Bayram Cigerli Blog

Bigger İnfo Center and Archive
  • Herşey Dahil Sadece 350 Tl'ye Web Site Sahibi Ol

    Hızlı ve kolay bir şekilde sende web site sahibi olmak istiyorsan tek yapman gereken sitenin aşağısında bulunan iletişim formu üzerinden gerekli bilgileri girmen. Hepsi bu kadar.

  • Web Siteye Reklam Ver

    Sende web sitemize reklam vermek veya ilan vermek istiyorsan. Tek yapman gereken sitenin en altında bulunan yere iletişim bilgilerini girmen yeterli olacaktır. Ekip arkadaşlarımız siziznle iletişime gececektir.

  • Web Sitemizin Yazarı Editörü OL

    Sende kalemine güveniyorsan web sitemizde bir şeyler paylaşmak yazmak istiyorsan siteinin en aşağısında bulunan iletişim formunu kullanarak bizimle iletişime gecebilirisni

Dil Asla Masum Değildir (Prof. Dr. Semiramis Yağcıoğlu)

Son zamanlarda, özellikle genç kuşağın tanışırken kullandığı “Ilgın ben.”, “Tolga
ben.”, “Esin ben.” vb. dil kirliliğine yol açan yanlış söylemlerin Türkçenin cümle yapısına
ciddi boyutlarda zarar verdiğini düşünmekteyiz. Bu nedenle çalışmamızda, cümlenin
kurucuları olan yüklemi ve özneyi konu edinip irdelemeyi amaçladık.
Türkçede, “özne + tümleç + yüklem” dizgisi içinde verilen cümlede, özne ve yüklemin
asıl unsurlar, tümleçlerin ise yardımcı unsurlar olduğu; asıl unsurların sonda, yardımcı
unsurların ise başta bulunduğu bilinir. Öznenin asıl unsur olup olmama konusunda farklı
yaklaşımlar olmakla birlikte her yüklemin bir edeni, eyleyeni olma zorunluluğunu, öznesiz
cümle olamayacağını, sözdiziminin temel özelliklerinden biri olarak benimsediğimizden
konuyu bu bağlamda değerlendireceğimizi belirtmekte yarar görüyoruz. 1
Ancak asıl unsur olan öznenin, yüklemin içinde bugün bir ekle temsil edilen gramer
öznesi olduğunu, sıralama içinde başta gösterilen öznenin ise sözlüksel özne olduğunu da
hatırlatmak gerekir. Çünkü hem “cümlenin kurucuları, asıl unsurlar özne ve yüklemdir”
diyeceğiz, hem de cümle dizgisini “özne + tümleç + yüklem” biçiminde verip, özneyi başa
alacağız.. Bu çelişkiyi aşmak, ancak sözlüksel özne ile gramer öznesi ayrımının yapılması ile
gerçekleşecektir. Asıl olan öznenin, yüklemin içinde bulunan ve bir ekle temsil edilen özne
oluşunun vurgulanması, öznenin yüzey yapıda yer almadığı cümleleri açıklamak için de
gereklidir. Çünkü üçüncü kişilerin dışında birinci ve ikinci kişiler özne olduğunda, öznenin
istenirse yüzey yapıya çıkarılmama durumu vardır. Hatta özel bir nedeni yoksa, birinci ve
ikinci kişiler, özne olduğunda cümleden atılırlar. Dilin emekten, zamandan tasarruf etmek
istemesi ve estetik değerlere olan düşkünlüğü, yani tekrarları sevmemesi buna yol açmaktadır.
Öyleyse bizim dilimizde ister eylem, ister ad cümlesi olsun, yüklem içinde özneyi
barındırmalıdır. Bu durum, Türkçenin yapısal özelliklerinden biridir. Ancak üçüncü tekil
kişilerde özne yüzey yapıya çıkmazsa da, varlığını derin yapıda sürdürmektedir.
Kimsiniz?,
İki haftadır hastayım.
Yarın Bursa’ya gideceğim,
Mahallenin delisi, duvara oturmuş-Ø,
Çocuklar, ikindiden beri uyuyorlar vb.
Örneklerde görüldüğü gibi ister bir işi, bir oluşu zamana ve kişiye bağlı olarak
gösteren eylemler olsun, ister yüklem görevini üstlenen ad gurubu dil birimleri olsun, tüm
yüklemler, hareketin öznesi olan bir kişi öğesini taşımak zorundadırlar.
Bizce, öznesiz cümle olup olmayacağı, öznenin asıl unsur olup olmayacağı
tartışmalarının temelinde sözlüksel özne ile gramer öznesi ayrımının yapılmayışı yatmaktadır.
Asıl unsur olan ve olmazsa olmaz denen özne, yüklemin içinde bir ekle temsil edilen gramer
öznesidir. Yoksa her cümle yüzey yapıda bir özne bulundurmak zorunda değildir. Doğal
olarak sözlüksel öznesi olmayan “Geçmiş olsun.”, “Hayırlı olsun”, “Ders çalışmalı.” vb. pek
çok cümleyle karşılaşırız. Bunları öznesiz cümle saymanın doğru olmadığını düşünmekteyiz..
3
Dilin bir dizge, bir sistem oluşu, dilin öğrenilmesi ile sistemin kavranmasını eş değer
kılmaktadır. Öyleyse bir dili konuşanlar, duygularını, düşüncelerini açıklarken sistemin
dışında kalmamalı, iletişim kurarken sistemin kurallarını işletmelidir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz “Ilgın ben.” türü söylemler, Eski Türkçede zamirlerin koşaç
olarak kullanımını düşündürmektedir. Tarihî metinler incelendiğinde, yalın haldeki kişi
zamirlerinin eylem çekiminde kişi işareti olarak kullanıldığı görülmektedir.
Öz içi taşın tutmış teg biz (kendi iç(kuvvetler)i (ile) dış (topraklar)ı tutmuş gibiyiz)
Türk bodun tokurkak sen (Türk halkı, (sen) tok (gözlü ve) aksisin)
Bir todsar asçık ömez sen (bir doyarsan (tekrar) acıkacağını düşünmezsin)
Açsık tosık ömez sen (acıkırsan doyacağını düşünmezsin) Orhon Yazıtları
Yablak ol (kötüdür)
Ala atlıà yol tengri men (ala atlı yol tanrısıyım) Irk Bitig
Tört uluà çınlarta belgülüg idiş ol ( dört ulu çınlardan nişan veren bir kâsedir)
Biz dindar biz (biz dindarız) Turfan Metinleri
Andaà küçlüg men (öyle güçlüyüm)
Arıà dintar men (saf, temiz dindarım)
Kök buymul toàan úuş men (bir çeşit mavi doğan kuşuyum)
Edgü ol (iyidir)
Ötünür biz kün ay tengrike (güneş ve ay tanrılara rica ederiz) Mani metni
Yadınur men... yaşurmaz men baturmaz men…(yayarım; örtmem, kapatmam)
Tükel bilge biliglig ol (eksiksiz bilge bilgilidir) Altun Yaruk
Çanta içerig úodàu ol (çanta(yı) içeri bırakmak gerek)
Uluà bilge erenlerig ögirdür siz (büyük bilge insanları sevindirirsiniz)
Burkan Metinleri
4
Ahmet Cevat Emre, “Türkçede Cümle: II. İsim Cümleleri” adlı makalesinde, Türkçede
koşacın gelişimini verirken, “İsim cümlemizde eskiden koşaç (copule) olarak 3. kişi ol
zamirinin kullanıldığı görülmektedir. …… Irk Bitig isimli, eski Türk yazısıyla el yazması fal
kitabı 3. kişi ol zamirinin isim cümlelerinde koşaç olarak kullanıldığını gösteren misallerle
doludur. …….Yalnız ol 3. kişi zamiri değil, öbür zamirler de koşaç rolünü oynamışlardır.” 2
diyerek Irk Bitig, Turfan Metinleri ve Divan-ı Lügat-it Türk’ten örnekler verir. Zeynep
Korkmaz ise, “Eski Anadolu Türkçesindeki –van / -ven, -vuz / -vüz Şahıs ve Bildirme
Eklerinin Anadolu Ağızlarındaki Kalıntıları” adlı çalışmasında, “-ur / -ür, -ar / -er, -ır / -ir, -
yur / -yür; -yuk / -yük; -gay / -gey; -taçı / -teçi gibi sıfat fiil ekleriyle kurulan geniş, gelecek,
geçmiş zaman kiplerinde şahıs ve buna bağlı teklik, çokluk kavramı doğrudan doğruya şahıs
zamirleriyle karşılanmaktadır” 3 diyerek Eski Türkçe dönemi metinlerinde gördüğümüz bu
tür örneklerin, Karahanlı, Harezm, Kıpçak ve Çağatay dönemi metinlerinde izlenebildiğini
belirtmektedir.
Bu uraàut ersek ol (bu kadın erkek isteyicidir)
Evge barıàlı men (eve gitmek üzereyim) DLT
Uúuş körki til ol, bu til körki söz (aklın süsü dildir, dilin süsü söz)
Kişi körki yüz ol, bu yüz körki köz (kişinin süsü yüzdür, yüzün süsü de göz)
Sen kim bolur sen? (sen kimsin?)
Men kelmedim men (ben gelmedim)
Körmedin mü bu haúan yüzin? (görmedin mi hakanın yüzünü?) Kutadgu Bilig
Men za’ifa men (ben bir kadınım)
Biz mundın ögrenürlerdin miz (biz bundan öğrenenlerdeniz)
Sen kim sen? (sen kimsin?) Rabguzi- Kısasü’l-Enbiyâ
Ey abuşúa sen kim bolur sen? (ey ihtiyar sen kimsin?)
Kelür yıl Mekkeke kirgey miz (gelecek yıl Mekke’ye gireceğiz)
Men oúıàan ermes men (ben okuyamam) Nehcü’l-Ferâdis
Bil ki min barçaàa muşfiú dur min (bil ki, ben herkese aynı derecede şefkatliyim)
5
Didiler sin çaàatay ili sin (dediler ki sen Çağatay halkındansın) Şeybânî-nâme
Bu kullanımlar, eserlerde XIV. yüzyıla kadar görülse de, XI. yüzyıldan itibaren
yüklemden sonra gelen kişi işareti olarak kullanılan ve özne görevini üstlenen zamirin
ekleşmesiyle yeni biçimler kullanıma çıkmıştır. “XI. yüzyıldan bu yana metinlerde kimi
kiplerin çekiminde kişi zamirlerinden iyelik eklerine aktarılmış bulunan çekimlere
rastlanmaktadır. ” 4 diyen Korkmaz, yukarıda sözünü ettiğimiz çalışmasında zamirlerin nasıl
ekleştiğini, eylem çekim eki haline geldiğini, hangi kiplerin iyelik menşeli ekler aldıklarını,
hangilerinin zamir menşeli eklerle çekimlendiklerini ayrıntılı olarak anlatmaktadır.
Kim çıúmasa mundaà úınlar úılàu-mız (kim çıkmazsa ona şöyle eziyet edeceğiz)
Rabguzi- Kısasü’l-Enbiyâ
Beyrek didükleri men-em (Beyrek dedikleri benim.)
Banı Çiçegin dadısı-yam (Banu Çiçeğin dadısıyım) Dede Korkut Destanları
Ben-venin topraàıla su, sen güneş-sin (toprakla su benim, sen güneşsin, bunu bil)
Ben daúı revâ görmez-in ( ben de revâ görmem) Kelile ve Dimne
Örneklerden de görüldüğü gibi; Türkçe, ad cümlesindeki bir yüklemi oluşturmak için
önce yüklem adı dediğimiz bir adın üzerine ek eylemi getirir. Sonra da bunu, kip ve şahıs
zamirlerini / eklerini getirerek çekimli hale koyar. Bu yüklem, tamlayanları veya sıfatlarıyla
birlikte herhangi bir ad veya adın yerini tutabilecek bir öğe olabileceği gibi eylemden
yapılmış geçici ad ve sıfatlardan biri de olabilir. Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki; ad ya
da eylem soylu hangi tür dil birimi olursa olsun, tüm yüklemler özneyi içinde barındırmak
zorundadırlar.
Bu bilgiler ışığında şimdi “Ilgın ben.” cümlesini değerlendirelim. Cümleyi;
yüklem özne
a. Ilgın-Ø ben.
“Yüklem + özne” dizgisinde devrik bir cümle olarak ele alalım. Ancak yüklemin
içinde bildirmenin birinci tekil kişisinin özneyi temsil eden ek olarak yer alması
gerekmektedir. Yani cümlenin, “Ilgınım ben.” biçiminde olması zorunludur.
özne yüklem
b. Ilgın ben-Ø.
6
“Özne + yüklem” dizgisinde kurallı bir cümle olarak ele aldığımızda da yine yüklemde
özne temsilcisinin bulunmadığını görmekteyiz. “Ilgın benim.” biçiminde olması gerekse de,
anlam olarak ilk kez karşılaşılan birine, “Ilgın başkası değil; benim.” anlamına gelecek bu
cümleyi söylemek dilin tutarlılık ilkesiyle bağdaşamayacağından a seçeneğinde verilen
çözümlemenin doğru olması gerekmektedir.
Efrasiyap Gemalmaz, derslerinde bu konudaki düşüncelerini şöyle özetlemektedir:
“Türkçe oldukça sentetik bir dil olma görünümüne sahiptir. Yani söz dizimini bir kavram
işaret düzeni üzerine kurma eğilimindedir. Ancak hemen her paradigmanın bir öğesinin boş
öğe olması, ifadede taraflarca bilinen öğelerin eksiltilmesi ile sağlanan ekonomi, dil
öğelerinin kullanılma sıklığına bağlı aşınmasıyla sağlanan ikinci bir ekonomiyle
desteklendiğinde Türkçe izini sürmekte zorlandığımız analitik yapıları önümüze koymaktadır.
Bütün bu durumları dikkate almayan dilbilgisi kitapları sadece şekle dayanarak adlandırma
yaptıkları için bugün dilimizi betimleme ve açıklama konusunda içinden çıkılması güç bir
kargaşayı yaşamak zorunda kalıyoruz.”
Ayrıca Eski Türkçedeki “Tensi men” (Tensiyim) (Irık Bitig / I-ı), “Tengri men”
(tanrıyım, majesteyim) (Turfan Metinleri / 276) kullanımını çağrıştırsa da, “Ilgın ben.”
söyleminde ben zamirinin koşaç olarak kullanımı bugün için söz konusu değildir. Ulusların
dili zaman içinde biçimsel değişikliklere uğrayabilirler. Art zamanlı çalışmalarda dildeki
değişimlerin zengin örneklerini görmekteyiz. Değişmelerin kimi nedenli, kimi de nedensizdir.
Kemal Eraslan, “Belli bir sebebe dayanmayan değişmeler Türk dilinin gelişmesini ve Türk dili
lehçe ve şivelerini belirleyen hadiselerdir.” 5 sözleriyle dildeki değişimlerin ne denli önemli
olduğuna dikkat çekmektedir. Türk dilinin temel yapısında dikkati çeken bir durum, ses
olaylarının sıklığı ve sistemli bir biçimde gerçekleşmesidir. Burada bizi ilgilendirenlerden
biri; kısalma, ya da ek düşümü diyebileceğimiz dil olayıdır. “Kısalma hâdisesi, kök, gövde ve
ek halindeki bir gramer birliğinde, belli sebeplere bağlı olarak veya olmayarak, ses veya ses
gruplarının düşmesi, erimesi veya kaynaşması ile o gramer birliğinin kısalmaya uğraması
hâdisesidir. Kısalma hâdisesini ek yığılması hâdisesinin paraleli olarak görmek mümkündür.”
6 diyen Kemal Eraslan, çalışmasında kısalma olayının en çok eklerde gerçekleştiğini ileri
sürer. “Ilgın ben.” söylemindeki durumu, kısalma olarak değil, ancak ek düşümü olarak
açıklayabiliriz. Çünkü kısalma geçmişte gerçekleşmiş, kişi zamiri eke dönüşmüştür. Şimdi
kısalan ek, düşüme uğramıştır.
7
Tarihî lehçeleri ve günümüz lehçelerini dikkate aldığımızda Türkçenin ne zamanı ne
de kişiyi bir ekle göstermek zorunda olmadığı görülür. “Ben yarın git.”, “Sen şimdi iyi.”,
“Onlar iki saat sonra gel.”, “Biz sizi karşılamak gerek mi?” cümleleri uygun durum ve
bağlam içinde belki anlaşılır ifadeler oluşturur. Zamanın ve kişinin yüklem sonunda
işaretlenerek genel olarak tekrarlanması ve daha sonra bunlarla ilgili özel yapıların cümle
içinde gerektiğinde silinebileceklerinin kavranması, değişimin sonucudur. Ancak bugün
Türkiye Türkçesinde yüklem olmanın koşulları oturmuş ve kurallarla belirlenmiştir. Burada
olduğu gibi Türkçenin temel yapısal özelliklerinden birinin Eski Türkçedeki kullanıma
benziyor diye doğru sayılması mümkün olamaz. Dolaysıyla biçimsel olarak benzeşse de, bu
iki söylemi aynı kefeye koymak olası değildir. Bu da “Ilgın ben.” söyleminin kabul görmesi
düşünülmeyecek eksik bir yapı olduğunu göstermektedir. Üçüncü kişi dışında kalan birinci ve
ikinci teklik / çokluk kişilerin özne olduğu cümlelerde, yüklem mutlaka özne işaretini yüzey
yapıya çıkarmalıdır.
Konuşma dili, yazı diline göre daha ayrıcalıklıdır. Konuşurken sınama ve yanılma
hakkımız her zaman vardır. Ne ek, ne edat, ne ad, ne sıfat düşünürüz. Nelerin eksiltilendiğini,
nelerden niçin ekonomiye gidildiğini iyi hissetmek anlamak için yeterlidir. Yine de konuşma
dilinde de olsa, bu temel kurala uyulmadığı durumlarda, “Siz nerede, biz orada”, “Ne sen
söyle, ne ben” gibi yanlış kullanımlar, dilin kirlenmesine yol açtığı gibi örnekseme yoluyla
başka yanlışların da dile dolmasına neden olmaktadır. Doğrusu; “Siz neredeyseniz, biz
oradayız”, “Ne sen söyle, ne ben söyleyeyim” olan bu tür söylemleri yaygınlaştırarak
yanlışların önüne geçmezsek, dil yanlışları her geçen gün biraz daha artarak kullananları
huzursuz edecek boyutlara ulaşır. Gerek dili kullananlar, gerek öğretenler dilin yapısal
özelliklerini dil adını verdiğimiz sistemin içinde sistem anlayışıyla bağlantılı olarak işletmek
zorundadır. Bu tür bozuk yapıların kullanımda kendine yer edinmesinin temel nedenlerinden
biri yabancı dillerin etkisi olsa gerek. Özellikle dublajda yapılan çeviriler, televizyon
kanalıyla dile girmekte ve yine televizyonun tartışmasız kabul edilen gücüyle
yaygınlaşmaktadır. İngilizcede "I'm Ilgın" ya da “This is Ilgın" cümlelerinin çevirisi olarak
bize “Ilgın ben.” biçiminde yerleşen bu bozuk söylemden en kısa zamanda kurtulmak
zorundayız.
Locke, “İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme” adlı eserinde konunun önemini şöyle
vurgulamıştır: “Dilin kötü kullanımındaki bu uygunsuzluğun sıkıntısını insanlar kendi kişisel
düşüncelerinde yaşarlar, ama bunun çok daha açık seçik olan sonucu ise konuşma, söylem,
8
tartışma içindeki düzensizliklerdir. İnsanlar buluşlarını, muhakemelerine ve bilgilerini
birbirlerine koca bir kanal olan dil ile aktarırlar. Bunu kötü kullanan kimse, nesnelerin kendi
içinde olan bilgi pınarlarını bozmasa da gücünün el verdiği kadar, insanoğlunun yararına ve
genel kullanıma hizmet eden dağıtım ağının borularını tıkar ya da kırar.” 7 Biz de, iletişim
ağının tıkanmaması, kırılmaması adına ana dilimizin etkin ve yetkin bir biçimde
kullanılmasına özen göstermeliyiz.
1 Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Özmen; Özne Üzerine Düşünceler, (V. Uluslar arası Türk Dili Kurultayında
sunulan bildiri)
2 Ahmet Cevat Emre, Türkçede Cümle: II. İsim Cümlesi, Belleten 1955 s. 23-58
3 Zeynep Korkmaz, Eski Anadolu Türkçesindeki –van / -ven, -vuz / -vüz Şahıs ve Bildirme Eklerinin Anadolu
Ağızlarındaki Kalıntıları, TDAY-Belleten 1964, s. 44
4 age. s. 46 vd.
5 Kemal Eraslan, Türkçede Kısalma Hâdisesi, Uluslar arası Türk Dili Kongresi 1992, s. 39
6 age. s. 39-40
7 John Locke, Essay Concerning Human Understanding, III. Kitap, 11. Bölüm, 5. Kısım

Türkçe Hakkında İlginç Notlar

* Türkiye’den yapılan radyo televizyon yayınları etkisiyle Azerbaycanlı gençler artık Farsça “evet” anlamına gelen “beli” yerine “evet” demeye başlamışlar. Vaktiyle biz “vazife” diyorduk, onlar da “vazife” diyorlardı. “Görev” kelimesi kullanım alanına girmemiş olsa bile en azından duydukları zaman yadırgamıyorlar. Türkiye’deki alelade insan da Azerbaycanlı bir konuşucuyu on yıl öncesine göre daha rahat anlayabiliyor. Hatta Türkmenistanlı, Özbekistanlı konukları da daha rahat anlayabiliyor.

* Birleşmiş Milletler ve dünya İstatistik kuruluşlarının verdiği verilere göre dünyada yaygın kullanılan dilleri kullanış alanı ve amacına göre üç kategoride sınıflayabiliriz:

1. Dünyada en çok nüfus tarafından ana dil olarak kullanılan diller,
2. Dünyada en geniş coğrafi alanda kullanılan diller,
3. Dünyada bilimsel ve teknoloji alanda ticaret, haberleşme ve bilgi alışverişinde yaygın kullanılan diller.

Birinci gruptaki diller açısından sıralama Çince, Hinduca, İngilizce, İspanyolca, Rusça, Arapça ve diğerleri;
İkinci kategoriye göre sıralama İngilizce, Çince, İspanyolca, Arapça, Türkçe, Hinduca;
Üçüncü kategoriye göre ise sıralamada başlıca Batı Avrupa Dilleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Rusça yer almaktadır. Pasifik devletlerinden Japonya’nın hızla gelişen Çin’in dili de yakın bir gelecekte bu kategoride yer alacaktır.

* Yabancı dil öğretimi için eğitim-öğretim dilinin mutlaka yabancı dilde olmasının gerekmediğini çarpıcı bir örnekle sunmak istiyorum. Skale dergisi 1993 yılı 1. sayısında yayınlanan “Sayılarla Avrupa Topluluğu” yazısında verilen bilgiye göre Avrupa topluluğunda 20-24 yaş arası gençlerin % 83′ü en az bir yabancı dile hakim, bu daha yaşlılarda % 50 civarında. Belçika, Hollanda, İsviçre gibi ülkelerde oran çok daha yüksek. Buna karşın Avrupa’da bütün orta öğrenim ve üniversite öğretimi kendi ana dillerinde yapılıyor. Diğer bir örnek, nüfusu sadece 10 milyon olan Macaristan’da bütün okullar Macarca, tek bir üniversite 1991 sonrası İngilizce açıldı, ama öğrencileri yabancı. Macarca ülke dışında hiçbir ülkede kullanılmadığı halde her konuda bizden çok daha fazla Macarca kitap basıyorlar ve her Macar da bir yabancı dil biliyor. SCI ce taranan dergilerde yayınlanan makalelerin ülkelere göre sıralamasında ilk 20 sırada yer alan ülkelerden yalnız Hindistan yabancı dilde öğretim yapıyor. Yani her ülke kendi dilinde öğretim yaparak bilim üretebiliyor, diller bilim üretimine engel değil.

* Sırf İstanbul’da İngilizce, Fransızca, Almanca İtalyanca eğitim yapan orta dereceli okulların sayısı 150′nin üzerende. Bütün ülkede ise özel okulların sayısı 1995 yılı itibariyle 871′dir. Eğer önlem alınmaz ve sınırlamaya gidilmezse üniversitelerimiz de bu yola girer. Eğitim çağında 15 milyon nüfusun tamamını böyle özel okullara göndermemiz mümkün olmadığından (14.300.000. toplam öğrencinin sadece 200.000′i özel okullara gidebilmektedir.) talep de devamlı kamçılandığından maalesef en seçme başarılı öğrenciler “Robert Kolej, Galatasaray Lisesi” başta olmak üzere yabancı dilde eğitim yapan okullara gönderiliyor ya da bu okulları tercihe zorlanıyor. Yabancı dilde öğretim yapan üniversiteler için de aynı durum sözkonusu. Böyle olunca bütün bu üstün yetenekli çalışkan, seçme öğrencileri alan okullar hem yabancı dilde hem de diğer sosyal ve fen derslerinde daha başarılı oluyorlar. Bu sonuç da biraz önce değindiğimiz genel kanaati oluşturuyor. Yani malzeme kaliteli olduğu için ürün de kaliteli oluyor. Önemli olan bir öğretim kurumunun öğrenci alırken hangi yüzde diliminden öğrenci aldığına bakılarak bu öğrencileri hangi yüzde diliminden mezun ettikleridir. Mezunlar ilk yüzde diliminden daha başarılı yüzdeye yerleştirilebiliyorsa o kurum başarılıdır.

* Tarihçi Jean-Paul Roux, ”Türklerin Tarihi” adlı yapıtında ”Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek biricik tanım dilbilgisel olandır. … Türklerin dili çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğundan ilişkide bulundukları birçok insan topluluğu tarafından benimsenmiştir.” diyor. Ünlü dilbilimciler, Türkçenin yetkinliğini ve kurallı oluş bakımından öteki dillerden üstünlüğünü övmüşlerdir.

* Max Müller, Türkçe hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor: ”Türkçenin bir dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olanlar için bir zevktir.Türlü dilbilgisi kurallarının belirlenmesindeki ustalık, eylem çekimlerindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık, kolayca anlaşılabilme niteliği, insan zekasının dil aracılığı ile beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır…. Türk dilinde her şey saydamdır, apaçıktır.

* Jean Deny, ”Türk dili, seçkin bir bilginler kurulunun danışma ve tartışmaları sonucunda oluştuğu kanısını uyandırıyor. Fakat böyle bir kurul, Türkistan bozkırında kendi başına kalmış olarak ve kendi yasaları ya da kendi içgüdüleri itişiyle, insan beyninin yarattığı bu sonucu sağlayamazdı !” demektedir.

* XIII. yüzyılda Cengiz Hanın Moğol İmparatorluğu, yaklaşık olarak, tüm Türk Dünyasını egemenliği altında toplamıştır. Moğol İmparatorluğunun, devlet dili olarak Uygur Türkçesini ve Uygur yazısını kullanmıştır.

* Türk dilinin büyüleyici etkisi kendini göstererek, Türkçe, Anadoluda hızla yaygınlaşan halk dili olur. Moğol işbirlikçisi Anadolu Selçuklusu sultanlarının egemenliğine başkaldıran Türkmen beyi Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konyayı ele geçirip Siyavuş’u Selçuklu sultanı yapması, Türk dili için mutlu bir olay olur: Karamanoğlu Mehmet Bey, 19 Mayıs 1277′de ünlü fermanını yayınlar: ”Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden gayrı dil konuşulmayacaktır! ”. Türkçenin bu bağımsızlık bildirgesiyle, Moğolların ilerlemesini durdurmuş olan ” külahlı, ayağı çarıklı ve kara kilimli Türkmenler”, Farsçayı benimsetmeye çalışan ”Rumi” adı takınmış Selçuklulara karşı bir dil yengisi kazanmışlardır.

* Yunus ,Mevlana’nın Mesnevisini okuduğunda çok uzun ve belki biraz da Farsça yazılmış olmasını beğenmeyerek, bu Mesnevinin yerine:
”Ete kemiğe büründüm
Yunus deyi göründüm.”

beytini önermesi, Türkçeyi sevenler için etkileyicidir. Yunus’un şiirleri yüz yılardan beri Türklerin belleğinde yaşamaktadır. Günümüzde Birleşmiş Milletler yapısının girişinde duvara yazılan :
Gelin kardeş olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz

dörtlüğü ile Yunus Emre güzel Türkçe ve insancıllık dersi vermektedir.

* Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Kaygusuz Abdal ve daha nice Türk halk ozanları koşmalar, koçaklamalar söyleyerek Türk dilinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Osmanlı şairlerinden daha özgün, daha kalıcı olmuşlardır. Örneğin en ünlü Osmanlı şairleri, Karacaoğlan’ın ”Çukurova bayramlığın giyerken / Çıplaklığın üzerinden soyarken / Şubat ayı kış yelini kovarken / Cennet demek sana yakışır dağlar” dörtlüsü ile başlayıp ”Karacaoğlan size bakar sevinir / Sevinirken kalbi yanar göğünür / Kımıldanır hep dertleri devinir / Yas ile sevinci yıkışır dağlar” dörtlüsü ile biten koşmasındaki özgün doğa betimlemesinin düzeyine ulaşamamışlardır . Bu koşmadaki anlatım akıcılığı ve sözcük zenginliği, Türkçenin gücünü ortaya koymaktadır.

* I. Abdülhamit’in tahta geçmesi sonrasında Anayasanın (Kanun-u Esasi) hazırlanmasında dil sorunu ortaya çıktı: Geniş Osmanlı topraklarından Meclise gelecek temsilciler hangi dil ile konuşacaktı? Batı, yüzyıllar önce tek bir ulusal dili egemen kılıp geliştirerek böyle bir sorunla karşılaşmamıştı. Uzun tartışmalardan sonra -azınlıkların tepkileri de yatıştırılarak- Anayasanın 18. Maddesine Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğuna ve devlet hizmetlerine gireceklerin bu dili bilmesinin gerektiğine ilişkin hüküm konuldu. II.Abdülhamit’in Meclisi kapattıktan sonra uyguladığı ağır sansür, dili kapsamadığından, aydınların Türkçeyi geliştirme çabaları kesintiye uğramamıştır. II. Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın telkini ile devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemiş ise de, Sait Paşa’nın ”Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar” diyerek karşı çıkması üzerine, bu isteğinden vazgeçmiştir.

* Osmanlı döneminde, tıp, mühendislik ve askerlik terimlerinin Batı dillerinden Osmanlıcaya çevrilmesi görüşü egemendi. Ancak terim türetmede Türkçe sözcüklerden değil de Arapça ve Farsça sözcüklerden yararlanılmakta idi. Bu “takıntıyla” kimi zaman gülünçlüklere düşülürdü.Örneğin Osmanlının İtalyadan satın aldığı topların üzerinde ”Balliemez” damgası bulunduğu için, bu toplar Türkler arasında ”Balyemez Topu” diye adlandırılmıştı. Ancak Osmanlının bilgiç okumuşları, bu toplara Türkçe bir ad konulduğunu sanarak, Türkçe sözcükleri aşağılık sayıp Türkçeyi bilimsel ürünleri adlandırmaya yakıştıramadıklarından, Türkçe ”Balyemez” sözcüğünü, yarısı Arapça yarısı Farsçaya çevirerek ”Asalnemihored” yapmıştı. ”Asal”, Arapça “bal”, ”Nemi-hored” ise Farsça “yemez” anlamına geliyordu

* Abece sorununu, Atatürk ”Bizim ahenkli zengin dilimiz Yeni Türk Harfleriyle kendini gösterecektir.” diyerek, 3 Kasım 1928 tarihinde Mecliste kabulünü sağladığı yasayla, Latin harflerine dayanan Türk abecesini dilimize kazandırmıştır.

* Hint-Avrupa ve Sami dillerine göre Türkçenin sözcük ve bu arada bilim terimleri türetmede önemli bir üstünlüğü vardır. Prof. Doğan Aksan‘ın ”Türkçenin Gücü” yapıtında açıklandığı üzere, Türkçemiz bu özelliği ile benzersiz üstünlüğe sahiptir. Bu yapıtta ‘’sür-” kökünden, yalnızca Türkiye Türkçesinde 100 kadar türetilmiş sözcük örneği verilmiştir.

* 1936 yılında Kahire’de toplanan Arap dil kurultayı, Türkçe kökenli 3600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında ‘’sarık” sözcüğü de vardır.

* 12 Eylül Darbesi sonrası, dilde geriye dönüş zorlamalarına girilmiş, kimi öz Türkçe sözcüklerin kullanılması Yönetim Buyruğuyla yasaklanmıştır. Bu sözcükler arasında ”devrim” ve dönemin devlet başkanı Kenan Evren’in soyadı olan ”evren” sözcüğü bile bulunmakta idi…

ÖNEMLİ TÜRKOLOGLAR

Kaşgarlı Mahmut
Ord. Prof. Mehmet Fuat Köprülü
Ord. Prof. Reşit Rahmeti Arat
Ord. Prof. Zeki Velidi Togan
Prof. Dr. Muharrem Ergin
Prof Dr. Zeynep Korkmaz
Prof. Dr. Osman Nedim Tuna
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun
Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya
Prof. Dr. Hasan Eren
Prof. Dr. Mehmet Kaplan
Prof. Dr. Doğan Aksan
Prof. Dr. Kazım Mirşan
Prof. Dr. Saim Sakaoğlu
Prof. Dr. Sadık Tural
Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu
Prof. Dr. Efrasiyap Gemalmaz
Prof. Dr. Nevzat Gözaydın
Prof. Dr. Tuncer Gülensoy
Prof. Dr. Ahmet Buran
Prof. Dr. Hamza Zülfikar
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu
Necip Asım
Besim Atalay
Tahsin Banguoğlu
Wilhelm Radloff
Hüseyin Namık Orkun
Hüseyin Nihal Atsız
Ziya Gökalp

Göktürk Alfabesi


Türklerin siyasal varlık olarak tarih sahnesine çıkmaları, Milattan önceki yüzyıllara, Hiung-nu`lar dönemine kadar geriye gitmektedir. Hunlar döneminde yazının kullanıldığına ilişkin bazı kayıtlar olmakla birlikte, bu yazının niteliği hakkında açık bilgilere sahip değiliz. Bu yüzden Türklerin kullandıkları kesin olarak bilinen ilk alfabe Göktürkler döneminde yaygınlık kazanan Göktürk alfabesidir. Son yıllarda Issık-Göl yakınındaki bir kurganda bulunan iki satırdan oluşan yazı, Göktürk alfabesi karaterinde olup, M.Ö. V.-IV. yüzyıllara tarihlenmektedir. Bu yüzden de Göktürklere bağlanan ilk Türk yazısının Göktürk Kağanlığı`nın kuruluşundan yüzyıllarca önce bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir.

İlk Türk alfabesinden günümüze kalan en büyük kalınıtılar Göktürkler döneminde dikilen yazıtlarda karşımıza çıkmaktadır. Çözülüp değerlendirilmeleri ancak XIX. yüzyıl sonunda mümkün olmuştur. Bunlardan ilk bulunanları Yenisey Irmağı boyundaki yazıtlar olmuştu. 1889′da da Orhon yazıtları diye anılan iki büyük yazıt daha ortaya çıkarılmıştı. Öteki yazıtlardan farklı olarak bunların arka yüzlerinde Çince metinler de vardı. Yani Ankara`daki Augustus Tapınağı`nda olduğu gibi iki ayrı dilde yazılmışlardı. Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen, 1893`te bu yazıtları çözmüş, böylece bunların Kültigin ve Bilge Kağan tarafından diktirildikleri, yazının Türklere özgü bir alfabe, dilin de eski Türkçe olduğu meydana çıkarılmıştı.

Anıtların öneminden ötürü Orhon alfabesi diye de anılan Göktürk alfabesinin kökenine gelince, bu konuda çok farklı görüş ve iddialar bulunmaktadır. Bu alfabede kullanılan işaretler, Runik diye adlandırılan eski Iskandinav yazısındaki işaretlere benzediğı için Runik karakterli sayılmış ve o alfabeyle ilişkilli olabileceği öne sürülmüştür.Yazıyı çözen Thomsen, bu Türk alfabesinin Arani alfabesinden türemiş olabilece görüşünü savunmuştu. Buna karsın Aristov gibi Rus bilginleri, bu yazıdaki işaretlerin eski Türk damgalarından alınmış olabileceğine dikkatleri çekmiştir. A. Cevat Emre ise, Göktürk yazısının Sümer yazısı ile aynı kökten gediğini varsaymıştır. Bütün bu değişik, hatta çelişik savlar arasinda söylenebilecek şey, bilim çevrelerinde en çok Thomsen’ın görüşünün tutunduğudur.

Göktürkler çağında yaygınlaşan bu ilk Türk alfabesi, yazıtlar dışında yazma eserlerde de kullanılmıştır. Doğu Türkistan Yazmaları diye adlandırılan eserler bunu kanıtlamaktadır. Bu alfabenin Göktürkler`den sonra gelen Uygurlar döneminde de bir süre kullanıldığı görülmektedir. 759-760 yıllarında dikilen Şine-Usu yazıtı ile son yıllarda bulunan Taryat Yazıtı bunu göstermektedir. Bunun dışında Göktürk alfabesi, bazı değişikliklerle Bulgarlar,Hazarlar, Peçenekler ve Sekeller tarafından da kullanılmış ve böylece Orta Asya`dan Avrupa içlerine kadar yayılmıştır.

Potty Please

So, one of the things that many of you people who are sitting in your office or home where the bathroom is within easy reach dont think about is the idea of NOT being able to go to the toilet whenever you want. If you have ever driven on the Mass Turnpike (Grant - hehe! Thanksgiving 05) you know what I mean.

Here it is a constant battle. We get so used to the good old US of A, where we can stop at McDonalds or Starbucks or the Rest Stop on the side of the road (ha! no such thing here!) or...pretty much
wherever and people will let you use their toilet. Here, first of all, they probably dont have a toilet and if they do, they may or may not let you use it. If they DO let you use it, you may have to pay. Oh, and, there probably is not toilet paper. Actually, it is more than likely there is none. And maybe no seat on the toilet, as if you were going to sit on it anyway. Oh and probably no sink.

BUT you are LUCKY to have found a bathroom in the first place, so you can't complain. But it sure is a shitty situation sometimes!

Ticarette de Türkçe Kampanyası

Basın, yayın kuruluşlarının, eğitim kurumlarının, özel sektörün, kamu sektörünün, dernek ve vakıfların, meslek odalarının, belediyelerin ve Türkçeyi seven herkesin Türkçeye sahip çıkacağını biliyoruz.

Ürünlere verilen yabancı isim, o yabancı ülke ve dilin bedavadan reklamını yapar. Dünyada nitelikli Türk ürünlerinin bulunduğu düşüncesinin oluşmasını ve Türk markalarının dünyaya açılmasını engeller. Dünyada tanınan her Türkçe isimli ürün yeni bir Türk ürününe öncülük eder ve tanınmasına yardımcı olur.

Üstelik, siz yabancı bir isimle ürününüzü pazarladığınızda yabancı ülkelerdeki rakiplerinize dolaylı da olsa yardım etmiş olursunuz.

Oysa, Türkçe ile dünyaya açılan şirketler, diğer Türk şirketlerine de dolaylı olarak yarar sağlar, Türk ekonomisinin gelişmesine katkıda bulunur.

Dünyada bir küreselleşme eğilimi olmasına karşın Batı ülkeleri her zaman dil konusunda son derece tutucu davranmakta ve Küreselleşme yolunda ilerlerken kendi dilleri ile ilgili yasaları çıkartmakta da geri kalmazlar. Söz konusu bu ülkelerin ürünlerine yabancı isimler verilmez. Bu ülkelerin tabelalarında yabancı sözcükleri bulamazsınız. Batı ülkeleri ve vatandaşları kendi dillerine büyük özen gösterirler.

Türkiyede ise son yıllarda büyük bir hızla, Türk olmalarına ve üstelik kanunları ve yasaları çiğnemek pahasına, yabancı ad kullanan işyerlerinin sayısı artıyor.

Yabancı adla ürün pazarlayan ve kullanan şirketler, haksız rekabet etmiş oluyor, ayrıca tüketicilerde yanlış kanılar uyandırarak toplumu bir bakıma yanıltıyorlar.

Türkiye ticarette de dünyada saygın bir yer edinmek istiyorsa öncelikle ürünlerini isimlendirirken Türkçeden yararlanmalı ve onları diğer ülkelere tanıtarak öz güvenini artırmalıdır.

Dünya ekonomisinde yer edinmenin tek yolu budur.

TÜRKÇENİN SIRLARI

Şu fani dünya saâdetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir.

Vatan çocuklarına bir milletin yarattığı ve yaşattı­ğı dili, bütün güzellikleri, incelikleri, yücelikleri ve güzel sesleriyle öğretmek...

Onları, böyle bir dilin sihirli ifadelerine yükselterek; her an, daha çok duyan, düşünen, anlayan ve yara­tan insanlar olarak yetiştirmek...

Dilin, böylesine tılsımlı vasıta olduğunu bilmek ve bütün bunları, bilerek, severek yapmak...

Burada cesaretle söyleyebilirim ki yeryüzünde nice insan, böyle büyük bir sanatın, böyle şerefli bir hizmetin vazifelisi olduğunu düşünmemiştir. Çünkü bilindiği ve zannedildiği gibi, bu güzel hizmet, yalnız dil ve edebi­yat hocalarının vazifesi değildir. Muallimler, hangi dersin hocası olurlarsa olsunlar, Türk çocuklarına her şeyden çok Türkçe’yi öğretecek, onlara, anadillerinin ses ve söz güzelliklerinden, ifade ve mana zenginliklerinden güfteler ve besteler vereceklerdir. Öğretmen değil de anne ve baba iseniz, abla ve ağabey iseniz, bu sizin daha sevgili vazifenizdir. Yavrularınıza, sözlerini halk dehasının yarattığı ve bestesi yine halk sanatından yükselen ninniler söylemekten başlayarak, öğreteceğiniz en güzel şey, Türkçe’dir.

Aradaki fark, bunu bilmekte ve bunu Türkçe’nin bü­tün incelik ve güzelliklerini benimseyerek, zevkle ve ül­kü ile yapmaktadır.

Çünkü diller, milletlerin en aziz, en tılsımlı, en kıymetli servetleridir. Çünkü dillerin bir ses güzelliği ile dalgalanıp bir duyurma, anlatma ve inandırma gücün ulaşmaları, kısa zamanda olmamıştır.

Çünkü yeryüzünde diller kadar millet fertlerini bir­birlerine bağlayan, onlara birbirlerini sevip anlamakta, hele sevgilerini dile getirmekte aziz yardımcı olan başka kuvvet mevcut değildir.

Bir tarih boyunca ordu ordu insanları, savaş meydanlarından geçirerek, zafere, gazi veya şehit olmaya koşturan cihangirler, büyük başarılarını, birçok da, sa­vaşçılara duyurabildikleri hitabet dilinin büyüleyici güzelliğiyle kazandılar.

Bizim tarihimizde: Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öylesine büyültelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun! diyen Oğuz Han; yine böyle bir hitabeyle, kendisine isyan etmiş bir orduya Çaldıran gibi zafer kazandıran Yavuz Sultan Selim ve daha nice cihangirler, tarihi zaferlerini, birçok da, kütlelere söz söyleyişlerindeki inandırıcı lisana borçludurlar.

Mermere can veren heykeltıraş gibi, kelimelere ses ve hayat veren söz sanatkarının da bu başarısı, söze musikinin duyurucu kudretini katabildiği ölçüde derin ve ölümsüzdür. Bu bakımdan, büyük ses şairi Baki’nin:



Avâzeyi bu âleme Davud gibi sal

Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş



mısralarında, yalnız şiir anlayışı bakımından değil, dil anlayışı bakımından da varılmış derin hakikat vardır.

Çünkü, tekrar edelim ki:

Dillerin bir musiki kudreti kazanması, kelimelerin birer nağme güzelliği alması, kısa zamanda olmamıştır.

Denilebilir ki dil ve edebiyat sanatı, bu güzel neticeye varmak için, sanat ve edebiyat tarihinin daha ilk anla­rından başlayarak; sözü sesle birleştirmeğe çalışmıştır.

Bunun en açık delili, sözün en güzel sesli ifadesi olan şiir sanatının, başlangıçta musiki sanatından ayrı olmayışıdır: Bilindiği gibi, ilk şiirler, asırlarca, hatta çağlarca, musiki aletlerinden çıkan seslerle birlikte söylenmiştir.

Bir misal olarak, eski Yunanlılar, söze bir duyuruculuk vermek için, şiiri, lyre isimli sazla söylüyorlardı.

Eski İranlı’lar, bunun için, rûd, çenk, rebâb gibi sazlar kullanıyorlardı. İbrani şiiri, Davud Peygamber’in de kullandığı mizmâr isimli bir sazla söyleniyordu. Davud’un ilahilerine Mezâmir denilmesi, bu dini şiirlerin miz­mar’la birlikte söylenmesindendi.

Eski Türkler, şiiri, kopuzla söylüyorlardı. Saz, eski Türk şiirinin, ayrılık kabul etmez arkadaşıydı. Türkler, onsuz şiir söylemez; yalnız söz sanatında değil, yapacak­ları hareketlerin de pek çoğunda onun yardımını arar­lardı.

Bütün bunlar, dillerin daha ilk devirlerinde söz’ e musiki katmak ihtiyacındandır. Dillerde kelimeler, uzun asırlar içinde, işte bu musikili çalışmalar sonunda nağmeleşmiştir.

Düşünmelidir ki, söz’ün ses’e bu ölçüde ihtiyacı olduğunu, daha ilk insanlar, bizim kendilerine iptidai dedi­ğimiz insanlar anlamıştır.

Asırların, bazen çağların emeğiyle, böylesine güzel ses ve güzel mana kazanmış kelimelerin, neden, şu veya bu hoyratlıklar içinde ziyan edilmemesi lâzım geldiğinin (anlayanlar için) en büyük delili budur
Nihat Sami BANARLI