Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyaset etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Gençler Kime Oy Verecek?


ÖNÜMÜZDEKİ 24 Haziran seçimleri için vereceği oyu kararlaştırmış kitleler var: Bunlar propagandadan, olaylardan, dövizden, faizden etkilenmeden oylarını verecekler.

Bir de henüz kesin karar vermemiş kitleler var. Bunları kazanmak için iktidar peş peşe popülist ekonomi paketleri açıyor, muhalefet popülist vaatlerde bulunuyor.

Sandıktan kim çıkarsa çıksın, acı ilaç içirmek zorundadır ama bu konular maalesef tartışılmıyor. Seçim süreci “ben çok iyiyim, sen çok kötüsün” basitlemesi halinde gidiyor...

Bu seçimlerde ilk defa oy kullanacak olan 4 milyon 800 bin genç seçmen özellikle önemli.

GENÇLERİN İKİ ÖZELLİĞİ

Bu 5 milyona yakın yeni genç seçmen AK Parti iktidarında yetişti. Fakat çok değil, bir yıl önceki referandumda ilk defa oy kullanan genç seçmenler, İPSOS’a göre, yüzde 61 oranında “hayır”, yüzde 31 oranında “evet” dediler.

AK Parti’nin siyasi atmosferini soluyarak, altyapı hizmetlerinden yararlanarak, denetimindeki okullarda okuyarak yetişen gençler niye “hayır” demişti?

Martin Walker’a göre, kitleler propagandayı süzgeçten geçirerek algılar: Bir kısmı değerlerine, beklentilerine, çıkarlarına uygun bularak benimser...

Bir kısmı ise uygun bulmaz, benimsemez.

Gençlerin “süzgeci” anne ve babalarından farklıdır:

- Anne ve babalarından daha iyi eğitimliler, düşünürken okulda edinilen bilgi faktörü daha bir önemlidir.

- İletişime daha açıktırlar, anne ve babadan, mahalleden gelen değerler onlar için tek kaynak değildir. İnternet, okul arkadaşlıkları, üniversitelerde uluslararası öğrenci değişim programları gençleri farklı değerlerle ve davranışlarla tanıştırıyor, mukayese ediyorlar.

ÖZGÜR BİREY FAKTÖRÜ

Böylece “sürüden ayrılmamak, sıkılmış yumruk olmak, kendini adamak, davanın neferi olmak” gibi ‘kolektivite’ değerleri yerine gençlerde özgürlük, analitik düşünce, bireylik gibi değerler gelişiyor.

Frederick Fray 1958’de o zamanki Boğaziçi öğrencilerinde yaptığı değerler araştırmasında yüzde 76 oranında ‘kolektivite’ değerlerinin ağır bastığını görmüştü.

Günümüzde Dr. Aslan Yaman’ın İstanbul’daki üniversite öğrencileri üzerine yaptığı araştırmaya göre, kolektivite değerleri yüzde 46.9 olarak, bireyselci değerler ise yüzde 49.2 olarak görülüyor. Bu tasnife girmeyenlerin orani 3.8’dir.

Yaman’ın araştırmasında Afrin harekâtına verilen yüksek oranlı destek vatanseverliğin her iki kesimde de yaygınlığını gösteriyor.

TÜRKİYE NEREYE?

Parti propagandaları açısından baktığımızda, gençliğe, ideolojik ayırım yapmadan inandırıcı bir dille daha iyi bir Türkiye vaat edebilmek son derece önemli. Gençler için bunun anlamı dünyaya açık, gelişmiş ülkeler düzeyinde özgürlüklere sahip, yargısı bağımsız bir Türkiye demektir.

Buna karşılık propagandanın ideolojik dozu arttıkça kendi tabanını motive eder fakat kapsayıcı ve güven verici olma derecesi düşer.

Arkadaşına haksızlık yapıldığını veya kayırıldığını ya da hocasının mağdur edildiğini gören genç, kendi geleceği için de endişe duyar.

Referandumda gençlerin ve büyük şehirlerin “hayır” demiş olması çok kısaca özetlediğim bu sosyolojiye uygundur.

Bu sosyolojiyi yaratan eğitim, şehirleşme ve piyasa ekonomisi sürecinde elbette ciddi sorunlar var ama geri çevrilemez.

Türkiye’nin yarınlarında özgürlükçü demokrasi, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, dünyaya açık, rekabetçi ekonomi vardır; başka türlü olamaz

Kudüs Katliamı


İSRAİL zulmünün günümüzdeki birinci sorumlusu ABD Başkanı Donald Trump’tır.

İsrailli askerlerin silahsız sivil göstericilere ateş açarak öldürdüğü sivil Filistinlilerin de manevi katili Trump’tır.

Bu satırlar yazılırken İsrail’in katlettiği sivil Filistinli sayısı 55’e çıkmıştı.

Hiçbir ABD başkanı, doğuracağı vahim sonuçları görerek üç dinin kutsal mekânı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımaya cesaret edememişti, bazıları da ahlaki bulmamıştı.

Bu zalimane ve cüretkâr tetiği Trump çekti.

Trump, bile bile yalan da söylüyor, “ABD bölgede kalıcı bir barış anlaşmasını sağlamaya sadık olmayı sürdürüyor” diye açıklama yapabiliyor!

Tel-Aviv’deki Amerikan Büyükelçisi David Friedman, en az 55 sivili katleden İsrail yönetimini değil protestocuları eleştiriyor, dahası “Filistinliler için buradayız” diyebiliyor!

TRUMP TEHLİKELİDİR

Washington Post gazetesinde Greg Sargent, “Trump’ın narsizmi ve megalomanisi demokrasimizi tehdit ediyor” diye yazmıştı. (14.12.2017)

Amerika’da demokratik kurumlar güçlüdür. Trump dengesiz, megaloman ve saldırgan tavırlarıyla asıl dünya barışını tehdit ediyor.

Kudüs kararının ardından kim Filistin meselesine adil bir çözüm bekleyebilir?

Kim radikalizmle başa çıkma ve demokrasi umudunu koruyabilir?

Trump’ın Kudüs kararını destekleyen ülkelere bakın, iktisaden muhtaç, küçük ve yoksul ülkeler... Fakat iki tane Avrupa ülkesi var ki tam Trump’a uygun: Biri Macaristan, öbürü Avusturya...

İkisi de ırkçı ve göçmen düşmanı, ikisi de İslamofobik ve otoriter rejimler.

Hele Macaristan’ın egemeni Orban, Avrupa Birliği belgelerinde “diktatör” olarak nitelenen biridir.

Avrupa deyince öncelikle akla gelen demokrasiler, Trump’ın Kudüs kararına karşı. Papa, Macron, Merkel daha önce karşı olduklarını açıklamıştı, İngiltere Başbakanı May de törene katılmayacaklarını dün ilan etti.

Reuters, törene uluslararası katılımın çok düşük olacağını yazdı.

İŞGALCİ İSRAİL

Çağımızda “uluslararası toplum, uluslararası hukuk, müzakere, uzlaşma” gibi kavramları sıkça duyarız. Hele de Hitler gibi bir delinin yol açtığı felaketleri yaşadıktan sonra bu kavramlar daha önemli hale geldi.

Fakat İsrail 1967’den beri BM kararlarını tanımıyor; hem de Güvenlik Konseyi kararlarını...

İşgali sürdürdüğü gibi, Filistinlilerin topraklarında “yerleşim yerleri” açarak etnik temizlik yapıyor.

Doğu Kudüs’e 200 bin İsrailli yerleştiriyor.

Amerika’nın samimi demokrat ve barışçı başkanı Jimmy Carter bile bunu durduramamıştı.

Trump büsbütün körüklüyor...

KÜÇÜK HİTLER

Trump’ın hukuk ve demokrasi tanımaz yönü, kendi ülkesindeki icraatıyla biliniyor. Buna onun “narsist ve megaloman” kişiliğini de eklemek lazım.

Fakat yine de “portre”de bir eksik var: Trump’ın faşizan psikolojisi.

Senato’da konuştuğunda kendisini alkışlamayan Demokratlar’a verdiği tepkiye bakın:

“Amerikalı gibi davranmadılar. Birileri buna ‘hainlik’ dedi, niye olmasın? Ülkemizi çok da sevmedikleri belli!” (WP, 5.2.2018)

Bu kafa ancak “küçük Hitler” olarak nitelenebilir.

Fakat Hitler’in imkânlarına sahip değil, ülkesinde ve dünyada “yapabilirliği” Hitler’inkinden küçük...

Fakat endişeliyim, Trump’ın akılsız ve megalomanca desteğine sahip İsrail militarizmi daha neler yapar?

İran’la savaş mı çıkarır? Suriye sorunu nerelere sürüklenir? Terör tetiklenmez mi?

Türkiye, coğrafyası en hassas olan ülkedir. Avrupalı demokrasilerle birlikle hareket etmeliyiz

İsrail’in Davası


AMERİKA Başkan Yardımcısı Mike Pence’in sözleri her şeyin özetidir, literatürde “Hıristiyan Siyonizmi” denilen teokratik inancın veciz bir ifadesidir.

Önce Pence’in dünkü sözlerini görelim:“İsrail’in yanındayız çünkü onun davası bizim davamızdır, onun değerleri bizim değerlerimizdir, onun kavgası bizim kavgamızdır. İsrail’in yanındayız çünkü yanlışın karşısında doğruya, kötünün karşısında iyiye, zulmün karşısında özgürlüğe inanıyoruz.”

Öyle bir kör itikat ki İsrail ne yapsa “iyi”, buna karşı duran her şey “kötü”dür!

Pence bu lafları ederken İsrail askerlerinin katlettiği sivil Filistinlilerin sayısı 59’du, binlerce yaralı vardı.

En ufak bir üzüntü ifadesi yok. “İsrail’in davası” için insan hayatı ne ifade eder ki!

HIRİSTİYAN SİYONİZMİ

Stephan Sizer, “Christian Zionism” adlı kitabında, asla bütün Hıristiyanların değil, bütün Protestanların da değil, Amerika’daki “Evanjelik Protestanlar”ın itikadını şöyle anlatıyor:
“Yahudiler Tanrı’nın seçilmiş kullarıdır... Hıristiyan siyonistler inanırlar ki iyi ile kötü arasında ‘büyük savaş’ olacaktır, Yahudilerle Araplar arasında bir barış olamaz. İsrail’in İslam’la uzlaşması, Filistinlilerle bir arada yaşaması Tanrı’nın iradesine ve beklenen Armageddon savaşına aykırıdır.” (sf. 252)

Armageddon, kıyamete yakın “büyük savaş” demektir. “Tanrısızlara karşı İsrail’in büyük savaşı” anlamında kullanıyorlar.

Kıyamete yakın “7 yıl süren felaketler” yaşanacak, “tanrısızlara karşı İsrail’in büyük savaşı” zaferle sonuçlanacak ve İsa Mesih gökten inerek Kudüs’te “göklerin krallığını” ilan edecektir. (Sf. 107)

Timothy Weber’in de “On The Road to Armageddon” (Armageddon’a giden Yolda) adlı kitabında yazdığına göre, bunlar İsrail tarafından “Kudüs’ün zaptı”nın ve işgal edilen topraklara Yahudi nüfus yerleştirmenin “Tanrı emri” olduğuna inanıyorlar. (Sf. 181, 226)

‘AMERİKAN TEOKRASİSİ’

Pence’in söylemindeki “iyi ile kötü” arasındaki savaş söylemi... Bazı başkanlar hariç Amerikan yönetimlerinin körü körüne İsrail’i desteklemesi...

Amerikalı “küçük Hitler”in (Trump) katliam karşısında en ufak bir üzüntü duymaması...

Bütün bunlar o kör inançtan kaynaklanıyor.

Bu konuda Kevin Phillips’in “Amerikan Teokrasisi” adlı kitabını hatırlamak gerekir.

Evanjelik-Siyonist teokrasi Amerika’da çok etkilidir ama mutlak egemen değildir.

Trump gibi Reagan da bu kör itikada sahipti; Trump daha dengesiz biri.

Kennedy’ler, Jimmy Carter, Obama ve hatta Bush’lar İsrail’in aşırılıklarını frenlemeye, Arapları da tatmin edecek bir barış sağlamaya çalıştılar, Filistin yönetimi de Amerika’yı “arabulucu” olarak kabul etmişti.

Trump’ın yobazca tavrı karşısında Mahmud Abbas “ABD’yi artık arabulucu olarak kabul etmiyoruz” açıklamasını yaptı haklı olarak. (22.12.2017)

ÖNCE TÜRKİYE

Bu tablo kesinlikle bir “Haçlı Siyonist ittifakı” değildir.

Haçlı kavramı tarihen Katolik hareketiydi. Katoliklerin evanjelizmle, siyonizmle ilgisi yoktur. Seküler Avrupa böyle hurafelere inanmaz zaten.

Papa, Trump’ın Kudüs kararını yanlış bulduğu gibi Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğu da yanlış buldu.

Amerika’da Demokratlar da İsrail konusunda ihtiyatlıdır.

Türkiye sadece İsrail’in katliamını değil, Trump’ın saldırgan Kudüs politikasını da elbette kınıyor, protesto ediyor.

Türkiye hakkında yanlış imajlara yol açabilecek ölçüsüz kavramlardan sakınmak gerekir. Bu ülkenin vatandaşları için en doğrusu “önce Türkiye” ilkesidir

Siyonizm Nedir?


SİYONİZM Yahudi milliyetçiliğidir. Uzun Yahudi tarihinde zamanımızdaki anlamıyla bir Siyonizm olmadığı gibi, her Yahudi de Siyonist değildir. Hatta Tevrat’ta anlatılan sade cemaat hayatını ideal kabul edip, modern devlet kurumunu ve İsrail devletini reddeden Ortodoks Yahudiler de vardır.

Nitekim bu küçük cemaatlerden biri olan Neturei Karta’ya mensup iki haham geçen gün Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul edildi.

Militarist Netanyahu ile barışçı devlet adamı Yitzak Rabin aynı kefeye konulabilir mi?!

Siyonizm karşıtlığı, asla Yahudi düşmanlığına dönüşmemelidir.

İNGİLTERE BAŞBAKANI

Filistin’de Yahudi devleti kurmayı amaçlayan bir siyasi milliyetçilik olarak Siyonizm, 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde Theodore Herzl’in topladığı Dünya Siyonist Kongresi ile tarih sahnesine çıktı.

Filistin’e nüfus yerleştirme talebini Abdülhamid reddetti.

Birinci Dünya Savaşı sürerken, kendisi ateist olan fakat Evanjelik Protestan annesinin terbiyesiyle yetişen İngiltere Başbakanı Lloyd George “Filistin’de güvenli Yahudi yurdu” davasını üstlendi.

1915 yılında İtilaf Devletleri arasında yapılan gizli anlaşmalarda, savaş sonrasında Filistin’de İngiliz mandası kurulmasını ve Yahudi göçünü kabul ettirdi; Katolik Fransa’nın itirazlarına rağmen.

2 Kasım 1917’de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour, bir mektupla Filistin’e Yahudi göçü yapılabileceğini bildirdi.

ÖNEMLİ İKİ KONU

Bu noktada önemle vurgulamak istediğim iki ayrıntı var. Sevr anlaşmasının da başmimarı olan Lloyd George 600 bin Arap’ı zor besleyen kurak Filistin, göçecek Yahudileri besleyemez diye düşünüyordu.

Yahudi tarım mühendisi Aaron Aaronsohn çorak arazide ürün verecek bir yabani buğday türünü Hermon dağı eteklerinde bulmuştu, “Islah edilerek milyonları besleyebilir”di.

Bilimin önemi!

Evet, bilimin önemi.

İkincisi, Osmanlı’nın yenileceği anlaşılınca, Filistin’e Yahudi nüfus yerleşmesine izin veren makam Şerif Hüseyin’in oğlu Kral Faysal’dı!

Sonrası malum, Filistin’deki Yahudi toplumu sürekli göçlerle, toprak işgalleriyle genişledi... 1948’de İsrail devleti ilan edildi.

ÖNCE TÜRKİYE

İsrail devletinin varlığı inkâr edilemez. “Denize dökmek” gibi İranlı fanatiklerin sözleri anlamsızdır. Ancak elbette çok büyük bir sorun vardır: İsrail devletinin sınırları, Siyonizm’in nihai coğrafyası belirsizdir!

Onun için sürekli işgallerle ve sürekli nüfus yerleştirerek genişliyor.

1967 ve izleyen BM kararlarını, yani uluslararası hukuku hiçe sayıyor.

Uyduğu tek BM kararı yok. Kaldı ki BM kararları Amerikan eleğinden geçmektedir!

Hitler’in “hayat sahası” doktrinini zamanımızda militarist İsrail uyguluyor.

Bu tablo karşısında Türkiye nasıl bir politika izlemelidir?

Asla genellemeci değil, mutlaka analitik gözle bakmak gerekir.

Ermeni soykırım iddialarını reddeden uluslararası tarihçilerin hemen hepsi Yahudi’dir. Bernard Lewis, Guenter Lewy ve aziz hatırasını saygıyla andığım Standford Shaw...

Şimdi İsrail Ermeni iddialarını tanıma yolunda!

Türkiye’de bütün hükümetler, Erdoğan dahil, Amerika’daki Yahudi lobileriyle iyi ilişkilere sahip olmuştu.

Netanyahu militarizmi barbarca kan döktüğü gibi Türkiye ile ilişkileri de bozuyor. Amerikalı ‘küçük Hitler’le (Trump) birbirlerini buldular!

Türkiye İsrail militarizmini ve barbarlıklarını kınarken, dünyadaki Yahudi cemaatlerinin hepsinin o kafada olmadığını dikkate alan bir dil geliştirmelidir.

Dedim ya, önce Türkiye

Bizim Yahudiler


1921 yılı bütün tarihimizdeki en kritik dönemdir.

Eskişehir önlerinde Türk ordusu mağlup olmuş, Yunan ordusu Eskişehir’e girmiş, Mustafa Kemal orduyu imha edilmekten kurtarmak için Sakarya’nın doğusuna çekmiştir.

Tek umut Sakarya’nın doğusunda derlenip toparlanmak, orduyu güçlendirmektir.

Fakat Eskişehir’e giren Yunan ordusu Sakarya’yı geçip Ankara’ya yürüyebilirdi!

Fevzi Paşa günlerdir uykusuz, gözleri kan çanağı, üstü başı toz toprak Meclis kürsüsündedir: “Meclis’i Kayseri’ye taşıyabiliriz!”

İki taraf da imkânlarını zorluyor. Atina vergi üstüne vergi koyuyor, Avrupa başkentlerinde yeni krediler arıyor.

Mustafa Kemal Başkumandanlık yetkisi almıştır, “tekâlif-i milliye” adı verilen emirlerle vatandaştan asker için çamaşır, çorap, çarık, bulgur vb toplamaya çalışıyor...


GALATA BORSASINDA
Böyle bir dönemde Yunan para birimi Drahmi ile ilgili olarak 27 Nisan 1921 günlü Vakit gazetesinde şu haber çıkar:

Bizim Yahudiler


“Galata Borsasında Drahmi Mücadelesi

Rum sarrafların hücumu, Yahudi bankerlerin mukabil taarruzu
Rum bankerler Drahmi fiyatını yükseltmek için suni tedbirlere müracaat ediyor fakat Musevi sarraflar bunu engelliyor.
Birkaç günden beri Drahmi fiyatındaki düşüş devam etmektedir...”

Gazete, Drahmi’yi güçlendirmek için Rum sarraf ve Yunan bankerlerin külliyetli miktarda Drahmi aldıklarını, Yahudi sarrafların ise beş misli fazla Drahmi’yi borsaya sürerek Drahmi’nin değerini daha da düşürdüklerini yazıyordu. Galata Borsası’nın Yunan ordusunu finanse etmesini Osmanlı Yahudisi sarraflar önlemişti.


OSMANLI YAHUDİLERİ
Balkan Harbi’nde Selanik düştüğünde etnik Yunan milliyetçiliği; Türklere ve Yahudilere katliam, sürgün, yangın ve baskılarla etnik katliam uygulamıştı. Bunun tarihi ve sosyolojik sebepleri var.

Uluslaşma ve ulus devlet hareketlerinin hızla geliştiği 19. yüzyılda Yahudi milliyetçiliği Siyonizm, Yahudilere ağır baskılar uygulanan Rusya ve Doğu Avrupa Yahudileri arasında “güvenli yurt” duygusu halinde doğdu. Mali ve siyasi gücünü Avrupa ve Amerika Yahudilerinden aldı.

Siyonizmi örgütleyenler Osmanlı Yahudileri değildi.

Hilmi Ziya hocamızın belirttiği gibi çok uluslu imparatorluklarda, özellikle de Osmanlı’da Yahudi düşmanlığı da olmadı, siyasi Yahudi milliyetçiliği de.

Rum ve Ermeni çeteleri gibi çeteler kurmadılar.


CUMHURİYET YAHUDİLERİ
Lozan’da tanınan adli imtiyazlardan azınlıkların vazgeçmesine öncülük edenler, Türkiye Yahudileriydi. Türkiye Yahudilerinden Moiz Tekinalp Kemalizm’i savunurken, Prof. Avram Galanti tarihi kültürle ilişki kopar endişesiyle harf devrimini eleştirmişti.

Merhum Turgut Özal zamanında Ermeni tasarılarına karşı Amerika’da Türkiye lehine lobi yapanlar bizim Yahudi vatandaşlarımızdı.

Özellikle Jak Kamhi’nin adını şükranla kaydetmek isterim.

İsrail’in militarist ve işgalci politikalarını elbette eleştirirken, “önce Türkiye” ilkesi gereği bu gerçekleri unutmamak, “anti semitizm” görüntüsünden de sakınmak gerekir. Zamanımızda bütün dünyada aşırı sağ popülizm nasıl yükseliyorsa, İsrail’de de Netahyahu koalisyonu böyle aşırı sağ, militarist, saldırgan, kanlı bir hükümettir.

Unutmayalım ki, İsrail toplumu 1990’larda İşçi Partisi lideri Yitzak Rabin gibi barışçı bir devlet adamı çıkarmış, aşırı sağcı bir Yahudi gencin kurşunlarıyla hayatını kaybetmişti.

Evet, önce Türkiye

Hukukçu


KİMLERE ‘hukukçu’ denilebilir? Hukuk diploması olan herkese mi? Başka sosyal ve insani bilim dallarından mezun olup da hukukta otorite haline gelen, hukuku bilgiyle savunan kişilere hukukçu denilemez mi?

Bu konuya dikkatimi Cemil Çiçek çekti. Çiçek, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur, Adalet Bakanlığı ve Meclis Başkanlığı döneminde “hukukçu” sıfatını hak ettiğini davranışlarıyla göstermiş bir isimdir.

Şöyle diyor:

“Yüze yakın hukuk fakültesi açıldı. Öğretim kalitesi nedir? Sonra elinde hukuk diploması olsa bile hukukun üstünlüğüne titizlik göstermeyenlere hukukçu demek doğru mu?”

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ

Çiçek’in sözleri çok önemli bir soruna değiniyor. Ben de şöyle yazmıştım:

“Gencecik hâkimlerin ağır ceza mahkemesi başkanı olduğu, birkaç aylık yıldırım stajla hâkim ve savcı atamalarının yapıldığı sistemde böyle zayıf iddianamelerle tutuklamalar yapılması içinize siniyor mu?” (15 Kasım 2017)

Aynı yazımda daha kıdemli, tecrübeli ve birikimli hâkimlerin görev yaptığı istinaf mahkemelerinde ve Yargıtay’da kararların daha dikkatli incelemelere dayandığını belirtmiş, örnekler vermiştim.

Fakat Anayasa Mahkemesi’nin ve AİHM’nin kararları bile kâğıt üzerinde kalabildiğine göre hukukun üstünlüğünden nasıl bahsedeceğiz?

İşte Mehmet Altan hem AYM’nin hem AİHM’nin kararlarına rağmen hâlâ tutuklu... Onun kişisel mağduriyetinden öteye, bu kararlar, emsal niteliğinde olduğu için birçok insanın mağduriyetiyle de ilgilidir. Dahası, hem vatandaşların hukuka güvenini, hem ekonomik ve diplomatik ilişkilerde Türkiye’nin itibarını ilgilendiren ciddi bir sorundur.

HUKUKÇU İHTİYACI

Çiçek, “hukukçu” denilmek için hukuk diplomasının zorunlu şart olmadığını, işte Haşim Kılıç’ın iktisat diploması olduğu halde iyi bir hukukçu olduğunu söyledi. Katılıyorum.

Avrupa Konseyi’nin Strasbourg’da düzenlediği “Anayasa mahkemelerine bireysel başvurularda en iyi örnekler” konulu uluslararası konferansa davet edilen ve bu konuda konuşma yapan hukukçumuz Haşim Kılıç’tı. (6 Temmuz 2014)

Kararlarıyla saygı kazanan hukukçular ülkelerinin itibarını da yükseltirler.

Hukuku üstün tutma kararlılığına ve yüksek hukuk bilgisine sahip hukukçulara büyük ihtiyacımız var.

Teknik hukuk bilgisi yetmez. Çağına göre hukukun önemsizleştiği dönemlerde toplumların nasıl ağır krizlere sürüklendiğini, acıların nesiller boyu devam ettiğini de kavramış olmak lazım.

Hukukçu sıfatını hak edenleri manen ödüllendiren, bu sıfata gölge düşürmüş olanları eleştiren bir kültür geliştirmeliyiz.

BİZİM TARİHİMİZDEN

Bizim tarihimizde çok saygın hukukçular vardır: Cevdet Paşa, Abdülhamid’in yargıya müdahalesine karşı çıkan Adalet Bakanı Abdurrahman Paşa, anayasaya aykırı kanunların uygulanmayacağına Yargıtay’ın karar vermesini daha 1949’da savunan Akşehir Asliye Hukuk Hâkimi Refik Gür, 27 Mayıs yargısını reddeden Yargıtay Başkanı Recai Seçkin gibi...

Osman Bölükbaşı, Demokrat Parti’nin Adalet Bakanı Hüseyin Avni Göktürk’ü baskıcı yasa tasarılarından dolayı eleştirirken ona, “Bu memlekette Abdurrahman Paşa gibi Adalet Bakanları da görülmüştür” diye seslenmişti. (6 Mayıs 1956)

Böyle gerçek “hukukçular”ımızı hem fakülte sıralarındaki öğrencilere, hem yargı görevlilerine tanıtmalıyız; tarihe nasıl geçeceklerine kendilerinin karar vereceğini hatırlatarak.

Kötü örneklerden tarihin nasıl bahsettiğini de hatırlatmalıyız.

Hukuk şuurunun gelişmesi için...

Benim böyle bir kitap yazmaya niyetim var, bakalım başarabilecek miyim.