçbir Yahudi yerleşimi olmamış olan Doğu Alman lehçelerden kaynaklandığı anlaşılmıştır. Yidish dilini Almanya’dan gelen Yahudilerin Polonya’ya taşıdığı savı yanlıştır. Ancak Polonya’ya yoğun olarak XIV. yüzyılda yerleştirilen Alman kolonların sayesinde olmuştur.
Böyle bir varsayımın sonuçları çok ileriye gidebilir ve bu bize bazı tarihçilerin neden bu konulara son derece ihtiyatlı yaklaştıkları veya geçiştirip gözardı ettikleri hakkında bir fikir verebilir. Musevilik Ansiklopedisi’nin(20) 1973 yılındaki baskısında yukarıda alıntı yaptığımız Prof. Dunlop’un kaleme aldığı “Hazarlar” maddesinde, yayın kurulunun sonradan yazdığı başka bir bölüm ise sadece krallığın yıkılmasından sonrasına değinir. Bunun sebebi de okuyucuyu fazla heyecandırıp “Tanrı tarafından seçilmiş ulus” dogmasına karşı içinde bir şüphe uyanmasına imkân vermemektir:
“Anadilleri Türkçe olan Kırım, Polonya veya Litvanya’da yaşayan Karaylar, soylarının Hazarlar’dan geldiğini iddia ediyorlar, folklorik ve antropolojik bazı veriler de anadillerinde olduğu gibi bu iddiaları doğrular gözüküyor. Avrupa’da sürekli bir şekilde Hazarların soyundan gelinmesi konusunda son derece ciddi veriler olduğu sanılıyor.”
Yahudiler’in Hazar kökenliliğinin en radikal savunucularından biri olan, Tel Aviv Üniversitesi Ortaçağ Yahudi Tarihi uzmanı Prof. A. N. Poliak, birinci baskısı 1944’te ikincisi 1951’de yapılan “Khazaria” adlı eserinin giriş bölümünde şöyle diyor:
“Hazarların Yahudiliğiyle diğer Yahudi cemaatlerinin ilişkilerileri sorunundan ziyade bu Yahudiliğin (Hazar) Doğu Avrupa’daki büyük Musevî topluluklarının çekirdeğini oluşturduğu sorunu üzerine yeni bir anlayış içerisinde yaklaşmak gerekmektedir. Bu topluluğun torunları da, gerek halâ oralarda yaşayanlar olsun, gerek Amerika’ya veya başka ülkelere göçenler hattâ İsrail’e gidenler olsun günümüzde dünya üzerindeki Yahudiler’in en büyük çoğunluğunu oluşturmaktadırlar.”
Bu satırlar yazıldığı tarihlerde Nazilerin gerçekleştirdiği holocauste’un gerçek boyutları daha tam olarak bilinmiyordu. Ancak bu da o kadar önemli değildi zira hayatta kalan ve İsrail’i kuran Yahudiler’in çoğunluğunu Doğu Avrupa’dan gelenler yani Hazar kökenliler oluşturuyordu. Bu da bu Yahudiler’in atalarının Ürdün nehri kıyılarından değil de Volga kıyılarından, Kenan ülkesinden değil de aynı zamanda Arî ırkın kökünün geldiği Kafkasya’dan geldiklerini, genetik açıdan da Hunlarla, Macarlar’la, Uygurlar’la olan akrabalıklarının Hz. İbrahim, Hz. İshak veya Hz. Yakup’tan daha yakın oldukları anlamına geliyordu. Böyle bir durumda da “antisemitizm”in bir anlamı kalmıyordu. Yavaş yavaş tarihin karanlıklarından gün ışığına çıkan Hazarlar’ın tarihi belki de gelmiş geçmiş en büyük, en acımasız ve en trajik bir yanılgının ifadesiydi.
Arthur KOESTLER *
* 1905’te Budapeşte’de doğdu. Daha sonra İngiliz vatandaşı oldu. 20. yüzyılın bu büyük yazarı 1983’te öldü.