Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Hazar Türkleri Neden Museviliği Seçti?

“Batı Avrupa’da Charlemagne imparatorluk tacını giydiği tarihlerde, Avrupa’nın doğusunda, Kafkasya ile Volga arasında Hazar İmparatorluğu adı altında tanınan bir Musevi Devleti hüküm sürüyordu ...” sözleriyle başlayan Arthur Koestler’in 13. Kabile adlı eserini, tarihin en muhteşem ve en gizemli konularından biri hakkında eşi bulunmayan bir eser olarak niteleyebiliriz. Koestler Hazarlar üzerine araştırma yapmış bütün tarihçilerin eserlerini birbirleriyle karşılaştırıp son derece akılcı bir yaklaşımla, unutulmuş veya unutturulmuş olan bu tarihi çözümleyerek günümüzü anlamaya çalışıyor ve belli tabuları zorluyor. Günümüz Musevilerinin çoğunluğunu oluşturan Aşkenazların etnik kökenlerinin Sami ve İbrani olmadığını, Ben-i İsrailoğullarının 12 kabilesinin dışından Türk kökenli Hazarlar’dan yani bir 13. kabileden geldikleri iddialarını ispatlıyor. Üstelik de dünya üzerindeki Musevilerin ezici çoğunluğunun Aşkenaz olmaları oldukça düşündürücü. XV. ve XVI. yüzyıllara kadar Hazarlar üzerine oldukça ihtiraslı tartışmalar yapılmış olmasına rağmen sonra uzun bir zaman tamamen ortadan kalkmış olduğunu görüyoruz. XX. yüzyılın kinci yarısında tekrar alevlenmekle beraber, her ne kadar sadece konulara vakıf kısıtlı çevrelerde polemik konusu olduysa da çeşitli “resmi tarih”lere de ters düştüğü için olmalı, hiçbir zaman yeterince medyatikleşmediğine şahit oluyoruz.



Hazar’lar Türk kökenliydiler, güçlü bir medeniyete sahiptiler ve bilinmeyen sebeplerden dolayı Museviliği resmi din olarak kabul etmişlerdi. Hazar Denizi ile Karadeniz arasında V. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar hüküm süren Hazarlar bir soykırıma uğramadan tarih sahnesinden çekildiler. Onlardan kalan izler neler? Kimdiler? Musevilik tarih boyunca İbranilerden başka hiçbir kavim, hiçbir millet tarafından kabul görmediği halde ve diğer tek Tanrılı dinlerin tam tersine İsrailoğulları kendi dinlerini başkalarına ne dayatarak, ne de gönül rızasıyla hiçbir zaman yayma çabası göstermemiş olmalarına rağmen, nasıl oluyor da bu kuralın tek istisnasını bir Türk kavmi oluşturuyor? Acaba bugünkü Doğu Avrupa Musevilerinin önemli bir kısmının kökeni Hazarlardan mı geliyor? Nazilerin soykırımına uğrayan “İsrailoğulları”nın ataları aynı zamanda da arî ırkın beşiği olan Kafkasya’da ortaya çıkan bu 13. kabileden mi geliyorlar? Arthur Koestler’e göre “antisemitizm” bu verilere göre anlamını yitiriyor. Koestler, “bu tez aynı zamanda hem cellatların hem de kurbanların ister istemez içine düştükleri trajik bir yanılgıyı ortaya koyuyor, belki de tarihin en acı yanılgısını” demekten kendini alamıyor. Sonuç olarak, Arthur Koestler’in belgelediği gibi, Hitler’in Yahudi soykırımında Macaristan, Polonya ve Rusya’da yaşayan Hazar Türklerinin torunları ne yazık ki nasibini aldı ve toplama kamplarına gönderilerek yokedildi.



Batı Avrupa’da Charlemagne’ın imparatorluk tacını giydiği tarihlerde, Avrupa’nın doğusunda, Kafkasya ile Volga arasında Hazar İmparatorluğu adıyla tanınan bir Musevî Devleti hüküm sürüyordu. Altın çağına VII. ve X. yüzyıllarda erişen bu devlet, ortaçağ Avrupa’sının, dolayısıyla modern Avrupa’nın da biçimlenmesinde önemli bir rol oynamıştı. Bunun en fazla farkında olanların başında, aynı zamanda da iyi bir tarihçi olarak tanınan Bizans İmparatoru VII. Konstantin Porphyrogenitos (901-959) geliyordu. “De Cerimoniis-Törenler Kitabı” adlı eserinde, Roma’daki Papa’ya ya da Batı Roma İmparatoru’na gönderilecek bir mektup için iki sikkelik altın damga yeterken, Hazar kralına gönderilecek bir mektuba ancak üç sikkelik altın damga gerekir diye bir not düşmüştü. Bunun bir iltifattan çok bir realpolitik gereği olduğunu anlıyoruz. IX. yüzyılda, Bizans İmparatorluğu için büyük bir olasılıkla Hazar Kağan’ının önemi, Charlemagne ve onun soyundan gelenlerinkinden daha az değildi hattâ belki de daha fazlaydı. Uzun bir süre, doğudaki en güçlü devletler olan Bizans ve Abbasiler’le boy ölçüşebilecek Hazarlar’dan başka bir güç bulunmuyor.



Etnik yapı açısından Türkler’den oluşan Hazar ülkesi, Hazar denizi ile Karadeniz arasında, zamanın büyük güçlerinin ısrarla denetimleri altına almaya çalıştıkları ve son derece hayatî ticaret yollarının kesiştiği bir bölgede yer aldığı için önemli bir stratejik konumdaydı. Bizans açısından bir tampon devlet rolü oynuyor ve Doğu Roma İmparatorluğu’nu, önce Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, daha sonra da Vikingler ve Rûslar gibi kuzey steplerinin amansız savaşçı barbar kavimlerinin istilâ tehlikesinden koruyordu. Bizans diplomasisi açısından olduğu kadar Avrupa tarihi açısından da önem taşıyan noktaysa, Hazarların güneyden bir çığ gibi gelen Arap istila dalgalarını durdurup püskürtmesi ve Arap akınlarının İran üzerinden Orta Asya’ya doğru yönelmesine sebep olmasıdır. Batıdan ilerleyerek Avrupa’yı istila eden Arap ordularının Fransa’da Poitier bölgesinde Charles Martel tarafından zorlukla durdurulabilmesine karşın, doğu cephesinde Hazarlar Doğu ve Orta Avrupa’nın Araplarca istilasını engellemişler ve onlara Kafkasya kapılarını kapamışlardı.



Tarihin bu çok az bilinen bölümü hakkında Hazar tarihinin en önemli uzmanlarından biri olan Prof. D. M. Dunlop(1) 1954’te yazdığı “The History of Jewish Khazars” adlı kitabında şöyle der: “Hazarlar olmasaydı Doğu’daki Avrupa uygarlığının kalesi olan Bizans, Arapların karşısında çok uzun süre dayanamazdı. Büyük bir ihtimalle bunun doğal sonucu olarak Hıristiyan ve İslâm dünyalarının tarihi de bugünkünden çok daha farklı olurdu”.



Hazar Türkleri’nin Arap akınları karşısında böylesine bir zafer kazanmasının yarattığı yankıların bir sonucu olarak, ilerde V. Konstantin adıyla tahta çıkacak olan Bizans prensi, bir Hazar prensesi ile evlendi. İmparatoriçe Irena adını alacak bu prensesin İstanbul’a getirdiği giysiler saray çevresinde öylesine hayranlık yaratıp moda oluyor ki bunlara “Tzitzakion” adı veriliyor; bu sözcük de prensesin kendi isminden geliyor; “Çiçak” [yani günümüz Türkçesindeki çiçek, ç.n.]. Bu evlilikten doğan ve de Hazar lâkabını taşıyarak imparator olan IV. Leon, 775-780 tarihleri arasında hüküm sürecekti.



Hazar Kağanı’nın gücünün VIII. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nun Kafkasya üzerinden geçen ticaret yollarının Müslüman akınlarına karşı güvenliğini sağlamaktan öte, Bizans’ın saray entrikalarına müdahale edip imparator tayin edilmesinde rol oynayacak kadar arttığını savunan Dunlop’un ifadesinde hiçbir abartma payı yok.(2)





Hazarlar, şamanlığı bırakıp Musevî dinini kabul ediyorlar



Bir süre sonra, 740 tarihinde, Hazar İmparatoru ve saray çevresi başta olmak üzere tüm yönetici ve askerî sınıf, Musevî dinini kabul ettiler ve çok geçmeden de bu yeni din, Şamanlığın yerine resmî din sıfatını aldı. Bugün bile böyle bir olay nasıl çarpıcı ve olağanüstü gözüküyorsa o zaman da bu kararın aynı şekilde şaşırtıcı olduğunu Bizans, Arap, Rus ve İbranî kaynaklardan saptamak mümkün. Çağdaş Macar tarihçisi Anthal Bartha’nın 1968’de yazdığı ve VIII ila IX. yüzyıllardaki Macar toplumunu inceleyen bir eserinde birkaç bölüm Hazar Türklerine ayrılmış bulunuyor. Bu yüzyıllarda Macarlar Hazarların himayesinde olmalarına rağmen, kitapta Hazarların Musevî dinini kabul etmelerine sadece bir paragrafta değinmesi yazarın bu tarihi olgu karşısında ne derece rahatsızlık duyduğunu sezinlemek için yeterli:



“Fikir tarihiyle ilgili sorunlar konumuz dışında olmasına rağmen Hazar krallığının devlet dini meselesine dikkat çekmek zorundayız. Musevî dini toplumun yönetici sınıflarının kabulü ile resmi din oluyor. Etnik olarak Yahudi olmayan bir halkın Museviliği din olarak kabul etmesi doğal olarak ilginç spekülasyonlar yaratabilir. Bizans’ın Hıristiyanlığı yayma misyonuna karşı olduğu kadar Arapların İslamî yayılmacılığına da bir çeşit meydan okuma mahiyetinde olan Hazarların din değiştirmeleri, üstelik de sözünü ettiğimiz iki imparatorluğun siyasal baskıları altında olmasına rağmen Musevilik gibi, tektanrılı bir din olmakla beraber hiçbir dış siyasal desteğe sahip olmayan, tam tersine her tarafta baskılara uğrayan bir dini kabul etmeleri bu konularda araştırmalarda bulunan tüm tarihçileri hayretler içerisinde bırakmıştır. Hazarların bu seçimlerinde güttükleri amaç siyasal bağımsızlık iradesinin ifadesinden başka bir şekilde açıklanamaz”.





Hazarların uygarlığı bir göçebe kültüründen ibaret değil

Hunlar’ın yani Atilla’nın, ordularıyla Avrupa’yı tehdit etmesi tarih sahnesinde sadece 24 seneye tekabül eder (372-453). Devlet ömrünün bu kadar kısa sürmesini, Batılı tarihçiler, Hunlar’ın göçebe bir halk olmasıyla açıklıyorlar, o zaman aynı şekilde göçebelerden oluşan ama 4 yüzyıl yaşayan Hazarlar için neden aynı gerekçe geçerli olmamıştır? Hazarlar’ın yaygın konut tipi, başlangıçta çadır olumuşsa da son derece büyük yerleşim merkezleri ve devamlı gelişim gösteren bir toplum yapıları vardı. Kısa bir sürede yarı yerleşik hayata geçmişlerdi ve göçebe savaşçı kabileler, hayvancılığın yanı sıra tarım, bağcılık, balıkçılık, ticaret ve sanatkârlıkla da uğraşıyorlardı.



Sovyet arkeologların yaptıkları araştırmalarda elde ettikleri bulgulara göre Hazarlar, Hunlar’dan daha farklı olarak çok ileri bir medeniyet seviyesine erişmişlerdi. Kilometrelerce alanlara yayılan geniş köy veya kasabalar, son derece geniş ağıl ve ahırlara galerilerle bağlı olan evler bulundu. Bulunan at arabaları, gündelik eşyalar, kemer tokaları, eyer ve koşum parçaları gelişmiş bir zanaatkârlığın izlerini taşıyordu. Arkeologlar geç devirdeki dört köşe yapılardan daha alt seviyelerde ise yuvarlak ev tipleriyle karşılaştılar bu da çadırdan geçişin bir işaretiydi. O devirlerdeki Arap kaynakları, Hazarlar’ın yarı göçebe bir hayat yaşadıklarını, başkent İtil’de bile sadece kış aylarında yaşadıklarını belirtiyorlar. Baharla birlikte bozkırlara, ovalara gidiyorlar, belki de sadece şehir dışındaki bağ ve bahçelerinde kurdukları çadırlara yerleşiyorlardı.



Bu kazılarda elde edilen diğer çok önemli bulgular da bize VIII. yüzyıldan itibaren Hazarların kuzey sınırlarını korumak için karmaşık yapıda seri kalelerden oluşan bir sur sistemi oluşturduklarını gösteriyor. Bu ilginç sistemin tamamı bir yay şekli oluşturuyor ve geri savunma dayanağının Kırım üzerine yaslandığını görüyoruz. Böylece Donetz ve Don nehirlerinin havzalarını geçip Volga’ya kadar uzanan bu savunma düzeninin en güneyinde yer alan Kafkas dağlarının da doğal bir duvar oluşturduğunu ve batıda Karadeniz, doğuda da “Hazarların Denizi”yle bu savunma sistemini tamamladığı ortaya çıkıyor. Anlaşılan bu tarihlerden itibaren Hazarlar açısından tehlike oluşturan esas askerî tehdit, güneyden çok kuzeyden gelmeye başlıyor(3).



Sovyet arkeoloğu M. I. Artamanov’a göre; “Hazarlar IX. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinde, buralardaki bozkırlarda ve Dinyeper nehrinin geniş ormanlık bölgelerinde rakipsiz bir üstünlüğe sahiptiler. Yaklaşık bir buçuk asır boyunca Doğu Avrupa’nın güney yarısını hakimiyetleri altına almışlardı ve Asya ile Avrupa arasındaki en önemli doğal geçitlerden biri olan Ural Hazar hattını tamamen denetimleri altında tutuyorlardı. Bu dönemde doğudan gelen göçebe kabilelerin de tüm akınlarını durdurdular.”



Hazarlar üzerine olan kaynakların çoğunluğunun onları düşman olarak gören ülke tarihçileri tarafından yazılmış olması nedeniyle, özellikle de o devirdeki Arap, Gürcü veya Ermeni tarihçilerin eserlerine temkinle yaklaşılması gerekir; Hazarlar üzerine yazan Arap tarihçilerin eserlerinde gerek İbn Sait el Magrebî’nin gerek aynı zamanda bir seyyah olan İbn Fazlan’ın kitaplarında düşmanca ve yukardan bakan bir hava hakimdir. Sadece coğrafyacı Istakri eserinde AkHazar’ların çarpıcı güzelliğinden söz eder. İbn Said al Magrebi yaşanan toprakların en kuzeyinde, yedinci iklimde yaşayan Hazarların ülkesinin soğuk ve rutubetli olduğunu ve bunun sonucu olarak insanların uzun boylu, beyaz tenli, mavi gözlü, uzun ve genellikle kızıl saçlı ve soğuk tabiatlı olduklarını yazıyor ve kısaca vahşî bir görünüşe sahip oldukları sonucunu çıkartıyor. Doğal olarak bir asır süren ve Araplar için başarısızlıkla biten savaşların ardından, bir Arap tarihçisinden sevecen bir yaklaşım beklenmez herhalde. Bir Gürcü vakanüvis Hazarların kutsal kitaplarda sözü edilen Yecüc ve Mecüc’ler(4) olduğunu iddia ederek onların çirkin, kan içici, vahşî hayvan sürülerinden farksız olduklarını yazıyor. Bir Ermeni yazar ise; tiksindirici derece çirkin suratları, kirpiksiz gözleri ve kadınlar gibi omuzlarına inen kızıl saçları olan korkunç Hazar sürülerinden söz ediyor.



Türk adı belli bir etnik grubu belirlemese de V. yüzyıldan itibaren batıya doğru göç eden Ural-Altay dil gurubuna dahil çeşitli etnik gurupları ortak olarak “Türk” diye adlandırmak adet oldu. Bu adı takan Çinliler, bir ırktan çok, belli bir dili tanımlıyorlardı. Bu noktadan hareketle, Hunları ve Hazarları da Türk olarak tanımlayabiliriz. Hazarların konuştuğu lehçenin bugünkü Çuvaşların diline yakın olduğu sanılıyor. Çuvaşlar kendilerinin Hazarlara çok yakın bir dil konuşan eski Bulgarlardan geldiklerini iddia ediyorlar. Hazar kelimesiyse Türkçe gazar; gezer yani göçebe kelimesinden geliyor(5).



Hazarlar ile ilgili ayrıntılı ciddi belgeler nadir ve çoğunlukla ikinci elden yani aktarma bilgilerden oluşuyor. İki büyük istisnayı, Abbasi döneminde diplomatik bir misyona katılan İbn Fazlan’ın eseriyle, Endülüs Emevileri devrinde Halife III. Abdürrahman’ın dışişleri bakanı konumundaki Hasday İbn Çiprut’la Hazar kralı Jozef arasındaki yazışma oluşturuyor.



İbn Fazlan’ın eseri Hazarlar üzerine cılız bilgiler vermekle birlikte o zamanki Hazarlar ve onların hakimiyetindeki diğer Türk toplulukları konusunda eşi bulunmayan ayrıntılara sahip. Bulgarlar ve Oğuzlar başta olmak üzere çeşitli kavimler ve coğrafyalar üzerine, ayrıntılı bilgi ediniyoruz. Komşularına göre Hazarların çok daha modern bir yaşamları olduğunu öğreniyoruz. Hazarlar’ın sulama kanalları açtıklarını ve daha ılıman iklimden gelen Araplar’da bile hayranlık yaratacak derecede geniş ve verimli tarım, bağ ve bahçecilik yaptıklarını İbn Fazlan’dan başka el-İstarkî, el-Masudî ve İbn Havkâl da kaydediyor.



Ancak ana zenginlik kaynağının yine de dış ticaret olduğunu, beş bin kişilik, üç bin hayvanlık kervanlardan söz edilmesinden anlıyoruz. Hazarların denetimleri altında tuttukları ve geçen bütün mallardan, köleler de dahil olmak üzere %10 vergi aldıkları yollar hem Urallar üzerinden Orta Asya’yı Volga ile güneye, Karadeniz’e bağlıyor, hem de Kafkasya üzerinden Ermenistan, Gürcistan ve Bizans’a giden yollarla birleşerek bir kavşak oluşturuyor. Ayrıca Hazarların Macarlar, Bulgarlar, Oğuzlar gibi kendilerine tabi olanlardan aldıkları vergileri de eklersek ne derece önemli bir gelire sahip olduklarını kestirmek pek güç olmaz. Ek olarak, bu zenginlikleri koruyabilmek için gerekli olan, o ölçüde güçlü ve hatırı sayılır bir askerî güce ve yetenekli vergi tahsildarlarına, gümrükçülere sahip oldukları sonucunu çıkartabiliriz.



Derbent-nâme adlı Farsça bir eser Hazar ülkesindeki, yerleri hâlâ belirlenememiş, zengin altın ve gümüş madenlerinden söz etmektedir. Öte yandan bir çok kaynak Bağdat’ta, İstanbul’da, İskenderiye’de, Samara ve Fergana’da Hazar tacirlerinden ve mallarından söz etmektedirler. İbn Havkal, Hazar kralının ordusunda dört bin kişilik bir Harzemli Müslüman muhafız alayı olduğunu yazıyor ve İslâm ülkelerindeki savaşlardan ve baş gösteren veba salgınlarından ötürü göçler olduğundan söz ediyor. Bizans ordusunda da son derece yüksek maaş alan gayet seçkin bir Hazar alayı olduğunu biliyoruz.



Hazarların ilk başkentlerinin Kuzey Kafkasya eteklerindeki Balancar kalesi olduğu sanılıyor. Daha sonra başkent kuzeyde, Volga üzerinde, Budapeşte’yi anımsatır bir şekilde kuruluyor; nehrin iki yakasına kurulan bu yeni şehrin batı yakasi İtil veya İdil, doğu yakası da Hazaran diye anılıyor, bazı kaynaklarda ise sanki iki ayrı şehirmiş gibi geçiyor. Batı yakada Kağan ile bütün yönetici ve soylular yaşıyor, doğu kesimde de değişik dinlerden Hazarlar ve onlara tabî diğer milletlerden oluşan bir nüfus yaşıyor. Arapların Heredot’u olarak anılan el-Masudî “Altın Çayırlar” adlı eserinde şehirde yedi tane hakim bulunduğunu, bunlardan ikisinin Hazarlar için Musevî, ikisinin Müslüman, ikisinin Hıristiyan ve birinin de Şaman olduğunu yazıyor. Bu şehir adalet ve güvenlik açısından çok rahat olduğu için yerleşmiş çok sayıda Müslüman tacir olduğunu, biri büyük olmak üzere birkaç cami ve okul olduğunu ilave ediyor. X. yüzyılda bu yazılanları Musevî Ansiklopedisi de doğruluyor ve Hazarlar maddesinde; “Batı Avrupa’da anarşinin, cehaletin ve yobazlığın kol gezdiği bir dönemde, liberal ve adil bir yönetime sahip olduğundan Hazar Krallığı’nın gurur duyması doğaldı” diyor. Gerçekten de Hazarlar, Batı Avrupa’dan olduğu kadar Bizans İmpratorluğu’ndan ve ilk dönemdeki İslâm dünyasından da daha hoşgörülü bir yönetime sahiptiler. Ancak bilhassa Arap kaynaklarını incelediğimiz zaman genelde düşmanca bir bakış olmasına rağmen yine de gizli bir hayranlık seziliyor, Arap tarihçiler, Hazarlar, Oğuzlar veya Bulgar’daki toplumsal yaşamdaki hoşgörü, düşünce özgürlüğü, şüphecilik, siyasal hayatta görece demokratik bir yapının hakimiyeti ve hiyerarşiye kör bir bağlılığın olmayışını kendi açılarından çarpıcı örneklerle aktarıyorlar(6). Mükemmel bir gözlemci olan Ahmet ibn Fazlan’ın seyahatnamesinnde yazdığına göre; Hazarlar iki yüzyıldan beri Museviliği kabul etmişlerdi ancak diğer göçebe soydaşları olan Bulgarlar, Oğuzlar ve Türkler daha hâlâ Hazarların eski dini olan Şamanlığa bağlıydılar.





Hazarların din seçimi ve jeopolitik dengeler



Hazarlar din olarak Museviliği seçtiklerinde, zaten zengin ve güçlü bir konumda olduklarından, herhangi bir ekonomik çıkar peşinde olmadıkları açıktır. Siyasal açıdan bakarsak VIII. yüzyılın Hıristiyan ve İslâm ülkelerin oluşturduğu bir ideolojik kutuplaşmaya sahne olduğu görülüyor. İnsanlık tarihinde ilk kez tektanrılı dinlerin rekâbetiyle, dinin, klasik bir propaganda aracı olarak siyasal ve askerî yayılma politikalarının emrine girdiğini görüyoruz. Hazarlar müttefik ya da rakip olarak bir üçüncü güç oluşturmakla birlikte Müslümanlığı veya Hiristiyanlığı kabul ettikleri takdirde bu tercihin kendilerini Bizans’ın veya Bağdat’ın kültürel hakimiyeti altına sokabileceğinin bilincine varmışlardı. Zaten siyasî beklentilerin simgesi olan hanedan evlilikleri, askerî ittifaklar, diplomatik nezaket misyonları, ortak çıkarları gözeten kapsamlı anlaşmalar, din değiştirme yönünde doğrudan veya dolaylı ısrarlara vesile oluyordu.



Hazar Kağanı da Şamanlığın artık yeni tektanrılı dinlere göre anakronik kaldığını ve teokratik imparatorluklarda hükümdarın elindeki hukukî ve ruhanî güce karşın, kendisine tâbi olan onca bozkır halkını sadece askerî güçle elinde tutabildiğinin ve bunun da artık gitgide yetersizleştiğinin farkındaydı. Ancak haklı olarak, kıskaçı altında bulunduğu her iki dinden birini kabul etmesinin de siyasal bağımsızlığının sonunu getireceğini düşünüyordu. Dolayısıyla görünüşte her iki dinin de saygın geçmişini oluşturan ve siyasal hiçbir kuşkuya yer vermeyecek olan bir üçüncü tektanrılı dini kabul etmenin daha mantıklı bir karar gibi görünmesi doğaldı.



Tarihi incelerken bazı gelişmelerin son derece rasyonel olarak değerlendirilebilmesi kolaydır, ancak olayların oluştuğu dönemlerde sıcağı sıcağına böylesine pragmatik kararlara varılabilmesi, tarihte eşi nadir görülen olağanüstü bir zekâ gerektirir(7).



Hazarların inanç konusundaki bu hoşgörülü yapısı gerek Bizans’ta gerek İslâm dünyasında baskı gören tüm Yahudiler için sürekli, güvenle sığınılabilecek bir çekim alanı oluşturdu(8). Tarihi boyunca Hazarların ülkesi gördüğümüz gibi Museviliğe geçmelerinden önce olduğu kadar, sonra da, önce baskılardan kaçan Yahudilere bir sığınma ülkesi, sonraları da tam anlamıyla bir ulusal merkez (foyer national) oluşturdu. Daha gelişmiş kültürlerden gelen yeni mülteciler, şüphesiz, daha evvel sözünü ettiğimiz gibi Arap tarihçilerini hayrete düşüren bu kozmopolit ve hoşgörülü havanın oluşmasında önemli bir rol oynadılar. Yeni gelenler beraberlerinde Bizans’ta icra ettikleri sanat ve mesleklerini, işbilirliklerini, tarım ve ticaret bilgileriyle beraber İbrani alfabesini de getirdiler(9).





Hazarların Yahudiliği seçmelerine dair belgeler



Bu din değiştirmenin hangi şartlarda ve tam olarak nasıl olduğu konusu biraz efsaneleşmiş olmakla birlikte Arap ve İbrani kaynaklarında bazı temel belgeler bulunmaktadır. Masudî’nin yukarıda değindiğimiz eserinin sonunda bu konuda yazarın daha evvelce bir başka kitap daha yazmış olduğu anlaşılıyor. Bu eser ortadan kaybolmuş olmakla birlikte kaynak alınarak daha sonra kaleme alınan iki başka eser mevcud.



İlki, 1327’de Muhammed Dimaskî’nin kaleme aldığında yazar; Harun Reşit devrinde, Bizans imparatorunun Yahudiler’i göçe zorladığını, Hazarların ülkesine gelen bu göçmenlerin orada “Çok akıllı ancak yeterli eğitimden yoksun bir halk bulduklarını ve onlara kendi dinlerini bahşettiklerini, onların da bu dini kendilerininkinden daha üstün bulduklarını ve kabul buyurduklarını” yazıyor. Daha detaylı bir hikâye içeren el-Bekrî’nin “Hükümdarlıklar ve Yollar Kitabı” adlı eserinde de başka hiçbir yerde rastlanmayan bir hikâye anlatılıyor. “Önceleri putperest olan Hazarların kralının Yahudi dinini kabulü şöyle olmuştur. İlk önce Hıristiyanlığı kabul etti. Sonra bunun sahteliğini anladı ve yardımcısı, (Bey) komutanıyla kafasını iyice meşgûl eden bu konuyu incelemeye başladı. Bey de ona dedi ki: “Hükümdarım, kutsal kitaplara inananlar üç guruba ayrılır. Çağır hepsinin bir temsilcisini, burada davalarını savunsunlar, sen de gerçeğe sahip olana inancını bağlarsın.”



Bunun üzerine Hıristiyan ülkesinden bir piskopos getirirler. Ancak kralın yanında son derece akıllı ve belagât sahibi haham varmış ve kurnazlıkla piskopozu tartışmada çıkmaza sokmuş. Ona demiş ki; “Hey gidi Ümran oğlu, Musa ve ona gönderilen Tevrat için ne dersin?” Piskopos bu soruya, “Musa Yüce Allahın peygamberidir ve Tevrat’ın yazdığı her şey doğrudur” diye cevap vermiş. Bunun üzerine haham krala dönerek “Bak benim dinimin hak dini olduğunu kabul etti bile, şimdi kendi dinince neye inandığını sor ona” demiş. Kralın sorusuna papaz “Ben de İsa’nın Mesih olduğuna, Meryem’in oğlu olduğuna, onun Kelâm’ının da Allahın adına sırları açıkladığına inanıyorum” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Yahudi de Hazarların kralına, “Benim tanımadığım bir doktrini savunuyor, halbuki kendisi benim inandıklarıma inanıyor” demiş. Piskopos da sözlerine inandırıcı hiçbir delil ibraz edememiş. O zaman kral bir de Müslüman din adamı çağırtmış, bunun üzerine ona büyük bir bilgin yollamışlar ama Haham bir kiralık katil tutup daha yoldayken onu zehirletip öldürtmüş. Böylece Yahudi, kralı kendi dinine çekmeyi başarmış ve Hazarlar da Musevî olmuşlar.”



Bu hikâyede Arap tarihçilerin kendileri için acı olabilecek hapı yenilir yutulur bir hale getirmeye çalıştıkları yorumunu yapabiliriz. Eğer Müslüman bilgin de gelip tartışmaya katılsa aynı tuzağa düşmesi kaçınılmazdı zira Hıristiyanla birlikte her ikisi de Tevrat’ın gerçekliğine inandıklarını beyan edecekler ama iş İncil ile Kur’an’a gelince her ikisi de ikiye bir oyla kaybedeceklerdi. Kral, sembolik olarak her üç dinin de temelini oluşturan ana doktrine inanmaya hazır, ancak ileri safhada ortaya çıkan rakip doğmalara katılmıyor. Ayrıca profesör Bury’nin altını çizdiği önemli bir nokta da, Hazar kralının sarayında, din değişikliğinden önce bile Musevîlerin zaten güçlü bir yeri olması: Hıristiyan ve Müslüman din adamı uzaklardan getirtilirken Yahudi din adamı orada hükümdarın yanıbaşında hazırdır(10).



Bu konuda elimizde bulunan en ciddi Arap kaynağı -sonradan Musevî kaynağı olarak da karşımıza çıkar-, “Hazar Yazışması” adı altında bilinen, İbranice yazılmış, Kurtuba’daki Endülüs Emevi Halifesi’nin bakanı Hasday ibn Çiprut(11) ile Hazar kralı Josef arasındaki (daha doğrusu her ikisinin sekreterleri tarafından kaleme alınmış olan) yazışmadır. Yazıdan anlaşıldığına göre İran’dan, Horasan’dan gelen tacirlerden Hasday ilk kez bağımsız bir Yahudi krallığının varlığını duyar. Bu hikâyeyi ilk olarak şüpheyle karşılar ama yine de meraklanır ve Bizans diplomatik misyon üyelerine bu konuyu sorar. Diplomatlar tacirlerin verdiği haberi doğrulamakla kalmayıp Hazar krallığı üzerine ayrıntılı bilgi de verirler; hattâ o sıra tahtta olan kralın adının Josef (Yasef) olduğunu bile söylerler. Hasday da bunun üzerine bu krala bir mektup yollamaya karar verir. Mektubunda kral Josef’e Hazar devleti, halkı, hükümeti üzerine bir sürü soru yöneltir ayrıca da onların Filistin’den geldiklerini sandığı için, oniki kabileden hangisinden olduklarını öğrenmek ister. Bu kabilelerin çoğu kaybolduğu için Hasday belki de bunlardan biri olduklarını sanıyordu. Yahudi kökenden gelmediği için Josef bu kabilelerden hiç birisine mensup değildi.



Josef cevabında Hasday ibn Çiprut’a iki yüz sene önce vuku bulan Musevîliğe geçişin hangi şartlarda ve nasıl olduğunu anlatır. Son derece ilginç olan bu yazıda kral Josef, “atası Bulan Han’ın güçlü bir fatih olduğu gibi aynı zamanda da büyük bir bilge kişi olduğunu, ülkesinden büyücüleri ve putperestleri kovduğunu, bundan sonra da ona rüyasında bir meleğin görünüp tek bir Tanrıya iman göstermesini, bunu yaparsa Tanrı’nın da onu, soyunu ve halkını kutsayıp varlıklarını kıyamete kadar sürdüreceği, düşmanlarına da aman vermeyip, onlara türlü zorluklar yaratacağı vaadinde bulunduğunu” yazar.



Buraya kadar yazdıkları Kitab-ı Mukaddes’teki Tekvin (Génèse) bölümünden açıkça esinlenmiş olduğundan Hazarların da Hz. İbrahim soyundan olmamakla birlikte kendilerini “seçilmiş halk” olarak gördükleri sonucunu çıkartabiliriz. Ancak Josef’in mektubu buradan sonra birden bire özgün bir niteliğe yöneliyor. “Yüce Yaradan’a hizmet etmeye hazır olan Bulan ancak bir istekte bulunuyor ve Tanrım sen benim kalbime, duygularıma, düşüncelerime vakıfsın ve sana nasıl inandığımı ve güvendiğimi biliyorsun, ancak başında olduğum halk kâfir bir kafa yapısındadır ve bilmem ben onları tek başıma inandırabilir miyim? Sana yalvarırım bana gönderdiğin meleği bana destek olması için benim Büyük Prensime de gönder”... “Bulan’ın duasını kabul eden Tanrı isteğini yerine getirir ve Büyük Prens rüyayı gördüğü gecenin sabahı hemen Kağan’ı bulur ve anlatır...” Kutsal kitaplarda, İbrani olsun İslâmi olsun böyle rızası alınacak bir Prens konusu bulunmamaktadır. Burada anlatılan Hazar Devletindeki iki başlı yönetim adetidir. Hazarlarda Kağan hükümdardır ve ikinci yönetici Bek (Bey) veya Büyük Prens denen hem Başbakan hem de Başkomutan konumundaki yardımcısıdır. Belki de aslında Bulan, bu Büyük Prens’ti çünkü Arap ve Ermeni kaynaklarına göre 731 (Yahudiliğin kabulünden bir-iki sene önce) tarihinde Kafkasya’ya askerî sefere çıkan Hazar ordusunun komutanın adı Bulhan’dır.



Tanrı ondan bu sefer bir tapınak yaptırtmasını ister o da fazla zengin olmadığını söyleyince Melek onu Kafkasya’ya Daryal ve Erdebil’e sefer eylemesini orada yeterince altın bulabileceğini öğütler. Burada da Hazarların bir süre Kafkasya’daki altın ve gümüş madenlerini ele geçirdiklerini yazan Arap ve Ermeni kaynaklarıyla kesişen bilgiler var. Bu seferden sonra ilk tapınak yapılır. Bu olaylardan iki yüzyıl sonra yazılan mektupta olayların efsanelerle karıştığı görülüyor.



Mektubun devamından Kralın ve Bey’in Yahudiliği kabul etmeleri duyulunca hem “Adom” kralının (Bizans İmparatoru) hem de İsmaelim’lerin kralının (Bağdat Halifesi) Hazar’lara elçiler gönderip kıymetli armağanlar ve bilgin din adamları gönderdikleri anlaşılıyor. Her iki taraf da Hazarlar’ın temsil ettikleri gerçek dine imân etmelerini amaçlıyorlar. Burada yukarda el-Masudî’den Arap versiyonunu okuduğumuz o önlü teolojik tartişma sahnesi anlatılıyor (tek fark Müslüman din bilginin de hazır olması). Her bilim adamı kendi dininin tanıtımını yaptıktan sonra Kral onlara ayrı ayrı kendi dininin dışında hangi dinin gerçeğe en yakın olduğunu soruyor ve Yahudilik az farkla kazanıyor, bu da aynı zamanda tarafsızlığın zaferi oluyor.



Bu yazışmadan çıkan sonuç Hazarların Yahudiliği yavaş yavaş ve kademeli olarak kabullendikleri, bu olaydan iki kuşak sonra bir reform hareketinin olduğu yönünde. Tek Tanrı’yı kabul eden hükümdarın büyücüleri ve putperestleri kovduktan sonra bu Tanrının Yahudi mi, Müslüman mı yoksa Hıristiyan mı olacağına hemen karar vermediğini de öğreniyoruz. Belki de Bulhan’ın kabul ettiği sadece Kutsal kitaba dayalı ilkel ve basit bir Musevîlikti ve dinî edebiyatı (İslâmdaki değişik imamların kitaplarındaki öğretiler gibi) ve tefsiri kapsamıyordu. Bu şekliyle de VIII. yüzyılda İran’da ortaya çıkan kısa sürede doğuda yayılan Karay mezhebine çok yakındı(12). Zaten Karayların da en yoğun oldukları yerlerden biri “Küçük Hazarya” denen Kırım’dı.



Dunlop ve diğer çağdaş tarihçiler genellikle 740-800 yılları arasında yani Bulhan’dan reformu yapan kral Obadia’ya kadar Hazarlar’ın bir çeşit Karay inancında olduklarını ve bu reform hareketiyle Ortodoks Yahudiliğin başladığını kabul ediyorlar.



Elimizdeki bu belgelerden bir asır sonra İspanya Musevîlerinin en büyük şairi kabul edilen Yehuda Halevî’nin (1085-1141) Arapça olarak yazdığı sonradan İbraniceye çevrilen “Kitab al-Khazarî” ve alt başlığı, “Deliller Kitabı ve Hor Görülen İman’ın Savunması” olan kitabının büyük bir bölümünün Kuzarilere (Hazarlar) ayrıldığını görüyoruz. Halevî bu eserinde Yahudi halkının Tanrıyla kulları arasında ayrıcalıklı bir arabuluculuk misyonuna sahip olduklarını ve en sonunda bütün ulusların Musevî dininde birleşeceklerini savunuyordu ve bunun ilk işaretini de Kuzarilerin Yahudiliği kabulünde buluyordu.



1170-1185 yılları arasında Doğu Avrupa’yı ve Anadolu’yu gezen bir Alman Yahudisi olan seyyah Rastibonlu Reb Petaşya, “Sibub Ha’olam / Dünya Çevresine Seyahat” adlı kitabında Kırım’ın kuzeyinde rastladığı Hazar Yahudilerinin Musevîliklerini eleştiriyor ve bunu onların heretik Karay inançlarına bağlıyordu.



Musevî kaynakların genelde çelişkili yaklaştıklarını gözlemliyoruz; XII. yüzyıldaki bir başka gezgin olan Toledolu Benjamin, İstanbul’da ve İskenderiye’de Hazar ileri gelenleriyle görüştüğünü, Halevî’nin çağdaşı İbrahim Ben Davut, Toledo’da Hazar kökenli öğrenciler gördüğünü aktarıyor. Büyük ilâhiyatçılardan biri olan Saadiyah Gaon (882-942) eserlerinde birçok kez Hazarlara değinir ve Mezopotamyalı bir Hiram’ın (Doğu Yahudiliğinde din adamları hiyerarşisinde Halife’ye yakın bir ünvan) Hazarların ülkesine yerleştiğinden söz eder. XI. yüzyıldaki kendisi de Karay olan bir başka Yahudi yazar, Yafet ibn Ali, Hazarlardan söz ederken aynı ırktan gelmedikleri için onlar hakkında “mamzer-melez veya piç” kelimesini kullanır. Çağdaşı Jacob ben Ruben ise Hazarlar için “Yahudi milletinin sürgündeki yegâne boyunduruk taşımayan ve kimseye haraç ödemeyen ulu cengâverleri” diye söz eder.



Gördüğümüz gibi Musevî kaynaklar Hazarların Yahudiliğini coşku, şüphe ve özellikle büyük bir hayretle karşılıyorlar. Neredeyse bu olayda kağanın kararı, Mesih’in gelmesinden çok daha sıradışı olarak yorumlanıyor.



Hıristiyan kaynak olarak da Westfalya’da Katolik bir keşiş olan Christian Druthmar d’Aquitaine’nin belirsiz bir tarihte (864’ten önce) yazmış olduğu “Exposito in Evangilium Mattei / Havari Mattehus’un İncil’inin açıklaması” adlı kitabının bir yerinde “Gökkubbenin altında, Hıristiyanların olmadığı uzak bir memlekette Hun soyundan olan Yecüc Mecüc adındaki halkların yaşadığı bir yerde, Gazariler diye bir millet vardır ki; onların hepsi sünnetlidirler ve de Yahudiliği tam olarak yerine getirirler” diye bir ibare vardır. Druthmar’ın Yahudi Hazarlar hakkındaki bilgisi bu kadarken Bizans İmparatoru çok tanınmış bir misyoneri onları Hıristiyanlaştırmak için görevlendirmişti. İlerde Slavların Havarisi olacak olan Selânikli Kiril, adını taşıyacak olan bir alfabeyi de hazırlayacaktı. Ağabeyi Metod’la birlikte Patrik Fotius’un(13) tavsiyesi üzerine İmparator III. Michael tarafından Hıristiyanlaştırma misyonuyla görevlendirilmişti.



Slavlar arasında başarıyla sonuçlanan bu misyon, tarihten öğrendiğimize göre Hazarlar arasında sonuçsuz kalıyor. Kiril’in Kırım üzerinden Hazar ülkesine giderken Kerson’da 6 ay kalıp İbranice öğrenip misyonunu hazırladığını, Don nehri ve Volga üzerinden İtil’e kadar uzanan Hazar yolundan geçip Kağan’ın huzuruna ulaştığını, Hazarların teolojik (alışık oldukları için) tartışmalara öyle kolaylıkla pabuç bırakmadıklarını, ancak birkaç kişiyi razı edip vaftiz edebildiğini ama Kağan’ın kendisini sevdiğini ve iyi niyet işareti olarak iki yüz Hıristiyan esirini serbest bıraktığını “Vita Konstantini / Konstantin’in yaşamı”(14)adlı kitabından öğreniyoruz.





Hazarların sonu



Altın çağını gördüğümüz gibi VIII. yüzyılda yaşayan Hazarlar’ın(15), Halife ordularına karşı kazandıkları kesin zaferden sonra güney sınırlarının artık güvence altına girdiğini, Araplarla ilişkilerinin neredeyse karşılıklı bir saldırmazlık paktına dönüştüğünü, Bizans’la olan ilişkilerininse çok daha dostane bir seviyede olduğunu görüyoruz.



830 veya 833 tarihinde Kağanın ve Bekin Bizans imparatoru Teodosius’a bir heyet gönderip ondan, aşağı Don havzasında bir kale yapımı için gerekli mimar ve teknik eleman istemesi bize Hazarlar’ın yeni bir tehlikeden kuşkulandıklarını gösteriyor. İmparator olumlu cevap verir ve derhal Karadeniz’e bir donanma gönderir. Bizanslılar Azak Denizi’nden Don nehrine girip oradan kuzeye Hazarlar’ın istediği sratejik mevkiye kadar ilerler ve Hazarlar’ın belirlediği yerde bir kale inşa eder. Böylece Sarkel şehri(16) de kurulmuş olur. Hazar-Bizans ittifakının bu ortaklaşa çabası, yeni bir tehlikeye işaret eder; bu, batıda Normanlar veya Vikingler diye anılan, doğuda ise Varegler veya Rûslar olarak adlandırılan savaşçı kuzey barbarlarının istilâ tehlikesidir(17).



A. Toynbee “Constantine Porphyrogenitus and his world” adlı eserinde “IX. yüzyıl, Doğu Roma ve Hazar İmparatorlukları için, sürekli olarak Rûslar’ın topraklarını ele geçirdikleri bir yüzyıl olmuştur. Skandinavların yağmaladıkları, fethettikleri ve kolonize ettikleri alan en sonunda güney doğu Amerika kıyılarından Hazar Denizi’ne kadar uzanan muazzam bir çember oluşturdu” diyor. Üstelik bu ejderhâ başlı küçük gemileriyle nehirlerden gelen Viking tehlikesine karşı koyma çabalarında Hazarlar’a şükran borcu olanların sadece Bizanslılar olmadığını yine kral Josef’in Hasday ibn Çiprut’a yazdığı mektuptan öğreniyoruz: “Yüce Tanrı’nın yardımıyla nehirlerin ağzını kolluyorum ve kayıklarıyla gelen Rûslar’ın, Arap topraklarını istilâsına izin vermiyorum... Onlara karşı çok çetin mücedeleler veriyorum”.



Bizanslıların Rûs adını verdikleri, Arap kronikçilerin Vareg olarak adlandırdıkları Viking kabileleri, Toynbee’ye göre İsveçce kürekçi anlamına gelen Rodher kelimesinden türemiş, Arapların kullandığı Vareg ismini de Rûs kronikçiler aynı zamanda Skandinavlar için kullanıyorlar; Baltık Denizi’nin o zamanki Rusça adı Varegler deniziydi. Bu Rûs-Varegler Vikinglerden bile daha gariptiler, aynı zamanda korsan, haydut ve ahlâksız tacirdiler, ticareti bile kılıç ve balta zoruyla yaparlardı. Altın karşılığında kürk ve amber satarlardı ama esas işleri Slav köle ticaretiydi. McEvedy’nin bu konuda kanısı şöyle; “Varegler garantili alışverişten hoşlanmazlar, ancak karşısındakileri yenemedikleri zaman düzgün ticarete tenezzül ederlerdi, bu kuzeyli kahramanlar kan dökerek elde ettikleri altını tercih ederlerdi.” Güneye doğru yelken açtıklarında Rûs-Vareg ticaret filoları aynı zamanda da askerî filoydular onların geldiklerini görenler bu tacirlerin ne zaman savaşçıya dönüşeceklerini kestiremezdi. El-Masudî 912-913’te Hazar Denizi üzerinden gelen bir istilâda her biri yüzer kişi taşıyan en az 500 geminin olduğunu belirtiyor. Abartma payı olsa bile yine de sayılar akla yakın zira Rûslar Karadeniz’e ilk defa inip (860) İstanbul’u kuşattıklarında 200-300 gemiyle gelmişlerdi.



Sarkel kalesinin yapımından sonra bir buçuk asır boyunca ticaret anlaşmaları, karşılıklı elçi göndermeler ve son derece kanlı savaşlar birbirini takip etti. Zamanla bu kuzeyliler yerleşik düzene girdiler, idareleri altına aldıkları Slavlarla karıştılar, Bizans’ın misyoner faaliyetleri sonucu Hıristiyanlaştılar ve giderek tamamen Slavlaştılar. X. yüzyılın sonlarında Rûslar, Rus olmuşlardı. Soylular Slavlaşmış Skandinav isimleri kullanıyordu; Hrörekr, Rurik olmuştu, Helgi ise Oleg, Helga Olga’ya dönmüştü, Ingvar’sa Igor’a vs... Bu isimleri 945’te Bizans’la bir ticaret anlaşması imzalayan Prens Ingvar-Igor’un yanındaki katılanlar listesinden öğreniyoruz. Prens Ingvar’la Prenses Helga’nın oğullarının adı ise Svyatoslav gibi artık tamamen Slav hale geliyor. Varegler de böylece zaman içerisinde kuzeyli özelliklerini iyice kaybedip Rus tarihinde eriyip kayboluyorlar.



Arap tarihçiler bu Varegleri o kadar garip ve vahşi buluyorlar ki onları tasvir ederlerken bile bir sayfa sonra çelişkiye düşüyorlar. Ancak kimi daha çok vahşiliklerini, kimi de pisliklerini ön plana çıkarıyor. Savaşçılıklarında ise hepsi hemfikir; İbn Rusta “Bu iri yarı ve cesaretli adamlar açıklık bir alanda saldırırsa kimse ellerinden kurtulamaz.” diyordu.



Hazarlar Sarkel’in yapımını tam zamanında öngörmüşlerdi. Rûsların ilk ortaya çıkmalarından sonra bir asır boyunca, özelikle Bizans’a yöneldiklerini Hazarlarla daha çok ticarî ilişkide olduklarını görüyoruz. Arada sırada sürtüşmeler küçük çarpışmalar olsa bile Hazarlar yolları denetim altında tutup gelen geçen mallardan da %10’luk gümrük vergilerini almaya devam ediyorlar. Bu arada bütün vahşilikleriyle beraber karşılaştıkları bütün halklardan işlerine yarayan bilgileri aldıkları ve safça etkilendiklerini de görüyoruz. İtil’de Rûs tacirlerin oturduğu bir mahalle olduğu gibi Kiev’de de bir Hazar mahallesi vardı. İbn Rusta Novgorod’u anlatırken krallarını Rûs Kağanı diye adlandırdıklarını, Rûs Kağanın da ordunun başına kendisini temsil etmek üzere bir komutan tayin ettiğini yazıyor. Böyle bir adet kesinlikle ne Slavlarda ne de Vikinglerde hiç raslanmayan bir durum olduğundan bunun tek açıklaması Hazarlar’ın iki başlı yönetimini model almaları olabilir.



Hazarlar’la Varegler arasındaki ticari ve kültürel ilişkilerin yoğunluğu Varegler’in Hazarların topraklarına doğru yayılmalarını engellemedi. Sarkel’in yapımından 25 sene sonra, Rûs kronikleri 859 yılında Baltık’la Urallar arasında kalan Slav boylarının Varegler’le Hazarlar arasında yarı yarıya paylaşıldığını belirtiyor. Hazarlar’a bağlı olan, Dinyeper üzerinde bir kilit oluşturan Kiev ise üç yıl sonra Varegler’in eline geçiyor. Kısa bir süre sonra da Kiev, Novgorod’u gölgede bırakıp, Varegler’in başkenti olur ve “Rûs şehirlerinin anası” olarak anılacak olan ilk Rûs devletine de adını verir. Josef’in mektubunda kendisine bağlı yerleri sıralarken Kiev’in adı geçmiyordu. Ancak şehirde ve bölgede hatırı sayılır bir Yahudi Hazar topluluğu yaşıyordu. Hazar devletinin ortadan kalkmasından sonra yeni göçlerle bu Yahudilerin sayıları da gitgide artar. Rûs kroniklerinde birçok defa “Zemlya Jidovskaya”dan (“Yahudi ülkesi”nden) Kiev’e gelen kahramanlardan söz edilir.



860 yılının Haziran ayında İmparator III. Michael ordusuyla Araplara karşı sefere çıktığı sırada, İstanbul’dan aldığı garip haberler üzerine yarı yoldan dönmek zorunda kalır. İki yüz gemiyle Karadeniz’den Boğaz’a giren bir Rûs donanması çevredeki köyleri, manastırları, yağmaladıktan sonra Adalar’a yerleşmişlerdi, üstelik Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Akdeniz’den gelen Vikingler’le birleşince Bizans’ı büyük bir tehlikeye düşürmüşlerdi. Tarihçiler batıdan gelenlerin başındaki Jutland’lı Rurik’le Karadeniz’den gelenlerin lideri Novgorod’lu Rurik’in aynı kişi olduğunda görüş birliği içindeler. A.Toynbee’ye göre tarih boyunca Ruslar İstanbul’u ele geçirme imkânına hiçbir zaman bu kadar yaklaşamayacaklardı. İstanbul’un çevresindeki tüm garnizonlar imparatorun seferine katıldığından şehirdeki halk moral çöküntüsüne uğramış ve dehşete düşmüştü. İmparatorun son anda yetişmesi İstanbul’u Vikinglerin eline düşmekten kurtardı.



Bizans diplomasisi Hazarların bu yeni rakipleri karşısında kısa zamanda ikili oynama taktiğine girdi ve ancak kaçınılmaz olduğunda savaş yoluna başvurdu. Genelde yumuşak davranarak ve günün birinde bu barbarları Hıristiyanlaştırmak umudunu yitirmeden sabırla bekledi. İki yüzyıl Bizans-Rûs ilişkilerinde birbirini izleyen savaş ya da dostluk anlaşmalarıyla geçti(18). Polaklar, Macarlar, Skandinavlar, hattâ o en uzaktaki İzlandalıların bile Hıristiyanlaştıkları dönemde Rûslar da Hıristiyanlığı kabul edip İstanbul Patrikhanesi’nin dümen suyuna girdiler.



Ortaya çıkan bu yeni tablo karşısında Hazarlar birden bire marjinal bir durumda kaldılar. İstanbul’la Kiev’in giderek yakınlaşması İtil’in önemini azaltıyordu. Hazarlar’ın Bizans-Rûs ticaret yollarındaki varlığı ve aldıkları %10 gümrük resmi, gitgide artan ticaret hacmi de göz önünde bulundurulursa Hazarlar artık hem Bizans hazinesine hem de Rûs cengâver tacirlerine gitgide rahatsızlık vermeye başlamıştı.



Bizans’ın eski müttefiklerine karşı olan tutumlarındaki değişimin ilk işareti Kırım’daki Kerson limanını Bizanslılar’ın Hazarlar’a sormadan Rûslar’a bırakması oldu. Yüzyıllar boyu Hazarlar ve Bizanslılar bu önemli limanı elde tutabilmek için birlikte savaşmışlardı. Prens Vladmir 987’de Kerson’a el koyduğunda Bizans protesto bile etmedi. Bury’e göre artık büyük bir güç olmaya başlayan Rûs devleti ile barış ve dostluğun karşılığında bu bedel Bizans için fazla pahalı görülmüyordu.



Bu limanın kurban edilmesi belki savunulabilirdi ancak ardından Hazarlar’la olan ittifakın da kurban edilmesi, kısa vadeli kısır bir politikanın eseriydi(19). İlerleyen tarih Rûslar’a olduğu kadar Bizans’a da bunun bedelini acı bir şekilde ödetti ancak en ağır ve en acımasız son, Bizanslılar’ınki oldu.





Devletin ortadan kalkmasından sonra Hazarların akıbeti



Bu konuda bütün kaynaklar son derece zayıf. Buna rağmen elimizde birçok bilgi bulunuyor. Bazı kaynaklar ortaçağın sonuna doğru Kırım’a, Litvanya’ya, Ukrayna’ya, Polonya’ya ve Macaristan’a göçeden Hazarlar’ın oralarda oluşturdukları yerleşim merkezlerini işaret ediyorlar. Bu bölük pörçük veriler yine de bize belli bir global tablo çizmek imkânını tanıyor. Kabileler halinde bir Hazar göçünün olduğu ve bunun da özellikle başta Polonya olmak üzere Rusya ve diğer Doğu Avrupa memleketlerine dağıldığını anlıyoruz. Polonya’da modern çağın başından beri Yahudilerin en yoğun şekilde yerleşik olduklarını gözönünde bulunduran birçok tarihçi Doğu Avrupa’daki Musevilerin önemli bir bölümünün, bazılarına göre de ezici çoğunluğunun Samî kökenli olmayıp, Hazar kökenli oldukları varsayımını savunuyorlar. Üstelik Hazar Yahudilerinin Polonya Yahudilerine dönüşmeleriyle ne bir kimlik kaybı söz konusu ne de geçmişle olan bağların kaybedilmesi. Polonya ve Litvanya’daki tipik taşra yerleşim merkezleri olan Shtetl’lar muhtemelen XIII. yüzyılda Hazar ülkesindeki pazar-kent (kasaba) yerleşimlerinden gelmektedir. Köylerle şehirler arasında bir basamak oluşturmaktadır. shtetl’den shtetl’e dolaşan hikaye anlatıcıları, müzisyenler aynı şekilde eski Türk adetlerinden gelmektedir [Meddah ve aşık gibi, ç.n.]. Polonya Yahudileri’nin en iyi at arabası yapanlar olmaları da eski göçebelikten kalan bir Hazar geleneği olmalı. Araba yapan ustaya İbranice “ba’al agalah” denir. Bu kelime de çaya “blagula” olarak geçmiştir. Aynı şekilde tahta, deri, kürk işleri ve bu malların ticareti, değirmencilik hancılık için de durum aynıdır.



Ayrıca geleneksel kıyafetlerde de pek çok ipucu bulmak mümkün. Yiddishlerde giyilen ipek kaftan Tatarlarınkine benzer, başa takılan takke “yarmolka” Özbeklerinki gibidir, üstüne giyilen tilki veya samur kürkten “streimel” ise Kazak başlıklarına “Börk”lere benzer. XIX. yüzyıla kadar kadınların taktıkları sarık şeklindeki başlık da aynı Türkmen veya Kazak kadınların giydiği “Cauluk”un eşidir. Geleneksel bayram yemeği olan “Sazan dolması / gefillte fisch” de Hazar Denizi kıyılarından kalan eski bir adet değil mi?



Bir başka önyargı da Batı Avrupa’dan Doğu’ya sürülen Yahudiler’in sayısıdır. Tarihî kaynakları incelersek bunun hiçbir zaman yoğun bir göç dalgası oluşturmadığını görürüz. Ren nehrini aşarak Polonya’ya gelen Yahudiler’in sayısı Almanya’daki ortaçağdaki Yahudi cemaatlerinin boyutunu göz önüne alırsak son derece azdır. Doğu Avrupa’daki Yahudiler’in esas menşei büyük ölçüde Hazar ülkesidir. Bir başka argüman da Yidish dilinin kökenindeki Alman diyalektinin menşeidir, ancak yapılan araştırmalar sonucunda hiçbir Yahudi yerleşimi olmamış olan Doğu Alman lehçelerden kaynaklandığı anlaşılmıştır. Yidish dilini Almanya’dan gelen Yahudilerin Polonya’ya taşıdığı savı yanlıştır. Ancak Polonya’ya yoğun olarak XIV. yüzyılda yerleştirilen Alman kolonların sayesinde olmuştur.



Böyle bir varsayımın sonuçları çok ileriye gidebilir ve bu bize bazı tarihçilerin neden bu konulara son derece ihtiyatlı yaklaştıkları veya geçiştirip gözardı ettikleri hakkında bir fikir verebilir. Musevilik Ansiklopedisi’nin(20) 1973 yılındaki baskısında yukarıda alıntı yaptığımız Prof. Dunlop’un kaleme aldığı “Hazarlar” maddesinde, yayın kurulunun sonradan yazdığı başka bir bölüm ise sadece krallığın yıkılmasından sonrasına değinir. Bunun sebebi de okuyucuyu fazla heyecandırıp “Tanrı tarafından seçilmiş ulus” dogmasına karşı içinde bir şüphe uyanmasına imkân vermemektir:



“Anadilleri Türkçe olan Kırım, Polonya veya Litvanya’da yaşayan Karaylar, soylarının Hazarlar’dan geldiğini iddia ediyorlar, folklorik ve antropolojik bazı veriler de anadillerinde olduğu gibi bu iddiaları doğrular gözüküyor. Avrupa’da sürekli bir şekilde Hazarların soyundan gelinmesi konusunda son derece ciddi veriler olduğu sanılıyor.”



Yahudiler’in Hazar kökenliliğinin en radikal savunucularından biri olan, Tel Aviv Üniversitesi Ortaçağ Yahudi Tarihi uzmanı Prof. A. N. Poliak, birinci baskısı 1944’te ikincisi 1951’de yapılan “Khazaria” adlı eserinin giriş bölümünde şöyle diyor:



“Hazarların Yahudiliğiyle diğer Yahudi cemaatlerinin ilişkilerileri sorunundan ziyade bu Yahudiliğin (Hazar) Doğu Avrupa’daki büyük Musevî topluluklarının çekirdeğini oluşturduğu sorunu üzerine yeni bir anlayış içerisinde yaklaşmak gerekmektedir. Bu topluluğun torunları da, gerek halâ oralarda yaşayanlar olsun, gerek Amerika’ya veya başka ülkelere göçenler hattâ İsrail’e gidenler olsun günümüzde dünya üzerindeki Yahudiler’in en büyük çoğunluğunu oluşturmaktadırlar.”



Bu satırlar yazıldığı tarihlerde Nazilerin gerçekleştirdiği holocauste’un gerçek boyutları daha tam olarak bilinmiyordu. Ancak bu da o kadar önemli değildi zira hayatta kalan ve İsrail’i kuran Yahudiler’in çoğunluğunu Doğu Avrupa’dan gelenler yani Hazar kökenliler oluşturuyordu. Bu da bu Yahudiler’in atalarının Ürdün nehri kıyılarından değil de Volga kıyılarından, Kenan ülkesinden değil de aynı zamanda Arî ırkın kökünün geldiği Kafkasya’dan geldiklerini, genetik açıdan da Hunlarla, Macarlar’la, Uygurlar’la olan akrabalıklarının Hz. İbrahim, Hz. İshak veya Hz. Yakup’tan daha yakın oldukları anlamına geliyordu. Böyle bir durumda da “antisemitizm”in bir anlamı kalmıyordu. Yavaş yavaş tarihin karanlıklarından gün ışığına çıkan Hazarlar’ın tarihi belki de gelmiş geçmiş en büyük, en acımasız ve en trajik bir yanılgının ifadesiydi.



Arthur KOESTLER *


* 1905’te Budapeşte’de doğdu. Daha sonra İngiliz vatandaşı oldu. 20. yüzyılın bu büyük yazarı 1983’te öldü.



The Fight to Survive

The Fight to Survive
Justinian's restoration of the imperial order in the West was short-lived. Indeed, under his successor, his nephew Justin II (565-578), the Empire came under strong pressure. In Italy the Lombards began in 568 the invasion of the northern part of the peninsula and soon a great part of the country came under their control. However, large and strategically located areas in the northern and in the southern regions of the Italian peninsula continued being under Byzantine control. In Spain the Visigoths began their counter-offensive. They took Cordova in 584 and forty years later they succeeded in expelling the imperial administration from Spain. The Empire still held on to its positions in North Africa. These were to stay under imperial administration until the arrival of the Arabs.


In the East, the Persian state continued being the most serious peoccupation of successive Byzantine administrations. In order to counter the Persian threat Justin II's successors, Tiberius-Constantine (578-582) and Maurice (582-602), had to use all the military and diplomatic resources of the Empire. Under Maurice's able administration the state took its first steps which were to lead it into the high middle ages and its most glorious period. Indeed, Maurice's successful attempts to reinforce the remaining western holdings of the Empire constitute the beginning of the complete administrative and military reforms which were to provide the Byzantine state with renewed strength. He created the Exarchates of Ravenna and of Carthage in which the civilian administration and the military command were unified and placed under the authority of a high imperial official, the Exarch.


The creation of the new unified military and administrative units was eventually to become the foundation upon which later Emperors built the military power of the medieval Greek state of the high middle ages. It was during the last years of the 6th century that the Slavs began slowly penetrating south-eastern Europe. Coming possibly from the regions around the Dnieper, following the course of the rivers toward the Black Sea and moving south-west they eventually reached the regions north of the river Danube. Despite repeated attempts by the imperial army to keep the migrant Slavic tribes north of the Danube, by the end of the century it was becoming more difficult to check their advance through the porous and long northern frontier. Finally, the incompetent rule of Phocas (602-610) and the continuous fighting against the Persian armies along the eastern frontier left the northern frontier almost undefended. While, as a result of the Persian advance, the imperial administration was collapsing in the Asiatic provinces, the regions south of the Danube were being occupied by the Slavs and by their powerful, but far less numerous, allies, the Turkic tribe of the Avars. Under tremendous external pressure and in the hands of an incompetent imperial administration the Empire was going through critical moments. Reaction was inevitable and it occurred in October 610. The arrival at Constantinople of the fleet and of the army of the Exarchate of Carthage under the command of Heraclius, son of the Exarch, put and end to Phocas's reign. A new era was beginning.


When Heraclius (610-641) sat on the throne of the Roman Emperors the Empire was facing a deep crisis. His dynamism and persistence during most of his reign, but also the will of the ruling classes and of the people to fight in order to get through the critical moments, contributed to the renaissance of the state. His reign is marked by a profound change in the character of the Roman Empire, as the state was known. The dominant Greek element, which had always been present and formed the cultural and demographic foundation of the state, eventually took over completely and over the years transformed the Roman Empire into a Greek Medieval Empire, which was Roman essentially only by name. Fighting for its survival the Empire ruled by Heraclius had to draw strength from its own resources, human, cultural, ideological and material.


Early in the century and during the early years of the new Emperor's rule the arrival of the Slavic tribes achieved tremendous proportions eventually inundating the northern part of south-eastern Europe and threatening the Greek speaking areas in the south. While the Avars, after pillaging and destroying the areas south of the Danube, even threatening Constantinople, finally moved north of the Danube, the Slavs came to stay. In fact, it appears that the old Romano-Illyrian regions, in the center of the south-eastern European peninsula and in Dalmatia, the north-west of the peninsula and the northern regions of Thrace, in modern Bulgaria, were easily occupied by the newcomers. In those areas, being far more numerous, they absorbed in time the local population. Thus, Salona, the center of the Byzantine administration in Dalmatia, was destroyed around 614, other Dalmatian cities followed soon. Singidunum (Belgrade), Nassus (Nish) and Sardica (Sofia) fell next. However, while the newcomers were able to occupy with relative ease the sparsely populated and mostly romanized areas in the north and in the center of the peninsula, the situation changed when successive waves of migrants reached the densely populated Greek south of the south-European peninsula. There the contact was violent from the beginning. Indeed, the arrival of the Slavic tribes in the Greek lands was followed by violent clashes and heavy fighting.


In many areas the countryside was laid waste, in some regions the invaders were beaten back, while in others, mostly in central Macedonia and in the valley of the river Strymon, they settled down, eventually recognized the imperial authority, adopted Christianity and were in time absorbed by the Greek population. The absence of the bulk of the Byzantine army in the East and the continuous preoccupation of the imperial administration with the effort to stem the Persian onslaught in Eastern Asia Minor, during the 7th century, acted initially in favor of the invaders. In fact Slavic tribal groups penetrated deep, like arrows, into the Greek peninsula. Fighting their way they even reached the Peloponese where they caused widespread destruction and the collapse of authority in the countryside. However, even before the launching of any imperial counter-measures, their successes were checked, from the earliest stages of the invasion, by the presence of the vast network of Greek urban centers, among which Thessaloniki was the most important. Indeed, all Greek cities, both in Macedonia and as far south as the Peloponese, acted as a succession of powerful dams upon which the invasion fell and eventually failed.


Greek peasants, fleeing the dangerous countryside, sought refuge and protection behind the powerful fortifications of the Greek medieval cities, especially in the more exposed Macedonian regions. Behind their strong walls counter-attacks were planned and when eventually the Byzantine state turned its attention to the hard hit areas of the Greek peninsula ideas and projects were laid down on how to bring under control the new-comers, on how to spread Christianity among them, on how to have them recognize imperial authority, on how to assimilate them, on how to transform them from a force of blind destruction to one of participation and of contribution to the medieval civilization of Christian south-eastern Europe and in extension to the civilization of all Europe. In other words on how to introduce them to the medieval Constantinopolitan Roman Christian Oecumene. It was to be a long and stormy process, with crises but also wealthy rewards, which, in the end, with the christianization of Russia gave the full measure of the contribution of medieval Hellenism to the creation of the civilization of Europe.


While the European south-east was being invaded by the Slavs the eastern provinces and their great cities were under tremendous pressure as one after another were being captured by the victorious Persian army. Inevitably, facing the loss of the vital eastern provinces, south-eastern Europe was abandoned to the advancing Slavic tide. Heraclius didn't stay long in Constantinople. Blessed by the Patriarch and reinforced by the prayers of his Christian subjects, he crossed the Bosphorus and marched east, through Asia Minor, leading all the armed forces that the Empire could master at that critical moment in its history. A real crusade was beginning. It was a difficult struggle for the Empire.


The initial counter-offensive failed to stop the Persian advance. In 613 the imperial army suffered a serious setback at Antioch, Damascus fell and was soon followed by the capture of Tarsus by the victorious Persians. In the northern front the Byzantine troops had to evacuate Armenia and then, in 614, Jerusalem fell. When news of the Holy city's loss, of the looting which followed, of the destruction of the church of the Holy Sepulcher and of the carrying away by the Persian troops of the Holy Cross reached Constantinople the psychological effects upon the population and upon the spiritual and civilian rulers of the Empire were shattering. Yet, it was not to be the end of the hardships. Asia Minor was invaded in 615 and the Persian troops reached the shores of the Bosphorus. At the same time Thrace was ravaged by the Slavs and the Avars who soon appeared in front of the imperial capital. Then in 619 the Persian armies began the conquest of Egypt, thus putting an end to the regular shipments of grain (a vestige of the old Roman annona) which was transported to Constantinople for centuries and was used to feed the population of the imperial capital. The end of the supply of Egyptian grain, combined with the anarchy in the European provinces caused by the Slavic invasion, the Avar raids in Thrace and the collapse of imperial authority in vast areas of Asia Minor could eventually bring the Empire to its knees. About that time (624) the Visigoths expelled the Empire from Spain. Only the Balearic islands were still held. The Empire was holding itself together by a thread. Something had to be done soon.


The emperor rejected the thought to abandon Constantinople. Instead, he chose to stay and fight. To help him raise an army the Church gave him its treasures. Heraclius could now (619) afford to pay the Khagan of the Avars large sums of money, sent him distinguished hostages and, at least, buy peace from that quarter. In the meantime the imperial government embarked upon a series of profound administrative and military reforms. Under the circumstances the development of the military branch of the state authority was inevitable. In view of the mutilation of the Empire during the times of Heraclius and the struggle for survival, the military authorities in the areas still held by the imperial armies were invested with full powers which soon overwhelmed the power held by the local civilian administrators. The first steps leading to the complete militarization of the Empire were taken during the critical years of the Persian and Slavic invasions. Consequently, the regions of Asia Minor still under imperial control were divided up by the government into military districts. While the new divisions, resembling the existing Exarchates in Africa and in Italy, were seen as administrative units their character was military and were run by the local army commander, a General (Strategos), whose authority carried from the beginning more weight than the local civilian administrators.


The old provinces were eventually absorbed by the new military districts, which became known as Themes, from the Greek word Qevma meaning the military corps stationed in each one of the new districts. The big units were reinforced by the enlistment of more men and, following the old system of the limitanei, soldiers serving in them were given land, with rights of inheritance, as long as themselves and their descendants served in the army of the Theme. The combination of land acquisition and of military service attracted many settlers in the new districts. There is no doubt also that the newly arrived property owning peasant-soldiers (called stratiotes) reinforced the class of small rural property holders who already lived in the new districts. The presence of a large class of free armed peasants, owners of their lands, and of course fighting to defend them from the enemy became soon the backbone of the defense of the Empire. In the critical centuries that followed the new national army fought valiantly. Enrolled in the armies of the Themes the peasant-soldiers defended their lands, repulsed the enemies and beat back the invaders in Asia Minor and in south-eastern Europe. The thoughtless undermining and the destruction of the system by the short-sighted and selfish policies of the high nobility, during the 11th century, as well as the replacement of the national army by an army of foreign mercenaries, would later precipitated the downfall of the Eastern Roman Empire.


The first Themes were organized in the free areas of Asia Minor. They were the large Themes of the Armeniakoi, in north-eastern Asia Minor, of the Anatolikoi, in central Asia Minor, the Opsikion (from the Latin obsequium), near the Sea of Marmora, and along the coast of southern Asia Minor the maritime Theme of the Caravisianoi. For now the situation in south-eastern Europe was out of control and the only area over which the government was soon able to establish its authority was the one near the capital which became the Theme of Thrace.

Leaving Constantinople in the hands of Patriarch Sergius and his able minister the patrician Bonus, Heraclius left the imperial capital on April 5, Easter Monday, 622. He crossed into Asia Minor where he was met by the newly founded army of the Themes. Summer was spent in training and organizing the new cavalry regiments. In the Autumn the imperial troops moved into Armenia first forcing the Persians to withdraw and then defeating them. When in the Spring of 623 operations resumed the Emperor moved again into Armenia. Fighting was tough and prolonged. A decisive victory was still distant. As a matter of fact Costantinople was seriously threatened during the Summer of 626 by the Avars, who broke their peace with the Emperor, and a Slavic host. At the same time the Persian army, under the command of Schahrbarz, crossed unhindered Asia Minor, captured Chalcedon and camped= on the eastern shore of the Bosphorus, facing Constantinople. Led by the Patriarch, and with religious fervor, the defenders repulsed all attacks and early in August 626, they won a great victory when the great final assault of the enemy failed. The defenders were in no doubt that the God protected capital of the Christian Roman Empire owed its deliverance, from the forces of the heathen enemy, to the Virgin's intervention. This belief and the emotion and exaltation of the defenders are expressed in the words and in the music of one of the most beautiful Hymns of the Greek Church, the Acathistos. Following their defeat the Avars withdrew to the north and from that moment they disappear from the Byzantine annals.


In the Fall of 627 began the Byzantine counter-offensive. In December of the same year the Persian army was defeated near Nineveh and the Byzantine troops advanced into Persia. In the Spring of 628 the Persian king Chosroes was overthrown and his son Kawad Sheroe signed immediately a peace treaty with the Emperor. According to the treaty the Persians returned to the Empire all the Roman provinces which they had occupied during the long war. Thus Armenia, Syria, Roman Mesopotamia, Palestine and Egypt became Roman again. In the Spring of 630 Heraclius visited Jerusalem where to the delight of the Christian population he returned to the Holy city the recovered Holy Cross. It was a fitting end to a holy war. The long war had exhausted the two states. Undoubtedly defeated Persia was in a much worse shape but the Roman state had also suffered important human and material losses. Furthermore the conquest of the old eastern provinces had not solved the acute religious problems between the center of the Empire and the monophysitic eastern populations. The easiness with which the Persian armies had occupied these areas was seen by the central government as a bad omen. The progressive hellenization of the Empire was upset by the ideological split between the Hellenic regions of the Empire, the Greek peninsula and Asia Minor, and the monophysitic east.


Given the above it was necessary for the government, in order to avert a new crisis, to win over the monophysitic populations of the east. The best way to achieve the goal was to reach a compromise between the Chalcedonian official dogma and the eastern heretics. The imperial government and the Emperor, himself, were assisted in their efforts by the energetic participation of the Patriarch of Constantinople. Indeed, based on another eastern doctrine Sergius proposed a solution. Accordingly, the two equal natures of Jesus shared between themselves one activity (ejnevrgeia). The notion of the single activity shared by Jesus's two natures, known as monenergism was pursued energetical by Heraclius and Sergius. While Sergius initiated contacts with eastern clerics, Heraclius, who was still in the east, held talks with local prelates. It appeared that this time the compromise could work. It seems that the Emperor adopted the new doctrine, an event which was favorably greeted in the east where indications point to an agreement for Church union in Armenia, Syria and Egypt. In 631 Cyrus of Phasis, who had close contacts with Sergius, was named Patriarch of Alexandria. He immediately published a pact of union which contained nine chapters on the natures of Jesus and the single activity. It was hoped that the document would be accepted by both Chalcedonians and monophysites. To make the positions contained in the document even stronger, those who rejected it were threatened with excommunication. Emperor Heraclius's, Sergius's and Cyrus's fight to achieve the union was also joined by Pope Honorius, who gave his reserved blessing to the new doctrine, agreeing instead to a single will (qevlhsi") in Jesus.


It was not an easy task. In fact it failed miserably. Resistance from the monophysitic clergy, combined with ferocious reaction to the new heresy by the Chalcedonian prelates, especially from Sophronius, the Patriarch of Jerusalem, caused the collapse of the final attempt to unite east and west. Finally, the Arab conquests and the spread of Islam put an end to the whole issue. However, while the Arab armies were advancing and capturing the eastern provinces and the local Christian populations began converting to Islam, Constantinople continued its efforts to solve the religious problem. Still pursuing the long sought union Sergius abandoned the issue of single activity and turned to the one of single will. The new doctrine of monotheletism became public in late 638, following Sergius's death, in an Ecthesis or exposition of faith which was given the power of imperial edict. The Ecthesis restated the Chalcedonian dogma of the Trinity and of the Incarnation, it abolished the notion of the two activities of the Saviour, and introduced the one of a single will, not to be confused with His two natures. In the vain hope of saving the east, Sergius's successor Pyrrhus, promoted monothelitism. It was attacked from all sides. In Rome Honorius's successors denounced it, the Chalcedonians saw it for what it was, a new heresy, and the monophysites, under the Arabs since 638, rejected it outrightly.


In his old age Heraclius witnessed the collapse of his efforts to restore Roman power in the east. Contrary to Justinian I who died before witnessing the failure of his expensive attempts to rebuild the Roman oecumene, Heraclius's last years were lived in deep depression caused by the total loss of the east to the Arabs, by the inability to control the Slavic crisis in the European provinces, by the unwanted and badly managed religious upheaval and by a simmering dynastic crisis.


The religious and political unification of the Arab world by the Prophet also meant the beginning of the end of the thousand-year old Greek presence in the east. It began with Alexander's conquests in the 4th century B.C., went through the Hellenistic centuries, the Roman presence and its Byzantine extension into the Christian centuries and collapsed militarily on August 20, 636, in the battle of Yarmuk. In that battle the weary Byzantine army was crushed by Caliph Omar's Arab soldiers. As a result of the defeat Byzantine Syria came under Arab administration. Led by Patriarch Sophronius Jerusalem's garrison fought until 638 when it finally surrendered the Holy city to its new master's. Byzantine Mesopotamia fell in 639-640. By then Persia, defeated by Heraclius a short while ago, was conquered by the Arabs.


Assaulted by an unforeseen and cruel destiny the old Emperor passed away in February 641. The Byzantine state's new eastern opponent was the carrier of a new, world conquering, religious ideology, Islam, which was going to challenge and eventually destroy in the 15th century, under its Ottoman version, the medieval Greek state.


Dionysios Hatzopoulos
Professor of Classical and Byzantine Studies, and Chairman of Hellenic Studies Center at Dawson College, Montreal, and Lecturer at the Department of History at Universite de Montreal, Quebec, Canada.

Sharing your Digi photos

Sharing what you have snapped is so much easier thanks to digi cams.. :-)



I have some photos

http://www.photoforums.com/photopost/showphoto.php?photo=3210&password=&sort=1&cat=513&page=4



Main site

http://photoforums.com



Just found out abt this, Club Snap forums (also has lots of reviews on which shop is good for photo development)



Interesting spikey caterpillar

http://forums.clubsnap.org/showthread.php?t=106032



Main site



http://forums.clubsnap.org/

Auto-complete technology

Yahoo auto completes email addys, now Google does it for search terms. (with no. of hits too)

http://www.google.com/webhp?complete=1&hl=en





Btw, more news aggregators to try out here

http://en.wikipedia.org/wiki/News_aggregator

GO KAYAK ~~ GO BLOG

Just surfing online when I encountered some interesting BLOGS..



Wondering how Christmas looks like in Richmond, USA?

GO KAYAK ~~ GO BLOG



See a new oil painting a day, since 3 Dec 04

An oil painting a day



And in case you wonder how I found these, I was looking for a news aggregator for blogs, RSS (so I can keep up with posts from you guys.. haha)

Try out Bloglines which can be accessed online and also has a "notifier" program to prompt when new posts arrives.

Passage Tonga to New Zealand

Tonga to New Zealand Passage
10/31/04 - 11/08/04




Just to give you the basics, we made it to NZ safe and sound, landing in Opua on Nov 8th.  It was a windy, bumpy passage, but no major storms to fret over.  We did have 40 knots most of the trip, and Chris spent most of the time in the cockpit, while KT stayed below and laid down in the center of the boat to decrease the effects of the motion. The boat would rock one way, and take water over that side and then roll the other way with either a big splash or water flooding the decks. We were VERY happy to have the hard dodger.


New Zealand (Arrival and First month)
11/8/04 - 12/10/04


We LOVE NZ and we LOVE traveling on land for a bit.  We purchased a van which Chris then did some handy work on so that we can sleep/camp in it.  The van of course has a name ... Billavan!  We have moved Billabong to Whangarei where she will remain for the season while we explore the North and South Island on Billavan.

Passage, Arrival, and into the Holiday Season

End of reservist

Life is good when one can finish 2 weeks of reservist (which is stay out)



And get to have a nice time of rest! :-)

IPPT result

Yeah.. Cleared it with SILVER last Tues! :-)



2.4Km timing is 11:06 mins.

SBJ = 243 cm

Situp = 39

Chin up = 10

Shuttle run= 9.8 s



Swimming & going for course

Life is good when one can still swim 60 laps without substantial rest. It was a nice warm afternoon for a good swim and I was pleasantly surprised to be able to do 60 after a long break.. :-)



To carry on my blog' s original intentions, going for course is another cause to rejoice that Life is Good! A nice break from routine work and a chance to pick up new skills.. A project' s success - on time delivery and on budget is most dependent on quality of project manager, amount of buy-in of senior management. (as polled from 365 leading CIOs in big fortune 500 companies)



I'm enjoying my course currently at NUS' s ISS which is a moderm institute with nice environment and good facilities for conducting IT courses..









November busy, busy

Quite rush this Nov, after the Deepavali holiday then Hari Raya Puasa, then 16-19th on course..



It' ll be quite an interesting course which hopefully gives good insight into Project Management.



Course detail (CITREP-endorsed)

http://www.iss.nus.edu.sg/iss/course_detail.jsp?artid=18&cd=S-PMIS



Then it' s 2 weeks of ICT! Will try to clear IPPT with SILVER.



Then it' s Youth Camp 6-10 Dec 2004.

http://www.geocities.com/bfc_swat/bfc_webbie.html