Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

BELİRTİSİZ NESNENİN SÖZ DİZİMİNDEKİ YERİ ÜZERİNE*Leylâ Karahan

Bu çalışmada cümle ögelerinden belirtisiz nesnenin Türkçe söz dizimi içindeki yeri
hakkında tarihî lehçeler ve Türkiye Türkçesi ile sınırlandırılmış bir değerlendirme yapılacaktır. -A
ekli – hatta -DAn ekli – bir kısım tamlayıcıların da bazı gramerlerde ve araştırmalarda nesne terimi
ile karşılandığını dikkate alarak öncelikle bu çalışmada nesne terimi ile kastedilen öge hakkında
bir açıklama yapmak gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıda, nesne terimi ile akkuzatif ekinden
başka hâl eki taşımayan veya hâl eksiz de kullanılabilen cümle ögesi kastedilmiştir. Yazının başlığı
olan “belirtisiz nesne” terimi ise içinde anlamca belirlilik niteliği veren başka gramatikal ögeler
bulunsa da nesnenin akkuzatif eki taşımayan hâli için kullanılmıştır. Ancak yazıda belirtisiz nesne
ve belirtili nesne terimleri yerine -bu çalışmaya mahsus olmak üzere- daha çok akkuzatif ekli
nesne, akkuzatif eksiz nesne terimlerine yer verilmiştir. Bu tercihte, belirli, belirsiz, belirtili,
belirtisiz gibi terimlerin nesnenin aynı zamanda anlam boyutunu da çağrıştırdıkları için herhangi
bir karışıklığa sebep olabilecekleri endişesi etkili olmuştur.
Türkçe söz dizimindeki karakteristik özne-tümleç-yüklem sırasına rağmen cümle ögeleri,
bazı genel eğilimler yanında cümlenin anlamını çeşitli oranlarda etkileyebilecek bir hareketliliğe,
bir esnekliğe sahiptir. Yer değiştiren bir öge, bazen özel bir anlam vurgusuna, bazen bir belirliliğe
veya belirsizliğe işaret eder, bazen de cümlenin anlamını tamamen değiştirir. Cümle ögeleri içinde
yer değiştirmeye en fazla direnen ögelerden biri de belirtisiz nesne yani akkuzatif eksiz nesnedir.
Nesne, içinde yer aldığı cümlenin yardımcı değil zorunlu ögesi veya ögelerinden biridir; hâl
eksiz veya akkuzatif eki ile kullanılır. Bu iki farklı kullanılış, nesnenin söz dizimi içindeki yerini
ve anlamını etkilemiştir. Belirtisiz nesne – yani akkuzatif eksiz nesne – genellikle yüklemin
yanında yer alırken, akkuzatif ekli nesne yüklemle ilişkilerinde – akkuzatif ekli nesneye göre –
bağımsız bir öge olarak söz dizimi içinde daha rahat yer değiştirir. Akkuzatif eksiz nesne,
“belirsizlik” ve “genellik” niteliği ile zorunlu ögesi olduğu fiile bağımlıdır. Nesnenin anlamı
yüklemin anlamıyla birleşerek “dinleyenin şuurunda tamamiyle bütün bir tasavvuru çağrıştırır.”
(2004) V. Uluslararası Türk Dili Kurultayı Bildirileri I, 20–26 Eylül 2004,
Ankara: TDK, 1615–1624.
(Grønbech 1995: 110). “Söz vermek, ders çıkarmak” örneklerinde olduğu gibi birleşik fiil
oluşturmaya diğer cümle ögelerinden daha elverişli olması, akkuzatif eksiz nesnenin bu
“belirsizlik”, “genellik” niteliğinden kaynaklanmaktadır. Aralarındaki ilişkinin mahiyetinden
dolayı böyle nesneler söz dizimi içinde yüklemin yanında yer alırlar. Ancak nesne, çeşitli
gramatikal yollarla “belirlilik” kazandığında fiille arasındaki bağ gevşemekte ve böylece
gerektiğinde yüklemin önünden uzaklaşabilmektedir.
Bu husus, nesneyi konu alan araştırmalarda ve gramerlerimizde vurgulanmıştır. Konuyla
ilgili özel tespitleri olan Grønbech, belirtisiz nesnenin bu özelliğini şöyle ifade ediyor: “Nesneden
başka bir diğer cümle unsuru doğrudan doğruya fiilin önüne gelirse ve dolayısıyla nesne daha
geriye atılmak durumunda kalırsa, sonuncu daima ekin düşmesi gerektiği durumlarda da yükleme
hâline dönüşür.” (Grønbech 1995: 139). Bu genellemelere rağmen tarihî metinlerimizde ve bugün
Türkiye Türkçesinde çok yaygın olmamakla birlikte bir anlamı öne çıkarma ve vurgulama
ihtiyacıyla veya başka bir sebeple nesne dışındaki bir öge yükleme yaklaştığında, akkuzatif eksiz
nesne akkuzatif eki almadan da başka gramatikal yollarla belirlilik kazanarak yüklemden
uzaklaşabilmektedir.
Akkuzatif eksiz bir nesne ile yüklem arasındaki bağımlı şekil ilişkisi da / de, dahi, bile gibi
bağlama, pekiştirme işlevli edatlarla ve soru eki/edatı -mI ile gevşer. Bu gevşeme, bağımlılığın da
derecesini göstermektedir. Akkuzatif eksiz nesne-yüklem ilişkisi, meselâ belirtisiz isim
tamlamalarındaki tamlayan-tamlanan ilişkisine göre daha toleranslıdır. Çünkü belirtisiz isim
tamlamalarında iki unsur arasına edat dahil hiçbir kelime giremez. Akkuzatif eksiz bir nesne ile
yüklem arasındaki şekil ilişkisini etkileyen edatlar, işlevsiz dil birimleri olmadıklarına göre bu iki
öge arasındaki anlam ilişkisini de etkileyeceklerdir. Meselâ Roman da okudum cümlesi, da edatı
ile bize Hikâye okudum, roman da okudum gibi bağlı bir yapıyı çağrıştırabilir. Bu cümlelerde
nesneler, belirtisiz nesnelerdir. Ancak bunlar tek olarak değil, bağlı yapı içinde
değerlendirildiğinde nesnelerin belirsizlik dereceleri arasında fark ortaya çıkmaktadır. Tek bir
cümle sınırları içinde bir cinsi, bir türü karşılayan roman ve hikâye, bağlı yapıda anlam
daralmasına uğrayarak kitap gibi anlam boyutu daha geniş bir cins, bir tür içinde kısmî bir
belirlilik kazanmaktadır.
Bugünkü Türkiye Türkçesinde olduğu gibi tarihî lehçelerde de bir önceki cümle ile bağlantı
sağlamak ve nesnenin anlamını pekiştirmek üzere akkuzatif eksiz nesne ile yüklem arasına
bağlama/pekiştirme edatları ve soru eki/edatı girebilmektedir. Aşağıda çok sık rastlanan bu
kullanımla ilgili birkaç örnek verilmiştir:
İncü dahı dizer (Marzubannâme 250)
İşâret hoz bilmez (Marzubannâme 242)
Ammâ eger sulh isteyüb tuhfeler dahı viribiyevüz (Marzubannâme 255)
Şol kadar ni’met ve ganîmet dahı vermeye ( Kelîle ve Dimne 28)
Ebu Müslim Kahtabe’ye yardımçun on biŋ er dahı göndürdi (Târih-i İbn-i Kesîr 246)
Bir köprüg dahı yasaŋ (Eckmann 1988: 64)
Yataçak yir mi bulduŋ, yurt mı bulduŋ noldı saŋa (Dede Korkut 192/12)
Nesnelere “belirlilik”, dolayısıyla “bağımsızlık” kazandıran ögelerden biri akkuzatif ekidir.
Bu ekin “belirlilik” kazandırma işlevi, tarihî ve bugünkü bazı lehçelerde sadece nesnede değil
ismin isimle ve ismin çekim edatlarıyla ilişkisinde de ortaya çıkmaktadır. Yani akkuzatif ekinin
işlevi sadece nesne ile sınırlı değildir. Ek, meselâ “Efrasiyabnı oglı, yıglamaknı sebebi”
örneklerinde ismin isimle, “anı teg, bizni üçün” örneklerinde ise ismin çekim edatlarıyla ilişkisinde
belirtme görevi yapmaktadır (Karahan 1996: 607). Böyle örnekler Türkiye Türkçesinde yoktur.
Akkuzatif eki bu işleviyle ilgi hâli ekine benzer. Nasıl isim tamlamalarında birinci unsur ilgi hâli
eki ile bağımsızlaştırılıyorsa nesne de akkuzatif eki ile yüklemden bağımsız hâle
getirilebilmektedir (Grønbech 1995: 123). Akkuzatif eki ile ilgili iki önemli tartışmayı da burada
zikretmek istiyorum. Bunlardan biri akkuzatif ekinin içinde bulunduğu kategoridir. Ekin hâl
kategorisi içinde değerlendirilip değerlendirilmeyeceği hususu bugün tartışılmaktadır (Uzun 2000:
232). “Belirli kavram kategorilerinin taşıyıcısı olmadığı”nı savunan Grønbech’e göre bu ek, isim
ile fiil arasında sağlam bir bağlantı meydana gelmesini önleyen bir kelime ayırıcısıdır. O, örnek
olarak Böthlingk’ten Yakutça Ū istim ‘Su içtim’ ve Ūnu istim ‘Suyu içtim’ cümlelerini nakleder ve
cümlelerin ilkinde yapılan, ikincisinde de içilen şeyin ne olduğu anlatıldığı için iki cümle arasında
fark bulunduğunu kaydeder. Akkuzatif ekinin diğer bazı hâl eklerinden farklı olarak fiil-tamlayıcı
ilişkisini kuran, yönlendiren bir ek değil, nesneye tam veya kısmî belirlilik anlamı kazandıran bir
ek olduğu dil biliminde seslendirilen bir görüştür (Karahan 1996: 610). Diğer bir tartışma da ekin
belirtme işlevi etrafında cereyan etmektedir. Akkuzatif eki, yapısında bir belirsizlik sıfatı bulunan
bir sıfat tamlamasını bir belirsizlik sıfatına rağmen – belirli yapabilir mi? Johanson’a göre
akkuzatif ekinin belirlilik işlevi bir kitabı gibi belirsizlik sıfatı biri taşıyan bir örnekte ortadan
kalkmakta ve ek belirlilikten çok özgüllük (specificity) ifade etmektedir. Meselâ Kitabı okudum
cümlesinde hangi kitabı okuduğumuz bellidir; Bir kitabı okudum cümlesinde ise hangi kitabı
okuduğumuz belli değildir. Bu yapı bazı dil bilimi kaynaklarında mantıksal olmayan bir birleşim
olarak değerlendirilir (Johanson 1977:1186-1203 Çeviri: Çelik – Özsoy ).
Akkuzatif eki ile belirlilik niteliği kazanan ve bağımsızlaşan nesne söz dizimi içinde
serbestçe dolaşabilmektedir. Ancak bu dolaşma amaçlanan anlam vurgusu çerçevesinde gelişir. Yer
değiştirmeler keyfî ve gelişigüzel değildir.
Nesnelere belirlilik anlamı veren gramatikal ögelerden biri de iyelik ekidir. İyelik eki,
eklendiği ismi söylenen veya söylenmeyen bir başka kavramla ilişkilendirerek, o kavramı
genellikten kurtarır, belirli yapar. Böyle olduğu için birinci unsuru iyelik ekli isim olan meselâ
Uygur Türkçesinden oglum savı, ögüküm köŋli (Grønbech 1995: 95), Eski Anadolu Türkçesinden
göŋlüm odı, gözlerüm nurı, bahtum güneşi, kirpügüŋ okı (Timurtaş 1981: 67, 68), Çağatay
Türkçesinden atası atı, anası kabri (Eckmann 1988: 58) gibi isim tamlamalarında birinci unsur ilgi
hâli ekine ihtiyaç duymaz. Söz diziminde de akkuzatif eki taşımayan nesneler, iyelik ekleri ile
belirlilik, dolayısıyla bağımsızlık kazanmakta ve gramatikal bir engel olmadan – tabiî gerektiğinde
– kolayca yüklemin yanından uzaklaşabilmektedir. Tarihî lehçelerden bu duruma pek çok tanık
getirmek mümkündür:
Günlerüm dün eyledi ( Timurtaş 1981:71)
Düş gördüm ve nice gördügüm girü unıtdum (Marzubannâme 263)
Oşbu benüm haberüm ol balıklara degür (Marzubannâme 273)
Ben kız kardaşum Hâbile virmezem (Kısas-ı Enbiyâ 101)
Ya Kâbil kardaşuŋ niçün öldürdüŋ? (Kısas-ı Enbiyâ 101)
Bu örneklerdeki nesneler, akkuzatif eki almamalarına rağmen bir türü, bir cinsi değil, bana,
sana, ona, yani bir şahsa ait bilinen bir varlığı karşılarlar ve söz dizimi içinde belirli nesneler
olarak serbestçe dolaşabilirler. Böyle örnekler Türkiye Türkçesinde görülmez. Türkiye
Türkçesinde iyelik ekli bir nesne mutlaka akkuzatif eki istemekte ve ancak akkuzatif eki ile söz
dizimi içinde hareket kabiliyetine sahip olmaktadır.
Nesneleri bağımsızlaştırarak gerektiğinde yüklemden uzaklaştırabilen bir başka yapı da
kelime gruplarıdır. Nesneleri belirtmek, pekiştirmek ve nitelemek amacıyla kurulan kelime
gruplarında, belirtilen, pekiştirilen, nitelenen isim genel olma, tür olma niteliğini kaybeder ve
böylece kısmî de olsa bir belirlilik kazanır. Bunun için en uygun yapı, sıfat tamlamalarıdır. Sıfat
tamlamaları, bir ismin niteleyen veya belirten tarafından daraltılmış anlamını taşır (Banguoğlu
1990: 500). Dil bilimi kaynaklarında gerek belirtme gerekse niteleme sıfatları küme daraltıcı
olarak nitelendirilmektedir (Akerson 2000: 96, 100, 106). Yani isimler, niteleme ve belirtme
sıfatları ile genelden, türden uzaklaşır, belirlilik kazanırlar. Bu özellik, tarihî lehçelerde, sıfat
tamlaması kuruluşundaki akkuzatif eksiz nesnelerin söz dizimi içindeki yerini etkilemiştir. Bu
yapıdaki nesneler, başka bir ögenin bir anlam vurgusu ile yüklemin yanında yer alması durumunda
akkuzatif eki almadan yüklemden uzaklaşabilmektedir. Aşağıda verilen örnekler, çeşitli tarihî
dönemleri temsil eden eserlerden alınmıştır. Örneklerde de görüleceği gibi nesne olan sıfat
tamlamalarının bir kısmı belirtme, bir kısmı da niteleme sıfatlarıyla kurulmuştur:
Bunça budun kop itdim (Kül Tigin Abidesi, Güney Cephesi 2, 3)
Bunuŋ gibi mâlihülyâlar şol kadar söyledi (Gülistan Tercümesi 178)
Saŋa munça türlü ni’met ve ziynet anıŋ üçün birdi (Gülistan Tercümesi 2)
Dürlü ilm hikmet anlara talim itdürür (Marzubannâme 225)
Çok mâl dost düşmen yolında harc itmişem (Marzubannâme 220)
Yana bir sir söz kulagıŋa aydı (Nehcü’l-Ferâdis 157/6)
Bir altun bir yoldaşlarına virüb ta’âm almaga viribidiler (Marzubannâme 222)
Bir kov anlar dahı getürdiler (Dede Korkut 11/10)
Amma ben bu ılan gerek baguban eliyile öldürem (Marzubannâme 227)
Bizi hayır duâdan ferâmuş itmesin diyü bir gayrı kürk hakîre ihsân eyledi (Evliyâ Çelebi
101)
Biş biŋ dahı aŋa virdi (Târih-i İbn-i Kesîr 139)
Men on miŋ yarmak bir kimerse katında emânat koydum (Nehcü’l-Ferâdis 195/3)
Tegme yılda altmış câme böz, bir kat ton za’îfenga bereyin (Kısasü’l-Enbiyâ 144r)
Beş batman etmek, beş batman et, beş batman un, beş kümüş yarmak bir câme böz ol
balık birle Süleymâŋa berdiler (Kısasü’l-Enbiyâ 144r)
Ogul kız erdin bolur tesen Meryemge isi teg ogul atasız ruzi kıldı ( Kısasü’l-Enbiyâ 67r)
Hızır gibi âb-ı hayat benden içti (Marzubannâme 239)
Belki yalıncak padişahlık nice isteyelüm (Marzubannâme 236)
Acı tırnak ağ boynına takalum (Dede Korkut 29/13)
Dede Korkut’ta geçen bazı örneklerde nesne uzaklaşması, vurgudan ziyade cümleler
arasındaki öge paralelizminden (sentaktik paralelizm) kaynaklanmaktadır (Konuyla ilgili olarak
bkz. Üstünova 2002: 50-59).
Kara otağa kondurdılar, kara kiçe altına döşediler, kara koyun yahnısından öŋine
getürdiler (Dede Korkut 11/10)
Kara otağa konduruŋ, kara kiçe altına döşen, kara koyun yahnısından öŋine getürüŋ (Dede
Korkut 13/2)
Bu cümlelerde altına kelimesi otağa ve öŋine kelimelerine paralel olarak yüklemin yanında
yer aldığı için nesne olan kara kiçe sıfat tamlaması yüklemden uzaklaşmıştır. Tekin, gramerinde
uzaklaşmayı, nesnenin yapısına değinmeyerek “Bazı durumlarda, özellikle öznenin vurgulanması
istendiğinde cümle devrik olabilir, yani özne tümleçten sonraya alınabilir.” (Tekin 2003: 211)
şeklinde açıklamakta ve nesnenin yapısına değinmemektedir. Ergin’e göre ise bu konuyu “Nesne
uzaklaşması yerine yer tamlayıcısı yaklaşması şeklinde görmek de mümkündür.” (Ergin 1963:
479). El-Kavâninü’l-Külliye’de belirtisiz nesnenin yeri ile ilgili olarak verilen “Birdüm bege bir
at” örneğinde yüklemden uzaklaşan nesne sıfat tamlaması kuruluşundadır. Ancak eserde bu
yapının değil belirtisiz nesnenin yüklemin hemen yanında bulunduğu “Bir at birdüm bege”
yapısının en fasih ve en yaygın yapı olduğu belirtilir (El-Kavânin 44). Gerçekten de akkuzatif
eksiz nesnenin yüklemden uzaklaşması olayı hiçbir dönemde yaygın değildir. Uzaklaşan nesneler
ise genellikle sıfat tamlaması kuruluşundadır. Çok seyrek olmak üzere isim tamlaması ve tekrar
grubu kuruluşundaki bazı akkuzatif eksiz nesneler de yüklemden uzaklaşabilmektedir.
Yazıtlarda geçen Kagan at bunta biz birtimiz (Kül Tigin Abidesi, Doğu Cephesi 20)
cümlesinde nesne, bir isim tamlamasıdır ve yüklemle arasına başka ögeler girmiştir. Üze Türk
teŋrisi, Türk ıduk yiri subı ança itmiş (Kül Tigin Abidesi, Doğu Cephesi 10, 11) cümlesinin
nesnesi de akkuzatif eksiz bir isim tamlamasıdır.
Yine yazıtlarda geçen şu cümlelerde, yüklemden uzaklaşan nesneler tekrar grubu
kuruluşundadır:
Yelme kargu edgüti urgıl (Tonyukuk Abidesi, Birinci Taş, Kuzey Cephesi 2)
Altun kümüş işgiti kutay buŋsuz ança birür (Kül Tigin Abidesi , Güney Cephesi 5)
Taranan eserlerde aykırı tek tük bazı örneklere de rastlanmıştır. Yazıtlardaki Sab ança ıdmış
(Tonyukuk Abidesi, Birinci Taş, Güney Cephesi 2) ve tartışmalı bir cümle olan Öd teŋri yaşar (Kül
Tigin Abidesi, Kuzey Cephesi 10) cümlesinde uzaklaşan nesneler, kelime grubu değildir. Ergin’in
Dede Korkut Kitabı’nda verdiği(1958–1963) verdiği 12 örneğin 9’u sıfat tamlaması
kuruluşundadır. Yüz yire kodı (204-11), yüz göge tutdılar (68-8), at meydana sürdi (286-3)
örneklerinde ise uzaklaşan nesneler tamlama değildir. Taranan diğer eserlerde de Saman çok
virürler (Marzubannâme 245), Atka eger o yasadı (Eckmann 1988: 64), Benüm katımda mâl nice
emânat kor? (Târih-i İbn-i Kesîr, 178), Dahhâk’ın memleketine hatar nice irişdi. (Gülistan
Tercümesi, 136) cümlelerinde olduğu gibi aykırı birkaç örneğe rastlanmıştır.
Tarihî lehçelerde akkuzatif eksiz bir nesneyi yüklemden uzaklaştıracak kadar vurguya
ihtiyacı olan ögelerin daha çok anıŋ üçün, anlara, anlar, anda, benden, niçe, ança, bunta, biz gibi
zamir kökenli olduğu görülmektedir. Zamirlerle ilgili araştırmalarda bu eğilimin sebepleri üzerinde
durulmalıdır.
Akkuzatif eksiz bir nesneyi yüklemden uzaklaştıran bir başka yapı da bağlı cümlelerdir.
Meselâ Türkiye Türkçesinde İki kitap sana vereyim, üç kitap da arkadaşına vereyim gibi bağlı bir
yapıda akkuzatif eksiz nesnelerle yüklem arasına başka ögeler girmiş ve nesne yüklemden
uzaklaşmıştır. Tek bir cümlenin sınırları içinde gramatikal bir bozukluğa sebep olan bu durum,
bağlı bir yapının sınırları içinde kurallı bir kullanımdır. Verilen bu örnekte de olduğu gibi,
akkuzatif eksiz nesnelerin yüklemden uzaklaşabilmeleri için sıfat tamlaması kuruluşunda olmaları,
yapılarında mutlaka sayı veya belirsizlik sıfatı bulunması ve anlamca paralellik arz eden,
karşılaştırma, beraberlik bildiren bağlı cümleler içinde yer almaları gerekmektedir. Bu hususu
Gencan “de ile bağlanmış eşit kısımlardaki belirtisiz nesnelerle yüklemler arasına başka tümleçler
de girebilmektedir.” şeklinde açıklar ve Bir gömlek kendime, bir gömlek de Orhan’a aldım; Bir
top Orhan’dan, bir top da Yalçın’dan aldım örneklerini verir (Gencan 1971: 97). Aynı yapı, Uzun
tarafından da değerlendirilmiş ve “Yandaşlık Türkçede mutlak değildir, sıralı yapılarda ve bazı
bağlaçlarda belirtisiz ad öbeği – eylem yandaşlığı gerekmeyebilir.” açıklaması ile Ali bir kitap dün
aldı, bir kitap bugün (Uzun 2000: 204) örneği verilmiştir. Bu yapı, Türkçenin tarihî dönemleri için
de mümkün olabilecek bir yapıdır. Ancak sınırlı taramalarımız sırasında bu yapıyı
örneklendiremedik.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
1. Akkuzatif eksiz bir nesne bugün Türkiye Türkçesinde ve tarihî lehçelerde bazı özel
yapılar içinde yüklemden uzaklaşabilmektedir.
2. Nesneye belirlilik anlamı veren sadece akkuzatif eki değildir. Nesne başka yapılarla da
belirlilik kazanmaktadır.
3. Bir cümlede imkânsız olan öge dizilişi, birbirine bağlı cümlelerde mümkün
olabilmektedir. O hâlde öge diziliş kuralları, bağlı cümleleri de içine alacak şekilde belirlenmelidir.
4. Bu çalışmada üzerinde durduğumuz akkuzatif eksiz nesnenin söz dizimindeki yeri
konusu, hem tarihî lehçelerde, hem de bugünkü lehçelerde daha geniş bir inceleme konusu olmalı,
bu kullanımın hangi dönemlerde ve hangi lehçelerde daha yaygın olduğu araştırılmalıdır.
Örneklerin Alındığı Eserler
Dede Korkut bk. Ergin (1958–1963), El-Kavânin bk. Toparlı – Çögenli – Yanık (1999),
Evliyâ Çelebi bk. Gökyay (1996), Gülistan Tercümesi bk. Özkan (1993), Karamanlıoğlu (1989),
Kelîle ve Dimne bk. Zajączkowski (1934), Kısas-ı Enbiyâ bk. Cemiloğlu (1994), Kısasü’l-Enbiyâ
bk. Ata (1997), Kül Tigin Abidesi bk. Ergin (1970), Marzubannâme bk. Korkmaz (1973),
Nehcü’l-Ferâdis bk. Eckmann (1995), Târih-i İbn-i Kesîr bk. Ergüzel (1999), Tonyukuk Abidesi
bk. Ergin (1970)
Kaynaklar
Akerson, F. E. (2000), Dile Genel Bir Bakış, İstanbul: Multilingual.
Ata, A. (1997) Kısasü’l-Enbiyâ, Ankara: TDK Yayınları
Banguoğlu, T. (1990) Türkçenin Grameri, Ankara: TDK Yayınları
Cemiloğlu, İ. (1994) Kısas-ı Enbiyâ Nüshası Üzerinde Sentaks İncelemesi, Ankara: TDK
Yayınları
Çelik, M. – Özsoy, A. S. (Baskıda) Türkçe Tümcelerde Belirlilik ve İletişimsel Sözce Bakış
Açısı
(L. Johanson’un “Bestimmtheit und Mitteilungsperspektive im türkischen Satz. Zeitschrift
der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft, Suppl. III: 2. 1186-1203. başlıklı
makalesinin çevirisidir.)
Eckmann, J. (1995) Nehcü’l-Ferâdis, Ankara: TDK Yayınları
Eckmann, J. (1988) Çağatayca El Kitabı, çev. G. Karaağaç, İstanbul: İÜ, Edebiyat Fakültesi
Yayınları
Ergin, M. (1958–1963) Dede Korkut Kitabı 1–2, Ankara: TDK Yayınları
Ergin, M. (1970) Orhun Abideleri, 1000 Temel Eser, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi
Ergüzel, M. M. (1999) Târih-i İbn-i Kesir Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Gencan, T. N. (1975) Dilbilgisi, Ankara: TDK Yayınları
Gökyay, O. Ş. (1996) Evliya Çelebi Seyahatnamesi 1, Ankara: Yapı Kredi Yayınları
Grønbech, K. (1995) Türkçenin Yapısı, çev. M. Akalın, Ankara: TDK Yayınları
Johanson, L. (1977) Bestimmtheit und Mitteilungsperspektive im türkischen Satz,
Zeitschrift der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft Suppl.III: 2, 1186–1203.
Karahan, L. (1996) Yükleme ve İlgi Hâli Ekleri Üzerine Bazı Düşünceler, Üçüncü Uluslar
Arası Türk Dili Kurultayı, TDK Yayınları, 605–611.
Karamanlıoğlu, A. F. (1989) Gülistan Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Korkmaz, Z. (1973) Marzubanname Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Özkan, M. (1993) Gülistan Tercümesi, Ankara: TDK Yayınları
Tekin, T. (2003) Orhon Türkçesi Grameri, İstanbul: TDA.
Timurtaş, F. K. (1981) Eski Türkiye Türkçesi, İstanbul: İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları
Toparlı, R. – Çögenli, S. – Yanık, N. H. (1999) El-Kavaninü’l-Külliye Li-Zapti’l-Lügati’t-
Türkiyye, TDK Yayınları, Ankara.
Uzun, N. E. (2000) Ana Çizgileriyle Evrensel Dilbilgisi ve Türkçe, İstanbul: Multilingual.
Üstünova, K. (2002) Dil Yazıları, Ankara: Akçağ Yayınevi
Zajączkowski, A. (1934) Studja nad językiem staroosmańskim. Wybrane ustępy z
anatolijskotureckiego przekładu Kalili i Dimny, Krakowie

Dil Asla Masum Değildir (Prof. Dr. Semiramis Yağcıoğlu)

Son zamanlarda, özellikle genç kuşağın tanışırken kullandığı “Ilgın ben.”, “Tolga
ben.”, “Esin ben.” vb. dil kirliliğine yol açan yanlış söylemlerin Türkçenin cümle yapısına
ciddi boyutlarda zarar verdiğini düşünmekteyiz. Bu nedenle çalışmamızda, cümlenin
kurucuları olan yüklemi ve özneyi konu edinip irdelemeyi amaçladık.
Türkçede, “özne + tümleç + yüklem” dizgisi içinde verilen cümlede, özne ve yüklemin
asıl unsurlar, tümleçlerin ise yardımcı unsurlar olduğu; asıl unsurların sonda, yardımcı
unsurların ise başta bulunduğu bilinir. Öznenin asıl unsur olup olmama konusunda farklı
yaklaşımlar olmakla birlikte her yüklemin bir edeni, eyleyeni olma zorunluluğunu, öznesiz
cümle olamayacağını, sözdiziminin temel özelliklerinden biri olarak benimsediğimizden
konuyu bu bağlamda değerlendireceğimizi belirtmekte yarar görüyoruz. 1
Ancak asıl unsur olan öznenin, yüklemin içinde bugün bir ekle temsil edilen gramer
öznesi olduğunu, sıralama içinde başta gösterilen öznenin ise sözlüksel özne olduğunu da
hatırlatmak gerekir. Çünkü hem “cümlenin kurucuları, asıl unsurlar özne ve yüklemdir”
diyeceğiz, hem de cümle dizgisini “özne + tümleç + yüklem” biçiminde verip, özneyi başa
alacağız.. Bu çelişkiyi aşmak, ancak sözlüksel özne ile gramer öznesi ayrımının yapılması ile
gerçekleşecektir. Asıl olan öznenin, yüklemin içinde bulunan ve bir ekle temsil edilen özne
oluşunun vurgulanması, öznenin yüzey yapıda yer almadığı cümleleri açıklamak için de
gereklidir. Çünkü üçüncü kişilerin dışında birinci ve ikinci kişiler özne olduğunda, öznenin
istenirse yüzey yapıya çıkarılmama durumu vardır. Hatta özel bir nedeni yoksa, birinci ve
ikinci kişiler, özne olduğunda cümleden atılırlar. Dilin emekten, zamandan tasarruf etmek
istemesi ve estetik değerlere olan düşkünlüğü, yani tekrarları sevmemesi buna yol açmaktadır.
Öyleyse bizim dilimizde ister eylem, ister ad cümlesi olsun, yüklem içinde özneyi
barındırmalıdır. Bu durum, Türkçenin yapısal özelliklerinden biridir. Ancak üçüncü tekil
kişilerde özne yüzey yapıya çıkmazsa da, varlığını derin yapıda sürdürmektedir.
Kimsiniz?,
İki haftadır hastayım.
Yarın Bursa’ya gideceğim,
Mahallenin delisi, duvara oturmuş-Ø,
Çocuklar, ikindiden beri uyuyorlar vb.
Örneklerde görüldüğü gibi ister bir işi, bir oluşu zamana ve kişiye bağlı olarak
gösteren eylemler olsun, ister yüklem görevini üstlenen ad gurubu dil birimleri olsun, tüm
yüklemler, hareketin öznesi olan bir kişi öğesini taşımak zorundadırlar.
Bizce, öznesiz cümle olup olmayacağı, öznenin asıl unsur olup olmayacağı
tartışmalarının temelinde sözlüksel özne ile gramer öznesi ayrımının yapılmayışı yatmaktadır.
Asıl unsur olan ve olmazsa olmaz denen özne, yüklemin içinde bir ekle temsil edilen gramer
öznesidir. Yoksa her cümle yüzey yapıda bir özne bulundurmak zorunda değildir. Doğal
olarak sözlüksel öznesi olmayan “Geçmiş olsun.”, “Hayırlı olsun”, “Ders çalışmalı.” vb. pek
çok cümleyle karşılaşırız. Bunları öznesiz cümle saymanın doğru olmadığını düşünmekteyiz..
3
Dilin bir dizge, bir sistem oluşu, dilin öğrenilmesi ile sistemin kavranmasını eş değer
kılmaktadır. Öyleyse bir dili konuşanlar, duygularını, düşüncelerini açıklarken sistemin
dışında kalmamalı, iletişim kurarken sistemin kurallarını işletmelidir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz “Ilgın ben.” türü söylemler, Eski Türkçede zamirlerin koşaç
olarak kullanımını düşündürmektedir. Tarihî metinler incelendiğinde, yalın haldeki kişi
zamirlerinin eylem çekiminde kişi işareti olarak kullanıldığı görülmektedir.
Öz içi taşın tutmış teg biz (kendi iç(kuvvetler)i (ile) dış (topraklar)ı tutmuş gibiyiz)
Türk bodun tokurkak sen (Türk halkı, (sen) tok (gözlü ve) aksisin)
Bir todsar asçık ömez sen (bir doyarsan (tekrar) acıkacağını düşünmezsin)
Açsık tosık ömez sen (acıkırsan doyacağını düşünmezsin) Orhon Yazıtları
Yablak ol (kötüdür)
Ala atlıà yol tengri men (ala atlı yol tanrısıyım) Irk Bitig
Tört uluà çınlarta belgülüg idiş ol ( dört ulu çınlardan nişan veren bir kâsedir)
Biz dindar biz (biz dindarız) Turfan Metinleri
Andaà küçlüg men (öyle güçlüyüm)
Arıà dintar men (saf, temiz dindarım)
Kök buymul toàan úuş men (bir çeşit mavi doğan kuşuyum)
Edgü ol (iyidir)
Ötünür biz kün ay tengrike (güneş ve ay tanrılara rica ederiz) Mani metni
Yadınur men... yaşurmaz men baturmaz men…(yayarım; örtmem, kapatmam)
Tükel bilge biliglig ol (eksiksiz bilge bilgilidir) Altun Yaruk
Çanta içerig úodàu ol (çanta(yı) içeri bırakmak gerek)
Uluà bilge erenlerig ögirdür siz (büyük bilge insanları sevindirirsiniz)
Burkan Metinleri
4
Ahmet Cevat Emre, “Türkçede Cümle: II. İsim Cümleleri” adlı makalesinde, Türkçede
koşacın gelişimini verirken, “İsim cümlemizde eskiden koşaç (copule) olarak 3. kişi ol
zamirinin kullanıldığı görülmektedir. …… Irk Bitig isimli, eski Türk yazısıyla el yazması fal
kitabı 3. kişi ol zamirinin isim cümlelerinde koşaç olarak kullanıldığını gösteren misallerle
doludur. …….Yalnız ol 3. kişi zamiri değil, öbür zamirler de koşaç rolünü oynamışlardır.” 2
diyerek Irk Bitig, Turfan Metinleri ve Divan-ı Lügat-it Türk’ten örnekler verir. Zeynep
Korkmaz ise, “Eski Anadolu Türkçesindeki –van / -ven, -vuz / -vüz Şahıs ve Bildirme
Eklerinin Anadolu Ağızlarındaki Kalıntıları” adlı çalışmasında, “-ur / -ür, -ar / -er, -ır / -ir, -
yur / -yür; -yuk / -yük; -gay / -gey; -taçı / -teçi gibi sıfat fiil ekleriyle kurulan geniş, gelecek,
geçmiş zaman kiplerinde şahıs ve buna bağlı teklik, çokluk kavramı doğrudan doğruya şahıs
zamirleriyle karşılanmaktadır” 3 diyerek Eski Türkçe dönemi metinlerinde gördüğümüz bu
tür örneklerin, Karahanlı, Harezm, Kıpçak ve Çağatay dönemi metinlerinde izlenebildiğini
belirtmektedir.
Bu uraàut ersek ol (bu kadın erkek isteyicidir)
Evge barıàlı men (eve gitmek üzereyim) DLT
Uúuş körki til ol, bu til körki söz (aklın süsü dildir, dilin süsü söz)
Kişi körki yüz ol, bu yüz körki köz (kişinin süsü yüzdür, yüzün süsü de göz)
Sen kim bolur sen? (sen kimsin?)
Men kelmedim men (ben gelmedim)
Körmedin mü bu haúan yüzin? (görmedin mi hakanın yüzünü?) Kutadgu Bilig
Men za’ifa men (ben bir kadınım)
Biz mundın ögrenürlerdin miz (biz bundan öğrenenlerdeniz)
Sen kim sen? (sen kimsin?) Rabguzi- Kısasü’l-Enbiyâ
Ey abuşúa sen kim bolur sen? (ey ihtiyar sen kimsin?)
Kelür yıl Mekkeke kirgey miz (gelecek yıl Mekke’ye gireceğiz)
Men oúıàan ermes men (ben okuyamam) Nehcü’l-Ferâdis
Bil ki min barçaàa muşfiú dur min (bil ki, ben herkese aynı derecede şefkatliyim)
5
Didiler sin çaàatay ili sin (dediler ki sen Çağatay halkındansın) Şeybânî-nâme
Bu kullanımlar, eserlerde XIV. yüzyıla kadar görülse de, XI. yüzyıldan itibaren
yüklemden sonra gelen kişi işareti olarak kullanılan ve özne görevini üstlenen zamirin
ekleşmesiyle yeni biçimler kullanıma çıkmıştır. “XI. yüzyıldan bu yana metinlerde kimi
kiplerin çekiminde kişi zamirlerinden iyelik eklerine aktarılmış bulunan çekimlere
rastlanmaktadır. ” 4 diyen Korkmaz, yukarıda sözünü ettiğimiz çalışmasında zamirlerin nasıl
ekleştiğini, eylem çekim eki haline geldiğini, hangi kiplerin iyelik menşeli ekler aldıklarını,
hangilerinin zamir menşeli eklerle çekimlendiklerini ayrıntılı olarak anlatmaktadır.
Kim çıúmasa mundaà úınlar úılàu-mız (kim çıkmazsa ona şöyle eziyet edeceğiz)
Rabguzi- Kısasü’l-Enbiyâ
Beyrek didükleri men-em (Beyrek dedikleri benim.)
Banı Çiçegin dadısı-yam (Banu Çiçeğin dadısıyım) Dede Korkut Destanları
Ben-venin topraàıla su, sen güneş-sin (toprakla su benim, sen güneşsin, bunu bil)
Ben daúı revâ görmez-in ( ben de revâ görmem) Kelile ve Dimne
Örneklerden de görüldüğü gibi; Türkçe, ad cümlesindeki bir yüklemi oluşturmak için
önce yüklem adı dediğimiz bir adın üzerine ek eylemi getirir. Sonra da bunu, kip ve şahıs
zamirlerini / eklerini getirerek çekimli hale koyar. Bu yüklem, tamlayanları veya sıfatlarıyla
birlikte herhangi bir ad veya adın yerini tutabilecek bir öğe olabileceği gibi eylemden
yapılmış geçici ad ve sıfatlardan biri de olabilir. Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki; ad ya
da eylem soylu hangi tür dil birimi olursa olsun, tüm yüklemler özneyi içinde barındırmak
zorundadırlar.
Bu bilgiler ışığında şimdi “Ilgın ben.” cümlesini değerlendirelim. Cümleyi;
yüklem özne
a. Ilgın-Ø ben.
“Yüklem + özne” dizgisinde devrik bir cümle olarak ele alalım. Ancak yüklemin
içinde bildirmenin birinci tekil kişisinin özneyi temsil eden ek olarak yer alması
gerekmektedir. Yani cümlenin, “Ilgınım ben.” biçiminde olması zorunludur.
özne yüklem
b. Ilgın ben-Ø.
6
“Özne + yüklem” dizgisinde kurallı bir cümle olarak ele aldığımızda da yine yüklemde
özne temsilcisinin bulunmadığını görmekteyiz. “Ilgın benim.” biçiminde olması gerekse de,
anlam olarak ilk kez karşılaşılan birine, “Ilgın başkası değil; benim.” anlamına gelecek bu
cümleyi söylemek dilin tutarlılık ilkesiyle bağdaşamayacağından a seçeneğinde verilen
çözümlemenin doğru olması gerekmektedir.
Efrasiyap Gemalmaz, derslerinde bu konudaki düşüncelerini şöyle özetlemektedir:
“Türkçe oldukça sentetik bir dil olma görünümüne sahiptir. Yani söz dizimini bir kavram
işaret düzeni üzerine kurma eğilimindedir. Ancak hemen her paradigmanın bir öğesinin boş
öğe olması, ifadede taraflarca bilinen öğelerin eksiltilmesi ile sağlanan ekonomi, dil
öğelerinin kullanılma sıklığına bağlı aşınmasıyla sağlanan ikinci bir ekonomiyle
desteklendiğinde Türkçe izini sürmekte zorlandığımız analitik yapıları önümüze koymaktadır.
Bütün bu durumları dikkate almayan dilbilgisi kitapları sadece şekle dayanarak adlandırma
yaptıkları için bugün dilimizi betimleme ve açıklama konusunda içinden çıkılması güç bir
kargaşayı yaşamak zorunda kalıyoruz.”
Ayrıca Eski Türkçedeki “Tensi men” (Tensiyim) (Irık Bitig / I-ı), “Tengri men”
(tanrıyım, majesteyim) (Turfan Metinleri / 276) kullanımını çağrıştırsa da, “Ilgın ben.”
söyleminde ben zamirinin koşaç olarak kullanımı bugün için söz konusu değildir. Ulusların
dili zaman içinde biçimsel değişikliklere uğrayabilirler. Art zamanlı çalışmalarda dildeki
değişimlerin zengin örneklerini görmekteyiz. Değişmelerin kimi nedenli, kimi de nedensizdir.
Kemal Eraslan, “Belli bir sebebe dayanmayan değişmeler Türk dilinin gelişmesini ve Türk dili
lehçe ve şivelerini belirleyen hadiselerdir.” 5 sözleriyle dildeki değişimlerin ne denli önemli
olduğuna dikkat çekmektedir. Türk dilinin temel yapısında dikkati çeken bir durum, ses
olaylarının sıklığı ve sistemli bir biçimde gerçekleşmesidir. Burada bizi ilgilendirenlerden
biri; kısalma, ya da ek düşümü diyebileceğimiz dil olayıdır. “Kısalma hâdisesi, kök, gövde ve
ek halindeki bir gramer birliğinde, belli sebeplere bağlı olarak veya olmayarak, ses veya ses
gruplarının düşmesi, erimesi veya kaynaşması ile o gramer birliğinin kısalmaya uğraması
hâdisesidir. Kısalma hâdisesini ek yığılması hâdisesinin paraleli olarak görmek mümkündür.”
6 diyen Kemal Eraslan, çalışmasında kısalma olayının en çok eklerde gerçekleştiğini ileri
sürer. “Ilgın ben.” söylemindeki durumu, kısalma olarak değil, ancak ek düşümü olarak
açıklayabiliriz. Çünkü kısalma geçmişte gerçekleşmiş, kişi zamiri eke dönüşmüştür. Şimdi
kısalan ek, düşüme uğramıştır.
7
Tarihî lehçeleri ve günümüz lehçelerini dikkate aldığımızda Türkçenin ne zamanı ne
de kişiyi bir ekle göstermek zorunda olmadığı görülür. “Ben yarın git.”, “Sen şimdi iyi.”,
“Onlar iki saat sonra gel.”, “Biz sizi karşılamak gerek mi?” cümleleri uygun durum ve
bağlam içinde belki anlaşılır ifadeler oluşturur. Zamanın ve kişinin yüklem sonunda
işaretlenerek genel olarak tekrarlanması ve daha sonra bunlarla ilgili özel yapıların cümle
içinde gerektiğinde silinebileceklerinin kavranması, değişimin sonucudur. Ancak bugün
Türkiye Türkçesinde yüklem olmanın koşulları oturmuş ve kurallarla belirlenmiştir. Burada
olduğu gibi Türkçenin temel yapısal özelliklerinden birinin Eski Türkçedeki kullanıma
benziyor diye doğru sayılması mümkün olamaz. Dolaysıyla biçimsel olarak benzeşse de, bu
iki söylemi aynı kefeye koymak olası değildir. Bu da “Ilgın ben.” söyleminin kabul görmesi
düşünülmeyecek eksik bir yapı olduğunu göstermektedir. Üçüncü kişi dışında kalan birinci ve
ikinci teklik / çokluk kişilerin özne olduğu cümlelerde, yüklem mutlaka özne işaretini yüzey
yapıya çıkarmalıdır.
Konuşma dili, yazı diline göre daha ayrıcalıklıdır. Konuşurken sınama ve yanılma
hakkımız her zaman vardır. Ne ek, ne edat, ne ad, ne sıfat düşünürüz. Nelerin eksiltilendiğini,
nelerden niçin ekonomiye gidildiğini iyi hissetmek anlamak için yeterlidir. Yine de konuşma
dilinde de olsa, bu temel kurala uyulmadığı durumlarda, “Siz nerede, biz orada”, “Ne sen
söyle, ne ben” gibi yanlış kullanımlar, dilin kirlenmesine yol açtığı gibi örnekseme yoluyla
başka yanlışların da dile dolmasına neden olmaktadır. Doğrusu; “Siz neredeyseniz, biz
oradayız”, “Ne sen söyle, ne ben söyleyeyim” olan bu tür söylemleri yaygınlaştırarak
yanlışların önüne geçmezsek, dil yanlışları her geçen gün biraz daha artarak kullananları
huzursuz edecek boyutlara ulaşır. Gerek dili kullananlar, gerek öğretenler dilin yapısal
özelliklerini dil adını verdiğimiz sistemin içinde sistem anlayışıyla bağlantılı olarak işletmek
zorundadır. Bu tür bozuk yapıların kullanımda kendine yer edinmesinin temel nedenlerinden
biri yabancı dillerin etkisi olsa gerek. Özellikle dublajda yapılan çeviriler, televizyon
kanalıyla dile girmekte ve yine televizyonun tartışmasız kabul edilen gücüyle
yaygınlaşmaktadır. İngilizcede "I'm Ilgın" ya da “This is Ilgın" cümlelerinin çevirisi olarak
bize “Ilgın ben.” biçiminde yerleşen bu bozuk söylemden en kısa zamanda kurtulmak
zorundayız.
Locke, “İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme” adlı eserinde konunun önemini şöyle
vurgulamıştır: “Dilin kötü kullanımındaki bu uygunsuzluğun sıkıntısını insanlar kendi kişisel
düşüncelerinde yaşarlar, ama bunun çok daha açık seçik olan sonucu ise konuşma, söylem,
8
tartışma içindeki düzensizliklerdir. İnsanlar buluşlarını, muhakemelerine ve bilgilerini
birbirlerine koca bir kanal olan dil ile aktarırlar. Bunu kötü kullanan kimse, nesnelerin kendi
içinde olan bilgi pınarlarını bozmasa da gücünün el verdiği kadar, insanoğlunun yararına ve
genel kullanıma hizmet eden dağıtım ağının borularını tıkar ya da kırar.” 7 Biz de, iletişim
ağının tıkanmaması, kırılmaması adına ana dilimizin etkin ve yetkin bir biçimde
kullanılmasına özen göstermeliyiz.
1 Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Özmen; Özne Üzerine Düşünceler, (V. Uluslar arası Türk Dili Kurultayında
sunulan bildiri)
2 Ahmet Cevat Emre, Türkçede Cümle: II. İsim Cümlesi, Belleten 1955 s. 23-58
3 Zeynep Korkmaz, Eski Anadolu Türkçesindeki –van / -ven, -vuz / -vüz Şahıs ve Bildirme Eklerinin Anadolu
Ağızlarındaki Kalıntıları, TDAY-Belleten 1964, s. 44
4 age. s. 46 vd.
5 Kemal Eraslan, Türkçede Kısalma Hâdisesi, Uluslar arası Türk Dili Kongresi 1992, s. 39
6 age. s. 39-40
7 John Locke, Essay Concerning Human Understanding, III. Kitap, 11. Bölüm, 5. Kısım

Türkçe Hakkında İlginç Notlar

* Türkiye’den yapılan radyo televizyon yayınları etkisiyle Azerbaycanlı gençler artık Farsça “evet” anlamına gelen “beli” yerine “evet” demeye başlamışlar. Vaktiyle biz “vazife” diyorduk, onlar da “vazife” diyorlardı. “Görev” kelimesi kullanım alanına girmemiş olsa bile en azından duydukları zaman yadırgamıyorlar. Türkiye’deki alelade insan da Azerbaycanlı bir konuşucuyu on yıl öncesine göre daha rahat anlayabiliyor. Hatta Türkmenistanlı, Özbekistanlı konukları da daha rahat anlayabiliyor.

* Birleşmiş Milletler ve dünya İstatistik kuruluşlarının verdiği verilere göre dünyada yaygın kullanılan dilleri kullanış alanı ve amacına göre üç kategoride sınıflayabiliriz:

1. Dünyada en çok nüfus tarafından ana dil olarak kullanılan diller,
2. Dünyada en geniş coğrafi alanda kullanılan diller,
3. Dünyada bilimsel ve teknoloji alanda ticaret, haberleşme ve bilgi alışverişinde yaygın kullanılan diller.

Birinci gruptaki diller açısından sıralama Çince, Hinduca, İngilizce, İspanyolca, Rusça, Arapça ve diğerleri;
İkinci kategoriye göre sıralama İngilizce, Çince, İspanyolca, Arapça, Türkçe, Hinduca;
Üçüncü kategoriye göre ise sıralamada başlıca Batı Avrupa Dilleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Rusça yer almaktadır. Pasifik devletlerinden Japonya’nın hızla gelişen Çin’in dili de yakın bir gelecekte bu kategoride yer alacaktır.

* Yabancı dil öğretimi için eğitim-öğretim dilinin mutlaka yabancı dilde olmasının gerekmediğini çarpıcı bir örnekle sunmak istiyorum. Skale dergisi 1993 yılı 1. sayısında yayınlanan “Sayılarla Avrupa Topluluğu” yazısında verilen bilgiye göre Avrupa topluluğunda 20-24 yaş arası gençlerin % 83′ü en az bir yabancı dile hakim, bu daha yaşlılarda % 50 civarında. Belçika, Hollanda, İsviçre gibi ülkelerde oran çok daha yüksek. Buna karşın Avrupa’da bütün orta öğrenim ve üniversite öğretimi kendi ana dillerinde yapılıyor. Diğer bir örnek, nüfusu sadece 10 milyon olan Macaristan’da bütün okullar Macarca, tek bir üniversite 1991 sonrası İngilizce açıldı, ama öğrencileri yabancı. Macarca ülke dışında hiçbir ülkede kullanılmadığı halde her konuda bizden çok daha fazla Macarca kitap basıyorlar ve her Macar da bir yabancı dil biliyor. SCI ce taranan dergilerde yayınlanan makalelerin ülkelere göre sıralamasında ilk 20 sırada yer alan ülkelerden yalnız Hindistan yabancı dilde öğretim yapıyor. Yani her ülke kendi dilinde öğretim yaparak bilim üretebiliyor, diller bilim üretimine engel değil.

* Sırf İstanbul’da İngilizce, Fransızca, Almanca İtalyanca eğitim yapan orta dereceli okulların sayısı 150′nin üzerende. Bütün ülkede ise özel okulların sayısı 1995 yılı itibariyle 871′dir. Eğer önlem alınmaz ve sınırlamaya gidilmezse üniversitelerimiz de bu yola girer. Eğitim çağında 15 milyon nüfusun tamamını böyle özel okullara göndermemiz mümkün olmadığından (14.300.000. toplam öğrencinin sadece 200.000′i özel okullara gidebilmektedir.) talep de devamlı kamçılandığından maalesef en seçme başarılı öğrenciler “Robert Kolej, Galatasaray Lisesi” başta olmak üzere yabancı dilde eğitim yapan okullara gönderiliyor ya da bu okulları tercihe zorlanıyor. Yabancı dilde öğretim yapan üniversiteler için de aynı durum sözkonusu. Böyle olunca bütün bu üstün yetenekli çalışkan, seçme öğrencileri alan okullar hem yabancı dilde hem de diğer sosyal ve fen derslerinde daha başarılı oluyorlar. Bu sonuç da biraz önce değindiğimiz genel kanaati oluşturuyor. Yani malzeme kaliteli olduğu için ürün de kaliteli oluyor. Önemli olan bir öğretim kurumunun öğrenci alırken hangi yüzde diliminden öğrenci aldığına bakılarak bu öğrencileri hangi yüzde diliminden mezun ettikleridir. Mezunlar ilk yüzde diliminden daha başarılı yüzdeye yerleştirilebiliyorsa o kurum başarılıdır.

* Tarihçi Jean-Paul Roux, ”Türklerin Tarihi” adlı yapıtında ”Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek biricik tanım dilbilgisel olandır. … Türklerin dili çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğundan ilişkide bulundukları birçok insan topluluğu tarafından benimsenmiştir.” diyor. Ünlü dilbilimciler, Türkçenin yetkinliğini ve kurallı oluş bakımından öteki dillerden üstünlüğünü övmüşlerdir.

* Max Müller, Türkçe hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor: ”Türkçenin bir dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olanlar için bir zevktir.Türlü dilbilgisi kurallarının belirlenmesindeki ustalık, eylem çekimlerindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık, kolayca anlaşılabilme niteliği, insan zekasının dil aracılığı ile beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır…. Türk dilinde her şey saydamdır, apaçıktır.

* Jean Deny, ”Türk dili, seçkin bir bilginler kurulunun danışma ve tartışmaları sonucunda oluştuğu kanısını uyandırıyor. Fakat böyle bir kurul, Türkistan bozkırında kendi başına kalmış olarak ve kendi yasaları ya da kendi içgüdüleri itişiyle, insan beyninin yarattığı bu sonucu sağlayamazdı !” demektedir.

* XIII. yüzyılda Cengiz Hanın Moğol İmparatorluğu, yaklaşık olarak, tüm Türk Dünyasını egemenliği altında toplamıştır. Moğol İmparatorluğunun, devlet dili olarak Uygur Türkçesini ve Uygur yazısını kullanmıştır.

* Türk dilinin büyüleyici etkisi kendini göstererek, Türkçe, Anadoluda hızla yaygınlaşan halk dili olur. Moğol işbirlikçisi Anadolu Selçuklusu sultanlarının egemenliğine başkaldıran Türkmen beyi Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konyayı ele geçirip Siyavuş’u Selçuklu sultanı yapması, Türk dili için mutlu bir olay olur: Karamanoğlu Mehmet Bey, 19 Mayıs 1277′de ünlü fermanını yayınlar: ”Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden gayrı dil konuşulmayacaktır! ”. Türkçenin bu bağımsızlık bildirgesiyle, Moğolların ilerlemesini durdurmuş olan ” külahlı, ayağı çarıklı ve kara kilimli Türkmenler”, Farsçayı benimsetmeye çalışan ”Rumi” adı takınmış Selçuklulara karşı bir dil yengisi kazanmışlardır.

* Yunus ,Mevlana’nın Mesnevisini okuduğunda çok uzun ve belki biraz da Farsça yazılmış olmasını beğenmeyerek, bu Mesnevinin yerine:
”Ete kemiğe büründüm
Yunus deyi göründüm.”

beytini önermesi, Türkçeyi sevenler için etkileyicidir. Yunus’un şiirleri yüz yılardan beri Türklerin belleğinde yaşamaktadır. Günümüzde Birleşmiş Milletler yapısının girişinde duvara yazılan :
Gelin kardeş olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz

dörtlüğü ile Yunus Emre güzel Türkçe ve insancıllık dersi vermektedir.

* Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Kaygusuz Abdal ve daha nice Türk halk ozanları koşmalar, koçaklamalar söyleyerek Türk dilinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Osmanlı şairlerinden daha özgün, daha kalıcı olmuşlardır. Örneğin en ünlü Osmanlı şairleri, Karacaoğlan’ın ”Çukurova bayramlığın giyerken / Çıplaklığın üzerinden soyarken / Şubat ayı kış yelini kovarken / Cennet demek sana yakışır dağlar” dörtlüsü ile başlayıp ”Karacaoğlan size bakar sevinir / Sevinirken kalbi yanar göğünür / Kımıldanır hep dertleri devinir / Yas ile sevinci yıkışır dağlar” dörtlüsü ile biten koşmasındaki özgün doğa betimlemesinin düzeyine ulaşamamışlardır . Bu koşmadaki anlatım akıcılığı ve sözcük zenginliği, Türkçenin gücünü ortaya koymaktadır.

* I. Abdülhamit’in tahta geçmesi sonrasında Anayasanın (Kanun-u Esasi) hazırlanmasında dil sorunu ortaya çıktı: Geniş Osmanlı topraklarından Meclise gelecek temsilciler hangi dil ile konuşacaktı? Batı, yüzyıllar önce tek bir ulusal dili egemen kılıp geliştirerek böyle bir sorunla karşılaşmamıştı. Uzun tartışmalardan sonra -azınlıkların tepkileri de yatıştırılarak- Anayasanın 18. Maddesine Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğuna ve devlet hizmetlerine gireceklerin bu dili bilmesinin gerektiğine ilişkin hüküm konuldu. II.Abdülhamit’in Meclisi kapattıktan sonra uyguladığı ağır sansür, dili kapsamadığından, aydınların Türkçeyi geliştirme çabaları kesintiye uğramamıştır. II. Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın telkini ile devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemiş ise de, Sait Paşa’nın ”Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar” diyerek karşı çıkması üzerine, bu isteğinden vazgeçmiştir.

* Osmanlı döneminde, tıp, mühendislik ve askerlik terimlerinin Batı dillerinden Osmanlıcaya çevrilmesi görüşü egemendi. Ancak terim türetmede Türkçe sözcüklerden değil de Arapça ve Farsça sözcüklerden yararlanılmakta idi. Bu “takıntıyla” kimi zaman gülünçlüklere düşülürdü.Örneğin Osmanlının İtalyadan satın aldığı topların üzerinde ”Balliemez” damgası bulunduğu için, bu toplar Türkler arasında ”Balyemez Topu” diye adlandırılmıştı. Ancak Osmanlının bilgiç okumuşları, bu toplara Türkçe bir ad konulduğunu sanarak, Türkçe sözcükleri aşağılık sayıp Türkçeyi bilimsel ürünleri adlandırmaya yakıştıramadıklarından, Türkçe ”Balyemez” sözcüğünü, yarısı Arapça yarısı Farsçaya çevirerek ”Asalnemihored” yapmıştı. ”Asal”, Arapça “bal”, ”Nemi-hored” ise Farsça “yemez” anlamına geliyordu

* Abece sorununu, Atatürk ”Bizim ahenkli zengin dilimiz Yeni Türk Harfleriyle kendini gösterecektir.” diyerek, 3 Kasım 1928 tarihinde Mecliste kabulünü sağladığı yasayla, Latin harflerine dayanan Türk abecesini dilimize kazandırmıştır.

* Hint-Avrupa ve Sami dillerine göre Türkçenin sözcük ve bu arada bilim terimleri türetmede önemli bir üstünlüğü vardır. Prof. Doğan Aksan‘ın ”Türkçenin Gücü” yapıtında açıklandığı üzere, Türkçemiz bu özelliği ile benzersiz üstünlüğe sahiptir. Bu yapıtta ‘’sür-” kökünden, yalnızca Türkiye Türkçesinde 100 kadar türetilmiş sözcük örneği verilmiştir.

* 1936 yılında Kahire’de toplanan Arap dil kurultayı, Türkçe kökenli 3600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında ‘’sarık” sözcüğü de vardır.

* 12 Eylül Darbesi sonrası, dilde geriye dönüş zorlamalarına girilmiş, kimi öz Türkçe sözcüklerin kullanılması Yönetim Buyruğuyla yasaklanmıştır. Bu sözcükler arasında ”devrim” ve dönemin devlet başkanı Kenan Evren’in soyadı olan ”evren” sözcüğü bile bulunmakta idi…

ÖNEMLİ TÜRKOLOGLAR

Kaşgarlı Mahmut
Ord. Prof. Mehmet Fuat Köprülü
Ord. Prof. Reşit Rahmeti Arat
Ord. Prof. Zeki Velidi Togan
Prof. Dr. Muharrem Ergin
Prof Dr. Zeynep Korkmaz
Prof. Dr. Osman Nedim Tuna
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun
Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya
Prof. Dr. Hasan Eren
Prof. Dr. Mehmet Kaplan
Prof. Dr. Doğan Aksan
Prof. Dr. Kazım Mirşan
Prof. Dr. Saim Sakaoğlu
Prof. Dr. Sadık Tural
Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu
Prof. Dr. Efrasiyap Gemalmaz
Prof. Dr. Nevzat Gözaydın
Prof. Dr. Tuncer Gülensoy
Prof. Dr. Ahmet Buran
Prof. Dr. Hamza Zülfikar
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu
Necip Asım
Besim Atalay
Tahsin Banguoğlu
Wilhelm Radloff
Hüseyin Namık Orkun
Hüseyin Nihal Atsız
Ziya Gökalp

Göktürk Alfabesi


Türklerin siyasal varlık olarak tarih sahnesine çıkmaları, Milattan önceki yüzyıllara, Hiung-nu`lar dönemine kadar geriye gitmektedir. Hunlar döneminde yazının kullanıldığına ilişkin bazı kayıtlar olmakla birlikte, bu yazının niteliği hakkında açık bilgilere sahip değiliz. Bu yüzden Türklerin kullandıkları kesin olarak bilinen ilk alfabe Göktürkler döneminde yaygınlık kazanan Göktürk alfabesidir. Son yıllarda Issık-Göl yakınındaki bir kurganda bulunan iki satırdan oluşan yazı, Göktürk alfabesi karaterinde olup, M.Ö. V.-IV. yüzyıllara tarihlenmektedir. Bu yüzden de Göktürklere bağlanan ilk Türk yazısının Göktürk Kağanlığı`nın kuruluşundan yüzyıllarca önce bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir.

İlk Türk alfabesinden günümüze kalan en büyük kalınıtılar Göktürkler döneminde dikilen yazıtlarda karşımıza çıkmaktadır. Çözülüp değerlendirilmeleri ancak XIX. yüzyıl sonunda mümkün olmuştur. Bunlardan ilk bulunanları Yenisey Irmağı boyundaki yazıtlar olmuştu. 1889′da da Orhon yazıtları diye anılan iki büyük yazıt daha ortaya çıkarılmıştı. Öteki yazıtlardan farklı olarak bunların arka yüzlerinde Çince metinler de vardı. Yani Ankara`daki Augustus Tapınağı`nda olduğu gibi iki ayrı dilde yazılmışlardı. Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen, 1893`te bu yazıtları çözmüş, böylece bunların Kültigin ve Bilge Kağan tarafından diktirildikleri, yazının Türklere özgü bir alfabe, dilin de eski Türkçe olduğu meydana çıkarılmıştı.

Anıtların öneminden ötürü Orhon alfabesi diye de anılan Göktürk alfabesinin kökenine gelince, bu konuda çok farklı görüş ve iddialar bulunmaktadır. Bu alfabede kullanılan işaretler, Runik diye adlandırılan eski Iskandinav yazısındaki işaretlere benzediğı için Runik karakterli sayılmış ve o alfabeyle ilişkilli olabileceği öne sürülmüştür.Yazıyı çözen Thomsen, bu Türk alfabesinin Arani alfabesinden türemiş olabilece görüşünü savunmuştu. Buna karsın Aristov gibi Rus bilginleri, bu yazıdaki işaretlerin eski Türk damgalarından alınmış olabileceğine dikkatleri çekmiştir. A. Cevat Emre ise, Göktürk yazısının Sümer yazısı ile aynı kökten gediğini varsaymıştır. Bütün bu değişik, hatta çelişik savlar arasinda söylenebilecek şey, bilim çevrelerinde en çok Thomsen’ın görüşünün tutunduğudur.

Göktürkler çağında yaygınlaşan bu ilk Türk alfabesi, yazıtlar dışında yazma eserlerde de kullanılmıştır. Doğu Türkistan Yazmaları diye adlandırılan eserler bunu kanıtlamaktadır. Bu alfabenin Göktürkler`den sonra gelen Uygurlar döneminde de bir süre kullanıldığı görülmektedir. 759-760 yıllarında dikilen Şine-Usu yazıtı ile son yıllarda bulunan Taryat Yazıtı bunu göstermektedir. Bunun dışında Göktürk alfabesi, bazı değişikliklerle Bulgarlar,Hazarlar, Peçenekler ve Sekeller tarafından da kullanılmış ve böylece Orta Asya`dan Avrupa içlerine kadar yayılmıştır.

Potty Please

So, one of the things that many of you people who are sitting in your office or home where the bathroom is within easy reach dont think about is the idea of NOT being able to go to the toilet whenever you want. If you have ever driven on the Mass Turnpike (Grant - hehe! Thanksgiving 05) you know what I mean.

Here it is a constant battle. We get so used to the good old US of A, where we can stop at McDonalds or Starbucks or the Rest Stop on the side of the road (ha! no such thing here!) or...pretty much
wherever and people will let you use their toilet. Here, first of all, they probably dont have a toilet and if they do, they may or may not let you use it. If they DO let you use it, you may have to pay. Oh, and, there probably is not toilet paper. Actually, it is more than likely there is none. And maybe no seat on the toilet, as if you were going to sit on it anyway. Oh and probably no sink.

BUT you are LUCKY to have found a bathroom in the first place, so you can't complain. But it sure is a shitty situation sometimes!

Ticarette de Türkçe Kampanyası

Basın, yayın kuruluşlarının, eğitim kurumlarının, özel sektörün, kamu sektörünün, dernek ve vakıfların, meslek odalarının, belediyelerin ve Türkçeyi seven herkesin Türkçeye sahip çıkacağını biliyoruz.

Ürünlere verilen yabancı isim, o yabancı ülke ve dilin bedavadan reklamını yapar. Dünyada nitelikli Türk ürünlerinin bulunduğu düşüncesinin oluşmasını ve Türk markalarının dünyaya açılmasını engeller. Dünyada tanınan her Türkçe isimli ürün yeni bir Türk ürününe öncülük eder ve tanınmasına yardımcı olur.

Üstelik, siz yabancı bir isimle ürününüzü pazarladığınızda yabancı ülkelerdeki rakiplerinize dolaylı da olsa yardım etmiş olursunuz.

Oysa, Türkçe ile dünyaya açılan şirketler, diğer Türk şirketlerine de dolaylı olarak yarar sağlar, Türk ekonomisinin gelişmesine katkıda bulunur.

Dünyada bir küreselleşme eğilimi olmasına karşın Batı ülkeleri her zaman dil konusunda son derece tutucu davranmakta ve Küreselleşme yolunda ilerlerken kendi dilleri ile ilgili yasaları çıkartmakta da geri kalmazlar. Söz konusu bu ülkelerin ürünlerine yabancı isimler verilmez. Bu ülkelerin tabelalarında yabancı sözcükleri bulamazsınız. Batı ülkeleri ve vatandaşları kendi dillerine büyük özen gösterirler.

Türkiyede ise son yıllarda büyük bir hızla, Türk olmalarına ve üstelik kanunları ve yasaları çiğnemek pahasına, yabancı ad kullanan işyerlerinin sayısı artıyor.

Yabancı adla ürün pazarlayan ve kullanan şirketler, haksız rekabet etmiş oluyor, ayrıca tüketicilerde yanlış kanılar uyandırarak toplumu bir bakıma yanıltıyorlar.

Türkiye ticarette de dünyada saygın bir yer edinmek istiyorsa öncelikle ürünlerini isimlendirirken Türkçeden yararlanmalı ve onları diğer ülkelere tanıtarak öz güvenini artırmalıdır.

Dünya ekonomisinde yer edinmenin tek yolu budur.